O (S.A.S) GELMEDEN ve GELİNCE…

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Hudâ, bilinmeyi takdîr edince vakt-i ezel,
Yarattı Nûr-i Muhammed denen hilâli özel.
Sırayla Âdem’i halk etti şânı hürmetine,
Yarattı sonra da Havvâ’yı, koydu cennetine.
Buyurdu: «Şart-ı mihirdir nikâh için salevat.»
O Can Muhammed’e onlar, üçer kez etti salât.
El açtı Hazret-i Âdem, düşünce cennetten:
“Muhammed aşkına Yâ Rab, bağışla bizleri Sen!”
Hudâ buyurdu: “Muhammed ki olmasaydı eğer,
Seninle halkı yaratmazdım ey cihân-ı beşer!
Muhammed aşkına bahşeyledim Ben affı sana,
Şu varlığın ebedî, en habîbidir O Bana…” (Hâkim, II, 672)
Bu mağfiret ile dünyâda Âdem evlâdı,
Çoğaldı kum gibi her gün çoğaldı ahfâdı.

O Nûr’u âh unutanlar, günâha daldı, yazık!
Tabî ki, gönle semâdan gerekli oldu azık!
Ve Nûr-i Ahmed’i her bir nebînin alnında,
Suhuf, kitâb ile lutfetti kâinâta Hudâ.
Bütün nebîler o Nûr’un güneş ziyâsı ile,
Büyük zuhûrunu önden gelip getirdi dile.
Hicaz’da, Kâbe’yi oğluyla yaptı İbrâhim,
Yöneldi kıbleye, yalvardı Hakk’a: “Ey Rabbim!
Bu halkı pâk edecek öyle bir Nebî gönder,
Kitap ve hikmeti şerh eylesin o Peygamber!”(el-Bakara, 129)

Bu bapta nûrunu İncil’le eyleyip imlâ,
Buyurdu Hazret-i Îsâ’ya âşikâr Mevlâ:
“O Nur Muhammed’e îmân et ey Mesîh-i zaman!
De! Ümmetin O’na erdikte eylesin îmân!
Muhabbetimde Muhammed ki olmasaydı eğer,
Ezelde Âdem’i etmez idim cihân-ı beşer.
Yaratmasaydım o Mahmûd’u nur donatmazdım,
Değil cehennemi, cennet dahî yaratmazdım.
Yarattığımda su üstünde Arş’ı, titredi gâh,
O an, ta üstüne ben; «Lâilâhe illâllâh»
Ve hem; «Rasûlü Muhammed» yazınca, Arş o zaman,
Hemen edep ile sâkinleşip duruldu o an…” (Hâkim, II, 672)

Duyup bu müjdeyi Îsâ, duyurdu şükrederek:
“Benim peşimden aziz, öyle bir Nebî gelecek,
O’nun hidâyeti devranda tâ ebed olacak,
O’nun güneş gibi nûruyla yer ve gök dolacak.
O serverin adı Ahmed, Hamid, Muhammed’dir,
O’dur cihanda güneşten değerli Bedr-i Münîr…”
Hemen o ân inananlar niyâza başladılar:
“Çabuk gel ey yüce Ahmed, cihânı gel, kurtar!”

Bu yankı, gün gelip Îsâ çıkınca gökyüzüne,
Çoğaldı âh ile her yerde, döndü hicrâne.
Zeminde çünkü günahtan azıttı zorba beşer,
Biçâreler; «Yetiş imdâda yâ Nebî!» dediler.
O denli başladı dünyâ, Nebî’yi beklemeye,
Karıncalar bile hıçkırdı; «Âh o gelse…» diye.
Kızartılan diri pervâneler, «medet» dediler,
Bahârı öldürülen anneler, «medet» dediler.
Garip, harap köleler, körpe kız çocukları âh,
Yakardılar: «Yetiş imdâda yâ Rasûlâllâh!»
Ümîd ölüydü, hayat hakkı çiğnenen candı,
O gün beşer, canavardan beterdi, vîrandı.
O gün, ucuzdu yetimler; hakirdi, hordu zayıf,
Kılıçta yoktu adâlet denen hünerli kılıf.
Sokakta, çarşıda, her türlü sahne vahşetti,
O gün bu yeryüzü, tüm vahşetiyle dehşetti.
Acıklı manzaralar, çölde türlü türlü figan,
O gün Muhammed’i hasretle bekliyordu cihan.
Ve geldi vakti, rüyâ gördü Muhterem Anne,
Denildi: “Hâmilesin, Ümmetin Efendisi’ne!
Doğunca Hakk’a duâ et, Muhammed ismini ver!”

O’nun cemâlini seyrân için uyandı seher.
Güneş de aynı hilâl oldu âdetâ o gece,
Donattı âlemi yıldızla merhabâ o gece.
Akarsular, dereler, bahçeler, o nîsanda,
Sükût içinde cihan, göz kesildi her yanda.
Selâma durdu denizler, selâma durdu cibâl,
Selâma durdu süreyyâ, selâma durdu hilâl.
O dem hiç almadı can, hep selâmdı Azrâil,
Salâta başladı hem müjde müjde Cebrâil;
Salâta başladı dünyâ, felekler etti selâm,
Salâta başladı kundak, melekler etti selâm.
Selâma başladı bülbül, getirdi gül de salât,
Getirdi Hazret-i Allah da, ey gönül, salevât.
Görülmemiş, O’na has sûretin kemâli ile,
Görülmemiş, yüce bir sîretin cemâli ile,
Görülmemiş, nice billûr içinde şanlı zuhûr,
Görülmemiş bir özellik, bütün güzelliği nûr;
Dilinde zikr-i Hudâ, cân evinde zikr-i İlâh,
Göz açtı âleme en muhteşem Rasûlullâh…
Felek, melek, bu asil şâha merhabâ dediler,
Bu özge şâhid-i Allâh’a merhabâ dediler.

Hayât-ı ümmeti teşrif bu, merhabâ ey Gül,
Hudâ’yı aşk ile târif bu, merhabâ ey Gül!
Bu bâğı cennete tebdil bu, merhabâ ey Gül,
Akan şu gözlere mendil bu, merhabâ ey Gül!
Bütün bir âleme rahmet bu, merhabâ ey Gül,
Zemîne ravza-i cennet bu, merhabâ ey Gül!

Adın yeter, ebedî kâra, merhabâ ey Gül,
Büyük şifâ bu günahkâra merhabâ ey Gül!
Ne tatlı şefkatinin rengi, merhabâ ey Gül,
Muhabbetin yüce âhengi, merhabâ ey Gül!
Fedâ bu can Sana hasretle merhabâ ey Gül,
Huzurda en diri minnetle merhabâ ey Gül!
Kerem ve mûcizeler kânı, merhabâ ey Gül,
A bülbülün dil-i Kur’ân’ı, merhabâ ey Gül!
Yetimdi aşkına her ülke, merhabâ ey Gül,
Sen’in, her emrine lebbeyke, merhabâ ey Gül!

Bu merhabâya bütün halk-ı kâinat koştu,
Yanık salât ü selâmlar, gürül gürül coştu.
Cihân Efendisi; «Yâ Rabbi ümmetim!» diyerek,
Bu arza verdi şeref, oldu kıblegâh-ı felek.

Zeminde rahmet-i Mevlâ, semâya taştı nice,
Değişti rengi sabâhın, o renge döndü gece.
Birer birer yere devrildi sarsılıp putlar,
Çöküp yıkıldı Medâyin saraylarında duvar.
Zulüm bataklığı hâlinde battı Sâve Gölü.
Semâveler boğulurken, O Gül, yeşertti çölü.
Dirildi kalb-i beşer, duygular derinleşti,
Karayken eski hasım, şimdi nurlu kardeşti.
Dönüştü gülşene sözler, bal oldu sohbetler,
Kitâb içinde letâfet kazandı lezzetler.
Namaz-niyâz ile mescidde canlar oldu balık,
O Can Muhammed’i her sîne anlasın, artık!
O Can ki, her şeyi zirveydi ümmetî derken,
Şifâsı, şefkati, ümmet içindi hep zâten;

O, ümmetim dedi ömrünce oldu Rabbine peyk,
Ya biz, ya biz O’na Seyrî, dedik mi tam «lebbeyk»?..
Vezni: mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)

28 Mart 2011
Yüzakı / Üsküdar