FATİH VE İSTANBUL’UN FETHİ

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN VE ZİRVENİN YOLUNU AÇAN LİDER

Osmanlı Devleti, Fatih’in işbaşına gelmesiyle beraber 150 yıl sürecek bir yükseliş dönemine girdi. Bu dönemde her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu hâline geldi. Ön Asya, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’da dört yüz yılı aşkın süreyle nüfûz ve aktifliğini devam ettirdi.

Şüphesiz II. Mehmed’i «Fatih» yapan, İstanbul’u alarak Bizans İmparatorluğu’na son vermesi olmuştur. Yönetime gelir gelmez ilk iş olarak ciddî bir hazırlığa girişmiş, askerî ve diplomatik tüm tedbirleri alarak İstanbul’u alma hedefine yoğunlaşmıştır. Bu ulvî gayesine eriştiği «29 Mayıs 1453» tarihi, bütün dünyada Orta Çağ’ın kapanışı ve Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.

İSTANBUL’UN FETHİNİ MECBURÎ KILAN SEBEPLER

II. Mehmed, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da yaşadığı askerî buhranlar ve beklenmedik başarısızlıkların ardından ilk hükümdarlık tecrübesini 1444-1446 yılları arasında yaşadı. Kaynaklar, daha o yıllardan itibaren Fatih’in fütuhat taraftarı bir ekiple birlikte hareket ettiğini ve İstanbul’u alma fikriyle meşgul olduğunu ifade eder.

Zağanos, Şahabettin Şahin ve Saruca Paşalar ile Akşemseddin, Molla Ahmed Gûrânî ve Hoca Turhan gibi cihadı önceleyen âlimler; başta «İstanbul’u fethetme» ideali olmak üzere Fatih’in diğer hedef ve ideallerini gerçekleştirebilecek güçlü bir kadro oluşturmaktaydı.

Esasen İstanbul’u almak, çeşitli milletlerden pek çok hükümdar ve komutanın da rüyasıydı. Geçmişte Avarlar, Bulgarlar, Rus ve Macarlar tarafından değişik zamanlarda gerçekleştirilen birçok kuşatma, başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu başarısızlıklarda en önemli âmil; İstanbul’un Bizans İmparatoru II. Theodosios (408-450) döneminde yapılmış olan, Orta Çağ’ın en güçlü savunma surlarına sahip olmasıydı.

Kritovoulas ve Tâcî Beyzâde Câfer gibi önemli iki kaynak, İstanbul’un fethinin kararlaştırıldığı toplantıda II. Mehmed’in şehrin mutlaka fethedilmesi gerektiğine dair şu sözlerini naklederler:

“Gazâ yapmak, atalarımız kadar bizim de temel görevimizdir. Memleketimizin tam ortasını işgal eden Bizans, devletimizin düşmanlarını korumakta ve onları bize karşı kışkırtmaktadır. Osmanlı Devleti’nin güvenliği ve geleceği için bu şehrin fethedilmesi zarurî olmuştur.”1

Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar geçen süre incelendiğinde, bu dönemde çıkan bütün isyan ve karışıklıkların arkasında Bizans’ın etkilerinin olduğu görülür.

Derin bir devlet geleneğine ve güçlü bürokratik kurumlara sahip olan Bizans; genç ve tecrübesiz şehzadeleri padişahın otoritesini zayıflatmaya teşvik ediyor, Balkan milletlerini ve haçlıları Osmanlı’ya karşı savaşa kışkırtıyordu. Ayrıca Anadolu beylikleriyle işbirliği içine girip Osmanlı’nın batıya yöneldiği her hamlenin öncesinde bu beyliklerin Osmanlı’ya problem çıkarmalarını sağlıyordu. Osmanlı coğrafyasının merkezinde âdeta bir fitne odağı olarak varlığını sürdürmesi ise Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü engelleyen bir başka olumsuz özelliğiydi. Osmanlı’nın önünde önemli bir engel olmakla beraber eski gücünden hayli uzaklaşmış olan Bizans; köhne yapısı ve sosyolojik handikaplarıyla her an tarihe intikal etmek üzere son günlerini yaşamaktaydı.

FETHİN MERHALELERİ

Babası II. Murad’ın vefatı üzerine 19 yaşında tahta çıkan II. Mehmed, ilk iş olarak Bizans Devleti’ne son vermek için ciddî hazırlıklara girişti. Bu amaçla Anadolu’da problem çıkarabilecek güçlerle barış anlaşmaları yaptı. Bilhassa Karamanoğullarını kontrol altına alan diplomatik ataklarla, Anadolu’da çıkabilecek problemlerin önünü kesti. Öte yandan Balkanlar’da yaşayan topluluklarla yapılmış barış anlaşmalarını da yenileyerek bu toplumlardan Bizans’a aktarılabilecek muhtemel yardımları önlemiş oldu.

Sultan Mehmed, Vezîr-i Âzam Çandarlı Halil Paşa’yı Güzelcehisar’ın karşısında bulunan mevkie daha sonra Rumeli Hisarı adını alacak olan Boğazkesen Hisarı’nı inşa etmekle görevlendirdi. Ayrıca hisarın yapımına yardım için çok sayıda askerle birlikte Gelibolu’dan harp ve nakliye gemileri sevk ettirdi. Sultan Mehmed, hisar inşaatının gidişatını denetlemek amacıyla bizzat karayoluyla bir keşif ziyaretinde de bulunarak bu hisarın yapımına verdiği önemi ortaya koydu. 1000 usta ve 2000 yardımcıdan oluşan inşaat ekibine zaman zaman Saruca, Zağanos ve Şahabeddin Paşalar da destek verdiler.

Kaynaklar, söz konusu hisarın kısa sürede bitmesi için bizzat vezirlerin bile taş ve kireç taşıdıkları yönünde rivâyetler içermektedir.2 Hisarın bitirilmesinin ardından içerisine 400 asker yerleştirildi ve askerler Boğaz’ın denetimiyle görevlendirildi.

Silivri civarındaki bazı Bizans toprakları ele geçirilerek Bizans’ın hâkimiyet alanları iyice daraltıldı. Sultan Mehmed, Ege’deki Yunan adalarından, bilhassa Mora’dan gelebilecek yardımları önlemek için Turhan Bey’i oğullarıyla birlikte görevlendirerek bu bölgeye önemli miktarda kuvvet gönderdi.

Ancak Fatih’i çağındaki diğer hükümdarlardan farklı kılan temel özelliği, bilim ve teknolojiye büyük önem vermesi ve bu alanla bizzat ilgilenmesidir. Bu ilgi ve yatkınlığın tabiî neticesi olarak o güne kadar görülmemiş büyüklükte toplar döktürmüş, bu konuda yapılan teknik çalışmalara bizzat kendisi de katılmıştır.

Macar Urban tarafından dökülen Şâhî isimli büyük top; şehrin kalın ve sağlam surları üzerinde büyük tahribat yapmış, ancak mukavemeti artırıcı metal alaşımdan dökülmemiş olması ve sürekli kullanılması sebebiyle çatlamış ve paramparça olmuştur. Hattâ pek çok kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açtığı; ölenler arasında Urban’ın da olduğu rivâyet edilmektedir. Ancak Osmanlı’nın elinde surların tahribini devam ettirecek çok sayıda başka güçlü toplar da bulunmaktaydı.

KUŞATMA

Sultan Mehmed, 5 Nisan’da üç büyük top ve on dört batarya ile desteklenen 80 bin kişilik ordusu ile Topkapı önüne gelip otağını kurdu. 6 Nisan’da büyük topun ateşlenmesiyle elli dört gün sürecek olan İstanbul kuşatması başlamış oldu.3

Son Bizans İmparatoru’na İslam geleneklerine uyularak İstanbul’u barış yoluyla teslim etmesi; bu yapıldığı takdirde kendisine Mora’da hâkimiyet alanı bırakılacağı teklifinde bulunuldu. Ancak İmparator Konstantin Dragazes bu teklifi reddederek Osmanlı Devleti’ne karşı müdafaa savaşı vermeyi tercih etti. Esasen İmparator, çok güç bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Bizans’ın tek ve en büyük teminatı, surların onarılması ve askerî birliklerle tahkim edilmesiydi.

Bu amaçla fevkalâde bir çaba gösterilerek surlar onarılmaya ve tahkim edilmeye başlandı. Bu arada Haliç de bir zincirle kapatılarak hariçten gelebilecek deniz araçlarına engel olundu. Ancak öteden beri Bizans’ın elinde tuttuğu en büyük kozu «Grajuva» diye bilinen Rum Ateşi’ydi. Yanıcı ve yakıcı bir sıvı olan bu silâh, öncelikle surlara tırmanma cesaretini gösterenlere karşı kullanılacaktı.

Şehrin, denizden savunulması amacıyla Bizans donanmasına ait 10 büyük gemi, Kaptan Antonio komutasında Haliç’te mevzilenmişti.4

Kuşatma, şiddetli top atışlarıyla başlayarak diğer savaş sahneleriyle devam etti. Kara ve deniz çarpışmaları 19-20 Nisan’da şiddetlenmiş, surlarda önemli gedikler açılmasına ve çok sayıda kayıplar verilmesine rağmen kesin bir sonuca ulaşılamamıştı.

Bu süre içerisinde Bizans tarafından zincir açılarak Cenevizlilere ve Papalık güçlerine ait bazı yardım gemilerinin Haliç’e girmesi sağlandı. Yenikapı açıklarında meydana gelen ilk deniz savaşı ise Osmanlı donanmasının büyük kayıplar vermesiyle sonuçlandı. Dönemin önemli kaynaklarından Francis’e göre Osmanlı kayıpları on iki binden fazla, Zorzo Dolfin’e göre ise on bin civarındaydı. Kayıp sayıları biraz abartılmış olmakla beraber, Fatih; bu duruma çok üzülmüş, başarısızlığın hesabını sorarak donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman’ı hiddetle huzurundan kovmuştur.

Bu arada gerek Macarlar, gerekse Bizans’tan gelen barış teklifleri, Çandarlı Halil Paşa’nın;

“Kabul edelim, hıristiyan dünyasının tamamını karşımıza almayalım.” şeklindeki ısrarına rağmen reddedildi. Çandarlı Halil Paşa başından beri İstanbul’un fethine karşı olup, diplomatik mücadeleyle sonuç almaktan yanaydı. Oysa cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed, şehrin ele geçirilmesi konusunda son derece kararlıydı. Kaynaklar bu kararlılığını;

“Ya ben şehri zaptederim, ya da şehir beni ölü veya sağ olarak zapteder.”5 sözleriyle ifade ettiğini nakletmektedir.

Gerçekten de sarsılmaz bir iradeyle hedefine kilitlenen genç padişah, fethi geciktiren askerî ve siyasî tıkanıklığı açmak üzere dâhiyâne bir yöntem uyguladı ve Tophane’deki 67 parça gemiyi kızaklarla bir gecede Kasımpaşa sırtlarından Haliç körfezine indirerek düşmanı şaşkına çevirdi. Bu başarı, Galata sırtlarında yerleşmiş Zağanos Paşa’ya bağlı kuvvetlere çok önemli bir moral kaynağı olduğu gibi; Bizans ve yardımcı İtalyan güçlerine de ağır bir darbe oluşturdu. Bu eşi görülmemiş hamleden sonra Bizanslılar olanca dirençlerini de kaybederek, büyük bir şaşkınlık ve ümitsizlik içerisine düştüler.

Mayıs ayı boyunca, kuşatma karadan ve denizden daraltılarak Bizans’ın gırtlağı iyice sıkıştırıldı. Bu arada Haliç’e indirilen Osmanlı gemilerini kundaklama teşebbüsleri Osmanlı kuvvetleri tarafından boşa çıkarıldı. Artık nihâî hücuma geçerek son darbeyi vurma vakti gelmişti. 29 Mayıs 1453 sabahı başlatılan son hücumun ardından Ulubatlı Hasan ve 30 arkadaşı tekbir nidâları eşliğinde Topkapı surlarına sancağı dikmeyi başardı. Osmanlı askerleri son direnişi de kırarak Topkapı istikametinden şehre girdi.

Bu haberin Sultan II. Mehmed’e ulaşması üzerine, artık Fatih unvânını hak eden genç padişah, atının sırtından inmiş ve başını yere koyarak şükür secdesine kapanmıştır.

İmtisâl-i «Câhidû fillâh» olubdur niyyetim
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

mısralarını tarihe mâleden Sultan Fatih, kuşatma süresince başta Akşemseddin olmak üzere ulemânın teşvik ve duâlarını almayı ihmal etmemiş, ümitsizliğe kapılan komutanlarını da Akşemseddîn’e göndererek ordusunun moralini en üst seviyede tutmayı bilmiştir.

Fetih zaferinin hangi mânevî donanımla kazanıldığı, şair Seyrî tarafından şu mısralarla dile getirilmiştir:

Nesle lâzım olan güç, Fatihlerin bileği…
O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği…

FATİH’İN RUMLARA VE GALATA’DA YAŞAYAN KATOLİKLERE TANIDIĞI HAKLAR

İstanbul’un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmed Han beyaz atına binerek beş bin güzîde askeri ve ileri gelen sivil ve askerî kurmaylarıyla beraber halkın sevgi gösterileri; «Yaşasın!» ve «Mâşâallah!» şeklindeki tezâhüratları eşliğinde doğruca Ayasofya’ya gitti. Orada kendilerini karşılayan, âkıbetleri konusunda ciddî endişeler içinde diz çökerek beklemekte olan Rum din adamlarına şöyle seslendi:

“Kalkınız! Ben Sultan Mehmed Han, hepinize söylüyorum ki; bu andan itibaren ne hayatınıza, ne de hürriyetinize gazab-ı şâhânemden bir zarar gelmez.”6

Fetihten birkaç yıl sonra 1456 yılında Fatih Sultan Mehmed, saraydan ulemâsıyla birlikte o günkü Rum Ortodoks Patriği Gennadios Scholarios’u ziyaret etti. Bu görüşme sırasında hıristiyanların inanç esasları ve âyinleri hakkında bilgiler istedi. Bunun üzerine Rum Patriği, kaynaklarda Gennadios İtikatnâmesi diye geçen ve hıristiyan inançlarının özetlendiği bir risâle kaleme alarak padişaha takdim etti. Böylece cihan padişahı, tebaasını daha iyi tanıma ve onların inanç ve ibâdet esaslarını dikkate alma konusunda ne kadar hassas olduğunu göstererek devlet politikalarının bu doğrultuda oluşmasını sağladı.

Osmanlı Devleti’ni güçlü ve mûteber bir imparatorluğa dönüştüren Fatih, müslim ve gayrimüslim vatandaşlarına sağladığı din ve vicdan hürriyeti ile sonraki Osmanlı hükümdarlarının da titizlikle uyguladığı temel esasların belirleyicisi oldu.

Temel insan haklarından olan din ve inanç özgürlüğü ilkesine gösterilen bu özen, Osmanlı’nın XV. yüzyılın ortalarındaki yüksek ahlâkî seviyesini göstermektedir.

Oysa aynı yüzyıl içerisinde İspanya’daki İslâm toplumu ve yahudi azınlığı; galip hıristiyan orduları tarafından ezilmiş, ya çeşitli baskı ve işkencelerle asimilâsyona tâbî tutulmuş ya da her şeylerine el konularak yurtlarından sürgün edilmişlerdir.

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda Fatih’in insanlığın medeniyet skalasına neler kazandırdığı daha kolay anlaşılır. Nitekim yine aynı yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da başlayan kilise çatışmaları, engizisyon mahkemelerinin aldığı acımasız kararlar; farklı bir mezhebin görüşlerini benimsedikleri için yüz binlerce insanın yakılarak öldürülmesi gibi tarihe kara lekeler olarak geçen olaylarla kıyaslandığında, Fatih’in ve onun gönülden bağlı olduğu İslâm medeniyetinin üstünlüğü açıkça ortaya çıkmaktadır.

İstanbul’un fethiyle beraber Galata’daki Lâtinlerin elinde ayrı bir şehir gibi hareket eden Ceneviz kolonisi de yönetim olarak İstanbul’la birleşmiş oldu. Fatih burada yaşayan ahaliye de en geniş anlamda din ve vicdan hürriyeti tanıyarak yüksek bir hoşgörü örneği verdi:

“Buyurdum ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne veçhile cârî ola gelürse, yine ol üslûp üzere âdetlerin ve erkânların yerüne getüreler. Ben dahî üzerlerine varup kal‘alarun yıkıp harap etmeyem.”7

Bu sözler, daha önce verilmiş imtiyazların devam edeceği; can ve mal güvenliklerinin bizzat Fatih tarafından garanti altına alındığı anlamına geliyordu. Cenevizliler, Galata semtini Zağanos Paşa’ya bu şartlar altında teslim etmişler; Fatih’in verdiği ahitnameyi alarak imtiyazlarını teminat altına almışlardı. Bu barış politikası, Karadeniz ve Ege denizindeki Ceneviz kolonilerini de padişah ile anlaşmaya zorladı.8

_________________________

1 Halil İNALCIK, Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış, Yeni Türkiye Yayınları, Osmanlı I, s. 70.
2 İstanbul’un Fetih Günlüğü, Mahmud AK-Fahameddin BAŞAR, s. 30.
3 A.g.e., s. 47-48.
4 A.g.e., s. 49.
5 Tâcu’t-Tevârih, Hoca Saâdeddin, s. 422.
6 Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Danışman ZUHURİ, c. 4, s. 96.
7 Fatih Sultan Mehmed Döneminde Osmanlı İç ve Dış Siyaseti; Prof. Dr. Rhoades MURPHEY, Yeni Türkiye Yayınları, s. 239.
8 Prof. Dr. Şahabettin TEKİNDAĞ, Ders Notları, 1973, İstanbul.}