O, BİZE GÜVENİYORDU!

Handenur YÜKSEL

Zâhir ve bâtın ilminde zamanının en meşhur âlimlerinden ve büyük velîlerden olan Muhammed bin Hafîf, 889 yılında Şîraz’da doğdu. Künyesi Ebû Abdullah, lakabı İbn-i Hafîf’tir. Kettânî, Yûsuf bin Hüseyin, Hallâc-ı Mansur ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi büyük âlimlerin sohbetlerinde bulunmuş; onlardan feyiz almıştı. Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatır:

“Karşılaştığım ve elinde tövbe ettiğim ilk zât, Ahmed bin Yahya Hazretleri’dir. Önce bana hadîs-i şerif yazmayı emretti, sonra tasavvufta yetiştirdi.”

İbn-i Hafîf, 981’de doğduğu şehir olan Şîraz’da vefat ettiğinde 92 yaşındaydı.

***

İbn-i Hafîf; tasavvufta ilerlediği ilk sıralarda hacca gitmek için yola çıkmıştı, kendini henüz bir başka görüyordu. Bağdat’a geldiğinde Cüneyd-i Bağdâdî’yi bile ziyaret etmemişti. Çöl yoluna çıktığında bir kuyuya rastladı. Bir ceylân, oradan su içiyordu. O da susamış, hem de çok susamıştı. Yanında su çekmek için ipi ve kovası vardı. Fakat kuyunun başına vardığında, suyun tamamen dibe çekildiğini gördü, bir yudum su içememişti. Susuzluğa dayanamayarak;

“–Yâ Rabbî! Bu kulunun, nezdinde şu ceylân kadar da mı değeri yok?” diye sızlandı.

O sırada bir ses duydu:

“–O ceylânın, yanında ipi ve kovası yoktu, bize güveniyordu!”

Bunun üzerine ipini ve kovasını atarak yoluna devam etmeye başladı. Bir müddet gittikten sonra aynı ses;

“Ey İbn-i Hafîf! Biz seni, nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik; şimdi geri dön ve suyunu iç!” dedi.

Geri döndüğünde, kuyunun ağzına kadar suyla dolu olduğunu gördü, suyunu içip abdestini aldı ve yoluna devam etti. Medine’ye varıncaya kadar hiç susamamıştı. Hac vazifesini tamamlayıp Mekke’den geri döndüğünde yine Bağdat’a uğradı. Cuma günü camiye gitti ve Cüneyd-i Bağdâdî’yi gördü. Büyük velî ona şöyle söyledi:

“Eğer sabretseydin, su ayaklarının altından fışkıracak, hattâ arkandan akıp gelecekti!”

SICAK GÜNLERDE BİLE EKSİLMEZ!

Osmanlı mimarîsini farklı ve yeni bir anlayışla dünya mimarlığının zirvesine taşıyan muhteşem sanatkâr Mimar Sinan, 1490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Sinan; 22 yaşında İstanbul’a gelmiş, tahsil hayatına At Meydanı’na bakan bir mektepte başlamıştı. Kendisinin kesin biçimde katıldığını belirttiği ilk iki sefer Belgrad (1521) ve Rodos (1522) seferleridir. Alman ve Irakeyn seferleri sırasında gösterdiği başarıları ve hizmetleriyle dikkatleri üzerine çekti. 1537’de 47 yaşında iken mimarbaşı olarak görevlendirilen Sinan; pek çok sefer sırasında padişahın yakınında bulunup hizmet ettiğini, çeşitli rütbeler aldığını, fakat asıl amacının mimarlık olduğunu söyler.

İlk büyük selâtin camisi «çıraklık eserim» dediği Şehzade Camii’dir. 1557’de inşa ettiği Süleymaniye’yi ise «kalfalık eserim» diye niteler. Büyük ustanın Sultan II. Selim adına Edirne’de inşa ettiği Selimiye, Sinan’ın en mükemmel eseri kabul edilir. Döneme ait kaynaklara bakıldığında, Sinan’a ait olduğu belirtilen 452 yapı ile karşılaşılır. Ancak bazı ansiklopedilerde bu sayının 350’nin üzerinde olduğu belirtilir. 9 Nisan 1588’de İstanbul’da, 98 yaşında iken vefat eden Sinan, Süleymaniye Külliyesi’nin bir köşesinde bulunan mütevâzı türbesinde yatmaktadır.

***

Kanunî nüfusu artan İstanbul’a, Belgrat ormanı ve havalisindeki suların getirilmesine karar vermiş, bu iş için Mimar Sinan’ı görevlendirmişti. Mimar Sinan’ı çekemeyenler, Sultan Süleyman’a şöyle konuştular:

“Hünkârım, bu suyun akıtılması çok büyük hayır işidir. Ancak; ortada su mevcut değilken, yalnız mimarın sözü ile hazineden para sarf etmek doğru mudur? Suyun şehre geleceğini kim temin (garanti) edebilir? Bunca dağları delip kazmak için sınırsız para harcamak gerekir. Bu mimara gaipten haber mi geliyor ki, burada şu miktar lüle1 su olduğunu iddia ediyor. Her çimenlik, orada menba olduğunu gösterir mi?”

Bu tür dedikodular, padişahın üzülüp gazaba gelmesine ve kararsızlığına sebep oluyordu. Bir gün ava çıktığında bentlere, Sinan’ın yanına geliverdi; çevresinde maiyetinden pek az kişi bulunuyordu. Kaşlarını çatarak sordu:

“–Mimar, bu derede ne miktar su var?”

Mimar;

“–Saâdetli Padişahım, tahmin olunduğu gibi beş lüledir!” dedi. O sırada bina emini atıldı:

“–Padişahım, mimar köleniz; bu acayip fende mahirdir, üstâd-ı kâmildir. Yeraltındaki görünmeyen suyu, yeryüzündekiler gibi bilir. Bu konuda, herkesten farklı bir ilme sahiptir.”

Mimar Sinan; bina emininin bu sözlerinden, hakkında çok dedikodu yapıldığını anlamıştı. Padişah;

“–Hani arz olunan sular nerededir, gel göster!” diye kükredi.

Mimar Sinan korkmuş, rûhu çıkar gibi olmuştu. Fakat derenin yanına vardıklarında rahatladı. Orada otuz lüle kadar su akmaktaydı. Ayrıca yaklaşık on lüle miktarında bir su da taşıp gidiyordu. Sultan bu defa;

“–Mimar! Su sadece bu mu, yoksa başka derelerde de var mı?” diye sordu. Sinan cevap verdi:

“–Sultanım, başka derelerdeki sular da böyledir, yazın sıcak günlerinde dahî asla eksilmezler.”

Padişah birkaç dereye daha gidip orada da pek çok lüle su aktığını görünce sakinleşti. Temiz bir suyun letâfetle akışını görünce, kaşlarının çatıklığı gitti.

Sonunda hil‘at giydirerek Sinan’ı mükâfatlandırdı.2

DÜŞMAN KANI DÖKELİM!

Gazi Osman Paşa 1833’te Tokat’ta doğdu. Asıl adı Osman Nuri’dir. 1853’te teğmen rütbesiyle Kırım Savaşı’na katılmış, Harp Akademisi’ni bitirdikten sonra önce Suriye, sonra da Girit ve Yemen’de çıkan isyanları bastırmakla görevlendirilmişti. 1875’te Vidin Tümen Komutanlığına getirilen Osman Paşa, Sırp taarruzlarını bastırıp karşı taarruzu başlatarak, düşman birliklerini perişan etti. Bu askerî başarının ardından stratejik önemi bulunan İzvor tepelerini, ardından Zavcar kasabasını işgal etti. Osmanlı ordusuna Belgrat yolu açılmıştı.

1877-78 savaşı (93 Harbi) sırasında, Plevne’yi aç-susuz 145 gün savundu. Sonunda kaleden çıkıp Rus birliklerini yarmak isterken yaralanıp esir düştü. Kısa süren esâretinin ardından (Mart 1878) İstanbul’a gönderilen Paşa, Harbiye Nazırı tayin edilmiş, vefatına kadar Saray Müşirliği görevini îfâ etmişti. 5 Nisan 1890’da vefat eden Gazi Osman Paşa, Fatih Camii hazîresinde inşa edilen zarif türbeye defnedildi. Sultan II. Abdülhamid, kendisini çok sevip takdir ettiği için, iki kızını Osman Paşa’nın iki oğlu ile evlendirmişti.

***

Plevne; Rumen ordusu tarafından da takviye edilen, sayıca çok üstün Rus kuvvetleri tarafından kuşatılmış, birkaç defa çembere alınarak âdeta nefes alamaz duruma getirilmişti. Gazi Osman Paşa’nın tek çaresi kalmıştı: Huruç… Yani kuşatmayı yarıp çıkmak… Paşa, 10 Aralık sabahı 40 bin neferden meydana gelen ordusunu iki eşit kısma ayırdı. Bunlardan 20 bin kişilik birinci kuvvet Rus istihkâmlarına taarruz ederek kuşatma hattını yarıp geçmeye çalışacak, 20 bin kişilik diğer kuvvet ise öncekinin taarruzunu destekleyerek, onlar geçtikten iki saat sonra hücuma kalkacaktı.

Gazi Osman Paşa, harekâta başlamadan önce askerlerine şöyle hitap etti:

“Ey asker evlâtlarım!

Cenâb-ı Allâh’ın inâyetiyle şimdi son hamlemizi yapacağız… Zilhicce ayı içindeyiz. Bugünlerde bütün âlem-i İslâm kurban kanı akıtacaktır. Bizim ise kesilecek hiç kurbanımız yok! O hâlde biz de düşman kanı dökelim, düşman kanı akıtalım…

Haydi, Allah muîniniz olsun!”

Kıt’alar yavaş yavaş Vid suyunu geçmeye başlamış, sabah saat 10 sularında birinci fırkanın tamamı nehrin sol kıyısına varmış ve oradan yüz adım ilerideki bir hattın üzerinde çevreye yayılmaya başlamışlardı.3

__________________

1 Akan suyun miktarını gösteren bir ölçü birimi… 26 mm çapındaki bir borunun akıttığı su, 1 lüle olarak tarif edilmiştir (36 lt/dakika).
2 Kazım ÇEÇEN, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İstanbul, 1988, s. 38.
3 Metin HÜLÂGU, Gazi Osman Paşa: Yaralı Mareşal, İstanbul, 2006, s. 188.