HURÂFE ÇUKURU

İrfan ÖZTÜRK

Dînimiz; beden terbiyesine de, ruh terbiyesine de ehemmiyet vermiştir. Yalnız, beden terbiyesine ehemmiyet verip de ruh terbiyesiyle uğraşmayanlar yahut sadece ruh terbiyesine bakarak beden terbiyesine kıymet vermeyenler, Müslümanlık nazarında bir taraflı ve eksik sayılırlar. Dolayısıyla müslüman dediğin, bunun her ikisine de lâyık oldukları kıymet ve ehemmiyeti verecektir.

Ruh terbiyesi demek; rûhî melekelerimizi, rûhî kuvvetlerimizi ve iç duygularımızı terbiye etmek ve böylece duygularımızın ve düşüncelerimizin, vereceğimiz kararların ve hükümlerin daima iyi ve temiz olmasını sağlamak, yaratılışımızdaki vicdan ve kalp temizliğini korumak demektir. Duygularımızın ve düşüncelerimizin temiz ve doğru olması için, her şeyden evvel; öğrendiğimiz şeylerin iyisine, kötüsüne dikkat etmemiz lâzımdır. İlmî bir esasa dayanmayan, dinde hiç yeri olmayan ve hattâ yasak olan öyle asılsız şeyler vardır ki; birçok insan onları belleyerek onlara inanır ve böylece fikirlerini, düşüncelerini altüst eder.

Söz misali:

Horozun gece yarısı, yani vaktinden evvel ötmesini yahut bir baykuşun bir eve konarak orada ötmesini, sabah bir yere giderken önünden tavşanın geçivermesini uğursuz saymak; fala baktırıp falcının söylediklerine bir hakikat gibi inanmak; talihini tecrübe için kuş uçurtmak, kuşa kâğıt çektirmek ve bunlara inanmak; Salı günü çamaşır yıkamamak, yola çıkmamak; evden biri gurbete gidince o evi üç gün süpürmemek; bazı gün ve geceleri bazı işler için uğursuz saymak gibi birçok şeyler var ki, bunların aslı-faslı yoktur.

Böyle şeylere inanmak; insanı birçok fazîletlerden alıkoyar, mâneviyâtını kırar, rûhen zayıf düşürür; kederli, düşünceli ve korkak yapar. Bunlara inanmak, insanlar arasında dargınlık ve düşmanlık vücuda getirir. Böyle şeylere inanmak; yılanların dişine, arslanların pençesine düşmek kadar korkunç ve öldürücüdür. Her söylenen söze, ele geçen her kitabın yazdıklarına hiç düşünmeden inanıvermek de böyledir. Hususî maksatlarla yazılmış ne kadar kitaplar vardır ki, onlar okuyucularını yavaş yavaş hak yoldan çıkarıp felâket uçurumuna sürükler; itikadını, îmânını gevşetir, temiz fıtratını ve temiz ahlâkını bozar da haberi bile olmaz. İnsan, maddî olan gıdasının iyisine ve fenasına nasıl dikkat ederse; fikrî ve mânevî gıdası olan malûmatının, bilgisinin doğrusuna ve yanlışına da öylece dikkat etmesi lâzımdır. Her bulduğunu midelerine dolduranlar, o nazik ve mühim uzvu nasıl bozarlarsa; her gördüğünü, her duyduğunu, her eline geçeni malûmat ve bilgi diye dimağına dolduranlar da o kıymetli uzvu sadece berbat etmekle kalmazlar, aynı zamanda itikatları ve vicdanları üzerinde de bunun mühim ve menfî tesirlerini görürler.

Ey kardeş, şu hâdiseyi dikkatle oku ve ibret al!..

Yıl 1966. Elazığ’ın Ağın ilçesinde Kur’ân kursu öğretmeniyim.

Günlerden Perşembe… Öğrencilerimden Ali; neşeli, çalışkan ve sevimli bir öğrenci idi. Her gün şen ve güler bir yüz ile gelen bu öğrencimin o gün morali bozuk ve neşesizdi.

Dikkatimi çekti; bu öğrenci bu hâliyle ders yapamaz, hattâ yanlış şeyler de yapabilirdi. Onun için odama çağırdım. Yardımcı olmak ve teselli etmek maksadıyla kendisine sordum:

“–Aliciğim, hayrola yavrum; seni dünden beri durgun, düşünceli ve neşesiz görüyorum. Hasta mısın, yoksa seni üzen bir şey mi var? Söyle ki derdine çare olayım yavrum.”

“–Hayır hocam, bu dediklerinizin hiçbiri değil, fakat!..”

“–Niçin durdun, söyle de derdini anlayalım ve çaresini bulalım. Seni bu hâlde görmek beni üzüyor.” dedim.

“–Hocam, mademki ısrar ediyorsunuz, anlatayım.” diye söze başladı ve şunları anlattı:

“Hocam, hani arkadaşım Ayhan var ya, işte o bizim köylüdür. Vaktiyle köyde iken bir şeyler olmuştu da aramız açılmıştı. Sonra yine barıştık, aramızda geçenleri unuttuk, birbirimizi kardeş gibi seviyorduk. Şimdi öğreniyorum ki, Ayhan kardeş; arkamdan benim kuyumu kazmaya çalışıyormuş. Bana bir fenalık yapmak için fırsat kolluyormuş. Bunu öğrenince çok üzülmeye başladım. Hiç ummazdım ama ben ondan daha güçlü, kuvvetliyim. Bana en ufak bir şey söylesin, ben yapacağımı bilirim!”

“–Peki oğlum, bunu sana kim söyledi? Yoksa bu, senin kendi kuruntun mu?”

“–Hocam, Ayhan’ın bana karşı kötü bir sözünü, kötü bir hareketini ne gördüm ne de işittim; ama biliyorum ki fena bir fikir besliyormuş.”

“–Canım, nereden biliyorsun? Hem «görmedim ve işitmedim» diyorsun. Hem de «biliyorum» diyorsun. Bu nasıl söz yavrum!?.”

“–Hocam, çok iyi bir yerden haber aldım.”

“–Sen her adamın sözüne inanma yavrum. Olur ya sizi çekemeyenlerden biri aranızı açmak için böyle bir şey söylemiş olabilir.”

“–Hayır hocam hayır! Bunu bana söyleyen ne onu bilir, ne beni, ne de aramızda geçenleri.”

“–Bu nasıl bir şey yavrum? Bu, demek ki kerâmet sahibi bir velî öyle mi?”

“–Yok hocam, müsaade edin de anlatayım:

Geçen Perşembe günü babamla Elazığ’a gitmek için iki gün izin almıştım ya. Cuma günü babamla beraber Elazığ’a gidip üzerime elbise aldık. Sonra da Cuma namazını hapishâne camiinde kıldık. Dönüşte yolda babamdan geri kalmıştım. Yoldan geçerken orada kuşa kader-kısmet kâğıdı çektiren bir adam gördüm. Kafes gibi bir şeyde kuşlar var. Kuşun sahibine on kuruş verince, kuş o kâğıtlardan bir tanesini çekiyor. Ben de kuşa bir kâğıt çektirdim. Sonra kâğıdı açıp okudum. İçinde şöyle yazıyordu:

«Bir düşmanın var, arkadan kuyunu kazıyor. Kendini ona karşı iyi kolla. Sana iyi görünmeye çalışıyorsa da, onun tatlı sözlerine inanma. O, hâlâ eski izleri bir türlü unutamıyor.» Ben de düşündüm, «bu olsa olsa Ayhan olur.» dedim. İşte düşüncemin sebebi budur.”

Bu durum karşısında ben de etkilenmiştim:

“–Aman yavrum, bu nasıl bir şey? Sen, böyle şeylere inanıyor musun? Bunlar aslı-faslı olmayan şeylerdir, falcılıktır. Bakla ile fala bakmak ne ise bu da o! Bu gibi esassız şeylere inanmak, insanın ahlâkını bozar, insanı şüpheye düşürür; insanın mâneviyâtını kırar; içine korkaklık, başkalarına karşı düşmanlık sokar. Bak işte, durup dururken fala inanmak yüzünden, içine birtakım şüpheler girdi; arkadaşından işkillenmeye başladın. Köylün ve arkadaşın ile düşman olacaksın.

Adam, para kazanmak için oraya birtakım kâğıtlar yazmış ve koymuş, kuşu da onları çekmek için alıştırmış. Çünkü o kâğıtlardan birini çekince, arkasından ona birkaç tane yem verecek. Aklı başında bir insan böyle şeylere inanır mı? Hem gaybı Allah’tan başka kim bilebilir yavrum?!.

Sonra sen bilmiyor musun ki; bizim dînimiz, bizim Peygamberimiz böyle şeyleri yasak etmiştir. Böyle şeylere inanmanın insanın dînine zarar olduğunu söylemiştir.

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

«Ayda, günde, kuşun uçmasında, baykuşun geceleri ötmesinde uğursuzluk yoktur. Kuş uçurup ondan mânâlar çıkaran, kader ve kısmet için birine söyleyip de kuş uçuran, kâhinlik ve falcılıkla gaibden haber veren veya haber almak isteyen, büyü yapan veya yaptıran bizden değildir; benim ümmetimden değildir.»

Kuşa kâğıt çektirmek de, gaibden haber almak için yapılmıyor mu?

Görüyor musun evlâdım, Peygamber Efendimiz’in bu kadar ağır sözlerinden sonra dîni bütün bir müslüman, böyle şeylere inanır mı? İnanır da işinden, gücünden kalır mı? Dostu ile düşman olur mu? Böyle şeylerin peşinde koşar mı? Sakın ha, bir daha böyle şeylere inanma, sonra dînine, îmânına da zararı olur. İnsan böyle neyin nesi olduğunu bilmediği şeylere kıymet vere vere bir gün dîninden çıkar da haberi bile olmaz. Allah korusun!”

Bu nasihatlerimden etkilenen Ali’nin yüzü güldü ve bir müddet düşündükten sonra şöyle dedi:

“–Sağ olun hocam. Beni uyardınız, ben bunları bilmiyordum. Demek ki böyle şeylere inanmak insanın sadece dünyasını değil, âhiretini de harap edecektir.

Bakın işte, ben o günkü kâğıttan ötürü arkadaşımla hiç yoktan bir kavga çıkaracaktım. Gerçekten dediğiniz gibi; böyle şeylere inandıkça, insanın iradesine bir gevşeklik geliyor, içine korku ve tereddüt düşüyor. Fakat neden bilmem; çok insanlar inanıyor, ben bundan sonra böyle asılsız şeylere inanmam. Ben, şimdi işin doğrusunu anladım. Dilimin döndüğü kadar arkadaşlarıma da anlatacağım. Hele Peygamber Efendimiz’in o mübârek sözlerini duyduktan sonra!..”

“–Bak oğlum! Bunlar hep bilgisizlikten ileri gelir. Böyle şeylerin dînimizde yeri olmadığı güzelce anlatıldıktan sonra, hiçbir müslüman bunlara kıymet vermez. Yeter ki anlatılsın!

Hani bazı ulu ağaçlara çivi çakmak, kırmızılı mavili bezler bağlamak; bazı türbe ve kabirlerin pencerelerine, eşiklerine, topraklarına yüz-göz sürmek de işte bu kabildendir.

Sözün kısası; her şeyin başı sağlam bilgidir. Her zarar da bilgisizliktendir. Esas bilgi; dünya ve âhirette saâdete, selâmete kavuşturan bilgidir. İnsanı fenalığa götüren yahut kötülükten ve zararlı şeylerden alıkoymayan bilgi ise, esas bir bilgi değildir. İşte insanı asılsız şeylere inanmaktan alıkoyacak olan da böyle bir bilgidir. Dimağınızı sağlam ilim nûru ile aydınlattıkça rûhumuz hurâfelere, aslı olmayan şeylere inanmaktan uzak kalır.

Haydi yavrum Allah cümlemizi hem muvaffak, hem muhafaza eylesin.”

«Ben sana söyledim sözün özünü, ister dinle, ister terk et sözümü!» (İmam Rabbânî)

«Sohbet dinleyenin, sohbeti dinlenir.» (Gülzâr-ı İrfan)