YAKIN DÖNEM HİLYELERİ -1-

Prof. Dr. İsmail ÇETİŞLİ* icetisli@pau.edu.tr

1. HİLYE-İ FAHR-İ ÂLEM1

Görmek O Habîbi başka bir zevk;
Dünyâda o zevke var mı mâ-fevk?
Her göz O’nu görmek ister ammâ,
Geçmiş o saâdet asrı, hayfâ!
Biz sonrakiler ki bî-nasîbiz,
Hasretkeş-i ru‘yet-i Habîb’iz. (s. 134)

Müslüman milletlerin önemli ölçüde din temeli üzerine oturan edebiyatlarının ana konularından biri Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Başta Türk edebiyatı olmak üzere, Arap ve Fars edebiyatlarında zengin bir «Peygamber Edebiyatı» söz konusudur.

“Şurası gerçektir ki bütün dünyada hiçbir peygambere, hiçbir din veya doktrin müessisine, istisnâsız hiçbir şahsa dair; Hazret-i Peygamber’e olduğu kadar çeşitli şekil ve türlerde, asırlar boyunca muhtelif eserler devamlı bir tarzda teşekkül etmemiştir. İslâm milletleri edebiyatları arasında, Türk edebiyatı da bu bakımdan tahmin edilebileceğinden daha zengindir.”2 Başta «na‘t»lar olmak üzere çeşitli isimler altında (Esmâ-i Nebî, Mûcizât-ı Nebî, Gazavât-ı Nebî, Ahlâku’n-Nebî, Hicretü’n-Nebî, Vefâtü’n-Nebî, Şemâil, Siyer, Mevlid, Muhammediyye, Mirâc-nâme, Şefâat-nâme, Kırk Hadis ilh.) kaleme alınan binlerce manzum veya mensur eser, bunun açık delilidir.

Hazret-i Peygamber’e tahsis edilen önemli edebî türlerden biri «Hilye»lerdir. Hilye-i Şerîfe, Hilye-i Saâdet, Hilye-i Rasûlullah, Hilye-i Nebî, Hilye-i Nebevî isimleriyle de anılan ve sözlükte; «süs, ziynet, kolye, cevher» anlamlarına gelen hilye; mecazî olarak; «yaratılış, sûret, güzel vasıflar, güzel sıfatlar, güzel yüz» mânâlarına da gelir. Zamanla Türk-İslâm kültüründe kavramlaşan hilye;

«Zaman zaman insanî, ahlâkî, rûhî ve peygamberî vasıf ve sıfatları söz konusu edilse de asıl, Hazret-i Peygamber’i bedenî/fizikî bakımdan dış görünüşünü bütün uzuvlarıyla birlikte tasvir edip anlatmayı esas alan manzum veya mensur eser» anlamını kazanmıştır.

Aynı bilgileri muhtasar olarak ihtivâ eden «levha/tab-lo»lara da hilye denir. Hazret-i Peygamber’den sonra diğer peygamberler, dört halîfe ve sahâbe için de hilyeler yazılmıştır.3

Hilyelerin ortaya çıkması ve gelişip yaygınlaşmasına zemin hazırlayan birçok sebepten bahsedilebilir. Bu sebeplerin başında da, hiç şüphesiz müslümanların Hazret-i Peygamber’e duydukları derin hasret, sevgi ve aşk gelir. Özellikle vefatından sonra müslümanların O’na duydukları özlem sebebiyle çok önemsedikleri konulardan biri, Hazret-i Peygamber’in bedenî varlığı olmuştur. Dünya gözü ile O’nu görme imkânı bulamayan mü’minler, bu imkânı elde etmiş olan ashâbından sık sık O’nun bu yönünü sormuşlar ve istemişlerdir ki Âlemlerin Efendisi’ni bedenî/fizikî varlığa sahip bir insan olarak da zihinlerine ve gönüllerine nakşedebilsinler.

Nitekim müslümanların bu tür sorularına cevap olmak üzere, Hazret-i Ali, Hazret-i Âişe, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik, Hind bin Ebî Hâle, İbn-i Abbas -radıyallâhu anhüm- gibi birçok sahâbî; Hazret-i Peygamber’in bedenî varlığı hakkında önemli bilgiler vermişlerdir. Bunun ötesinde bir rivâyet, O’nun bu yönüyle de müslümanlara anlatılması gerektiğini, bizzat kendi emirlerine bağlar. Şöyle ki; babasının vefatının yaklaştığını öğrenen Hazret-i Fâtıma, bundan böyle O’nu görme hasretine nasıl dayanacağı konusundaki üzüntüsünü ifade edince, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali’ye hilyesini yazmasını emretmiştir. Şu hadîs-i şerif de bu hususu teyit eder:

“Benden sonra hilyemi gören beni görmüş gibidir. Kim bana şevkle bakarsa, Allah ona cehennemi haram kılar, kabir azabından emin kılar; haşr ve karar gününde o, çıplak olarak haşrolmaz.”

Hilye okumanın veya ezberlemenin büyük sevap, üzerinde veya evinde bulundurmanın çeşitli felâketlere karşı koruyucu; Hazret-i Peygamber’i rüyada görme ve O’nun şefâatine kavuşmaya vesile olacağına dair yaygın inanç, hilye türünün gelişip yaygınlaşmasının diğer sebepleri olarak zikredilebilir.

Gerek yukarıdaki hadis, gerek mü’minlerin Hazret-i Peygamber’e duydukları derin özlem, sevgi ve aşk; gerekse diğer sebepler, İslâm kültürünün Hazret-i Peygamber’le ilgili bilgi birikiminin yeni bir dalını ortaya çıkarır. İşte bu yeni bilgi alanı «şemâil» ve «hilye»dir. Konusu, Hazret-i Peygamber olan şemâillerden doğan hilye türünün Türk edebiyatındaki en güzel örneği; Hâkānî’nin (öl. 1606) 750 beyit civarındaki hilyesidir.

Yazımızda kendini;

Ben, bende-i Fahr-i Kâinâtım

diye niteleyen Mustafa Fehmi GERÇEKER’in (1868-1950) cumhuriyet döneminde kaleme aldığı Hilye-i Fahr-i Âlem isimli eserini tanıtmaya çalışacağız.

Eserin şairi Mustafa Fehmi GERÇEKER; 1868’de Karacabey’de doğmuş, 1950’de de Bursa’da vefat etmiş, 20. yüzyıl Türk siyasî tarihinin «din adamı» kimliğiyle öne çıkan önemli şahsiyetlerinden birisidir. Karacabey Rüştiyesi ve Mustafa Çelebi Medresesindeki (İstanbul) tahsilinden sonra Karacabey’de müderrislik ve müftülük yapan Mustafa Fehmi, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra burada İttihat ve Terakki Cemiyetinin şubesini; İzmir’in işgali üzerine de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurup başkanlığını yapmıştır. Millî Mücadele taraftarı olması sebebiyle 1919’da İstanbul Hükûmeti tarafından görevinden azledilen Mustafa Fehmi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması üzerine Bursa mebusu olarak Ankara’ya gitmiş ve meclisin açılış duâsını yapmıştır. Gerçeker, bir dönem Şer‘iyye ve Evkaf Vekilliği, 1920-1950 arasında da Bursa milletvekilliği görevinde bulunmuştur.

Mustafa Fehmi GERÇEKER’in, kaynaklarda «son hilye» olarak belirtilen Hilye-i Fahr-i Âlem’i; 1942 yılında tamamlanıp 1944 yılında basılmıştır. Eser toplam 33 bölüm ve 1199 beyitten meydana gelmiş hacimli bir eserdir. Aruz vezni (mef’ûlü/mefâilün/feûlün) ile yazılan hilye, mesnevî nazım şekline sahiptir. Eserin dili; zaman zaman Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalarla ağırlaşıp dîvan edebiyatı geleneğine yaklaşsa da, konu ve üslûba biraz âşina olan okuyucunun anlayabileceği seviyededir. Bunun ötesinde şairin zaman zaman açık ve tabiî bir dil kullandığını belirtmemiz gerekir.

Mustafa Fehmi GERÇEKER, eserine; verdiği sayısız nimetleri sebebiyle Allâh’a olan şükür duygularını ifade ederek başlar. Buradan sözü Allâh’ın lütuf ve keremine bir örnek olarak peygamberler göndermesine getirip Hazret-i Peygamber’e geçer:

Gör lutfu ki gönderip nebîler,
Efkârı salâha dâvet eyler.
İnkâre bırakmayıp bahâne,
Bildirdi O, birliğin cihâne.
Gönderdiği son Rasûlü: Ahmed,
Ser-çeşme-i mârifet, Muhammed. (s. 4)

İkinci bölümde beşerî/mecazî aşk yüzünden Mecnûn’a dönen kişi/kişilere seslenen şair; onların «Hüsn-i Mutlak»a yönelip «menzil-i imtiyâz-ı aşk» olan gerçek aşkla «Sidre-i Müntehâ»ya yükselmesi/yükselmelerini ister.

Kes râbıtanı o bî-vefâdan!
Âzâde-ser ol bu ibtilâdan!
Leylâları yâd edip demâdem,
İfnâ-yı hayât eder mi Âdem?
Geç merhale-i mecâz-ı aşkı,
Tut menzil-i imtiyâz-ı aşkı! (s. 9)

Üçüncü bölümde aşk ekseninde insanın yüceliğini dile getiren Gerçeker; onu, Hazret-i Peygamber’i sevmeye davet eder. Çünkü O, sahip olduğu üstün niteliklerle hakikî aşka lâyıktır. Hazret-i Peygamber;

“Mahbûb-ı Hudâ, nûr-i Hudâ, şâh-ı hüsn, güzellik ikliminin şâh-ı yektâsı, âyine-i bedî-i hilkat, dürr-i şehvâr, seyyidü’l-beşer, şâh-ı levlâk, son rasûl, rasûl-i rahmet, nebiyy-i muhtar, fahr-i enbiyâ, fahr-i âlem, fahr-i nesl-i âdem, ser-çeşme-i mârifet, âfitâb-ı irfan, tâc-ı ser, can, cânân, dilber, güneş, ay, yıldız ve gül…”dür. Ayrıca O; vakur, beliğ, âdil, kâmil, müeddeb, rahmet ve merhamet sahibi, herkese mütebessim; mazlum, yetim ve düşkünlerin koruyucusudur. Hazret-i Peygamber’in övgüsüne tahsis edilen eserin bu bölümü, büyük ölçüde na‘t türünü çağrıştırır:

Sen evc-i safâda bir hümâsın,
Ulvî heyecâna âşinâsın.
Bir rûhsun âsumâna âid,
Yükselmeğe fıtratın müsâid.
Yüksel! Ebedî hayâta yüksel!
Uç! Server-i Kâinât’a yüksel!
Var sev! Ki O Gül sevilmez olmaz,
Ben gül mü dedim? Fakat O, solmaz.
Kim gönlünü vermez öyle mâha?
Herkes kul olur O Pâdişâh’a. (s. 11)

“Her dem çerâğ-ı aşk-ı cânân”la yanıp tutuşan Mustafa Fehmi GERÇEKER; eserinin dördüncü bölümünü, hilye yazma sebebini (sebeb-i telif) açıklamaya ayırmıştır. Bir önceki bölümün son beyti olan;

Rûhiyle O, işte böyle yüksek!
Cismiyle de en güzel bir erkek!

mısraları şairin zihninde birden bire hilye yazma arzusunu doğurur. Ancak kendini, asr-ı saâdet şairlerinden Hassân bin Sâbit, Ka‘b bin Züheyr veya Hâkānî gibi en güzel hilyeyi yazmış olan şairlerle denk görmekten çekinir. Çünkü ona göre «söz sanatı»; ilim, aşk, dikkat ve doğuştan yetenek isteyen ince bir yoldur. Buna rağmen gönlünün arzusunu kıramayıp kalemine sarılır. Altıncı bölümün sonunda kesinleşen kararını gerçekleştirebilme hususunda Allâh’a yalvarıp yardım ister:

Yâ Rab beni nâil-i merâm et!
Âzâde-i derd-i subh u şâm et!
Al kalbimi hubb-ı mâsivâdan,
Ver hazzımı Nûr-i Mustafâ’dan.
Nazmımda safâ-yı hüsn-i cânan,
Her beytimi eylesin dırahşân!
Her mısraım incilerle dolsun,
Bir «Hilye-i Fahr-i Âlem» olsun! (s. 27)
(Devam edecek)

_______________

* Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

1 Mustafa Fehmi GERÇEKER, Hilye-i Fahr-i Âlem, Âsâr-ı İlmiye Kütüphânesi, İstanbul, 1944, 143. s.

2 Âmil ÇELEBİOĞLU, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, MEB Yay., İstanbul 1998, s. 357.

3 Hilye konusunda daha geniş bilgi için bkz; Mustafa UZUN, «Hilye» maddesi, İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 44-47; İskender PALA, Hilye-i Saâdet-Hâkānî Mehmet Bey, Kapı Yay., İst., 2008; Zülfikâr GÜNGÖR, Türk Edebiyatında Türkçe Manzum Hilye-i Nebevîler ve Nesîmî Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler E. Ankara, 2000, (Yayımlanmamış Doktora Tezi); Zülfikâr GÜNGÖR, «Türk Edebiyatında Hilye-i Nebevî Türünün Doğuşu Gelişimi ve Sebepleri», Tasavvuf, s. 10, 2003, s. 185-199; Ali YILDIRIM, Peygamberimiz’in Şemâili, Damla Yayınevi, İstanbul, 1997.