Unutulmaya Yüz Tutan AKŞAM OTURMALARIMIZ

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Sohbet; «birine eşlik etmek, onunla beraber olmak» mânâsında Arapça bir kelimedir. Zamanla, beraberimizdeki insanlarla karşılıklı konuşmalarımıza sohbet denilmeye başlanmış ve kelime dilimize bu anlamıyla yerleşmiş. Bu da hayli isabetli olmuş doğrusu. Çünkü hiçbir kelâm etmeden birinin yanında durmak; ona eşlik etmek, onunla beraber olmak değildir. Aksine bu tutum, yerine göre bir kabalık olarak bile anlaşılabilir. Geçenlerde bir dostumuz anlatıyor:

Bir tanıdığı, onu tanıştırmak maksadıyla ahbabı olan bir hacıya götürmüş. Hacı, esnafmış. Dükkâna girdiklerinde hacı efendiyi televizyondan verilen veya bilgisayara yüklenen bir vaazı dinliyorken bulmuşlar. Selâm vermişler. Dudak ucuyla selâmlarını almış. Sonra tek kelâm etmemiş ve vaaz dinlemeye devam etmiş. Sonunda sıkılan dostumuz;

“–Biz müsaade alalım artık!” demiş ve arkadaşıyla birlikte kalkmışlar. Hacı efendi yine dudak ucuyla;

“–Güle güle!” dedikten sonra vaazını dinlemeyi sürdürmüş!

Şimdi; bu hacı efendi, o dostumuz ve onun arkadaşıyla birlikte bir müddet aynı mekânda dursa bile onlara eşlik etmiş sayılmaz. Çünkü onlarla herhangi bir gönül bağı kurmamış, hoş-beş etmemiştir. Elbette vaazı dinlemek gerekir. Allah ve Peygamberi’nin buyrukları anlatılırken başka söze dalmak yakışık almaz. Ancak bahsini ettiğimiz vaaz, neticede televizyondan yayınlanmakta veya bilgisayardan takip edilmektedir. Bu âletlerin düğmesini kapatmak elimizdedir. Bizim hatırımızı gözeterek ziyaretimize gelenleri, böyle soğuk bir şekilde karşılamak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hangi sünnetiyle bağdaşır? Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek davranışlarını öğrenme amacı güdülerek yapılan bir iş esnasında; O’nun sünnetine tamamen muhalif olan, böyle hatır kırıcı, incitici bir davranış sergilemek ne yaman bir çelişkidir!

Sohbet kültürümüzün gerilemesinin en büyük âmillerinden birinin televizyon olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Televizyonun yaygın olmadığı zamanlardan kalma çok güzel sohbet ortamları var hatırımda. Çocukluk safhasını yaşıyor olmamdan kaynaklanan bir sâfiyetin neticesi midir, bilmiyorum ama o zamanlar insanlar daha içten, daha samimî idiler gibi geliyor bana. Doğup büyüdüğüm köyde umûmiyetle karla kaplı olarak geçen uzun kış gecelerinde şimdiki gibi bir düzine protokole tâbî randevuya başvurmadan çat-kapı akşam ziyaretleri yapılırdı. Önce çay faslı eşliğinde, sonra meyve ve kuru yemiş yenilirken uzun sohbetler olurdu. Büyüklerimizin yaptığı bu sohbetleri biz çocuklar da büyük bir alâkayla dinlerdik. Sohbetin konusu duruma göre değişirdi. Söz sözü açar bazen dînî bir mevzu konuşulur, bazen de çoban hikâyeleri anlatılırdı. Ana mihverini, sürüdeki hayvanların yıl sonunda fire vermeden sahiplerine teslim edilebilmesi için «canavar» denilen kurtlarla mücadelenin oluşturduğu çoban hikâyeleri; yaşanmış olsa da biz çocuklar için masal gibi gelir ve büyük bir dikkatle takip edilirdi.

Bazen doğrudan bizlere yönelik olarak Battal Gazi’nin gazâları, Kerbelâ Fâciası ve Keloğlan masalları anlatıldığı da olurdu.

Battal Gazi’nin arasına karıştığı her halkın dilini konuşarak nasıl bilgi topladığını, her bir macerasında başka bir Rum kalesinin muhafızlarını «tavuk keser gibi» nasıl kestiğini, düşmanlarını nasıl alt edip kılıcını gırtlağına dayayarak; «Îmâna gel bre kâfir, yoksa kelleni bedeninden ayırırım!» dediğini, ağzımız açık olarak dinlerdik.

Kerbelâ hâdisesini her dinlediğimizde gözlerimiz dolar, âdeta yeniden yaşardık. Keloğlan ve benzeri masal kahramanlarının Kaf Dağı’nda ve yer altı âlemlerinde geçen maceraları ise bizim hayal ufkumuzu genişletirdi. Bu masalların sonu hep mutlulukla biter, genellikle de sonunda kırk gün kırk gece süren düğünler olurdu. Düğünlerde yemek verilmesi âdetten ya. Bu sebeple rahmetli dedem, bu masalları hep şöyle bitirirdi:

“Düğüne beni de davet ettiler. Mideme güzel bir ziyafet çektim. Bir tepsi etli pilâv da size göndermişlerdi. Fakat yolda gelirken komşunun köpeği havlayarak arkama düştü. Ben de korkup; «Al senin olsun!» diyerek tepsiyi önüne atıverdim!”

Ancak bu sohbetlerin en çarpıcı ve en iç burkucu olanları seferberliğin zorluklarına dair olanlardı. Bunlar genellikle büyüklerimizin bir önceki nesilden aktardığı, kendilerinin de dolaylı olarak yaşadığı hâdiselerdi. Kimin babasının hangi cephede şehid olduğundan, kimin kaç yaşında yetim kaldığından bahisle açılan mevzu; kimin kaç yıl esir kaldığına, esaretten nasıl kurtulduğuna kadar uzanır, yurda döndüğünde anne-babası ve eşi tarafından tanınmayanların acı hikâyelerini içine alırdı.

Ben köy odalarında Ahmediyye, Muhammediyye, Battal Gazi ilh. kitapların okunduğu devirlere yetişmedim. Bahsini ettiğim akşam oturmalarında da bu kitapların okunduğuna şahit olmadım. Ancak rahmetli dedemin kendisinin Muhammed Hanefiyye Cengi ve Aslı ile Kerem gibi kitapları okuduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bunların birincisi tamamıyla manzum, ikincisi ise yarı manzum bir eserdi. Dedem bunların manzum olanlarını aynı tonda, ama hâlâ kulaklarımda çınlayan dokunaklı bir sesle okurdu. Ayrıca Mızraklı İlmihâl’in de tanıdığım büyüklerce zaman zaman okunduğunu görmüşümdür.

Bu akşam oturmalarındaki ikramlar da tamamen yerliydi. Yerli derken Türk malı olmasından öte, -çayı istisnâ edersek- bizzat köyde hane halkının tarla ve bahçesinde yetişmiş mahsuller olduğunu söylemek istiyorum. Çok nâdiren portakal, mandalina gibi bizim mıntıkada yetişmeyen bir meyve ikram edilmesi; o zaman için çok lükstü. Genellikle ise herkesin etrafına oturduğu oldukça büyük bir siniye konulan elma, armut, ayva gibi meyvelerin yanı sıra, kayısı, erik, elma, armut kurusu ikram edilirdi.

Ayrıca «kavurga» denilen kavrulmuş mısır ve nohut, yine yağda kavrulmuş buğday en makbul kuru yemişlerimizdendi. Dişlerinde problem olan büyüklerimiz için «kavurga», «dibek» adı verilen içi boş silindir biçimindeki bir kapta demir bir tokmakla ezilir ve çiğnenmeden yutabilecekleri hâle getirilirdi. «Kavut» adı verilen kavurganın bu şeklini biz çocuklar da çok sever, toz şekerle karıştırarak zevkle tüketirdik.

Görüldüğü gibi tamamıyla yerli üretim olduğu için oldukça mütevâzı, bir o kadar da zengin bir ikram listesi saydım. Ancak elbette o zamanlarda olup da bugünlerde en çok hasretini çekip aradığımız şey, o hoş sohbetler, arkasında herhangi bir pazarlık ve hesap olmayan samimiyet ve içtenliktir. Âmiyâne tabirle «nostalji yapmak» istemiyorum.

Elbette o zaman kötü olup da bugün iyi olan birçok şey de vardır. Ancak yine de eskiye göre bugün giderek maddiyata daha bağlı bir hayat yaşadığımız da bir gerçektir. Bunu önleyecek tedbirler üzerinde durmamız elzemdir.