ECDÂDA VEFÂ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Osman Gazi’nin;

“Gayemiz, kuru bir cihangirlik değil, «i’lâ-yı kelimetullah»tır!” düsturu ile üç kıtada at koşturan ecdâdımız, 24 milyon kilometrekarelik bir cihan devleti kurdu.

Onların; göz kamaştıran adâlet, fazîlet, medeniyet ve âbide şahsiyetleri, tarih sayfalarında altın harflerle yer aldı.

O altın harfleri doğru okuyan düşmanlar bile, onun hayranı ve talibi oldu.

Bizans’ta;

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” dediler.

Lehistan’da;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz…” dediler.

Martin Luther’in duâsı şuydu:

“Yâ Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..”

Osmanlı, tarih sahnesinden çekildikten sonraki dönemde bir Macar cumhurbaşkanı şu itirafta bulundu:

“Türkler 150 sene bizi yönetmeseydi, biz şu anda yok olmuştuk.”

Hepsi haklı.

Çünkü;

Ecdâdın bütün fazîletleri bir yana, adâletinde; Türk olmayan bir mimarın hatası karşısında, onun elini kesen Fatih Sultan Mehmed Han’ın muhakeme edilip de haksız görülmesi ve aleyhinde karar verilmesi; gayr-i müslim milletlerde görülmüş şey değildi.

O mübârek ecdat;

Hayatlarını da, ölümlerini de; dinlerine, vatanlarına ve milletlerine adamış ve bu istikamette gecelerini bile gündüz hâline getirerek gayretten gayrete, kıtadan kıtaya şeref ve şan ile koşturmuşlardı. Millî şairimiz, onların muhteşem gayret ve hizmetlerini idrak edemeyenlere, bu gerçekten hareketle der ki:

Zannetme ki ecdâdın asırlarca uyurdu,
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Ecdâdı bu gözle bilhassa doğru okumak ve doğru anlatmak gerek. Onlar; doğuda, batıda, en son Çanakkale’de ve İstiklâl Harbi’nde nasıl bir destan yazdılar, unutulamaz. Fakat masal gibi dinleyip de uyduruk bir tarihmiş yaklaşımı içerisinde gerçeklere âmâ olmak, hem ecdâdı incitecek bir nankörlük, hem de yarınları ziyandır.

Onların şanlı hayatları, daima hayırla yâd edilmeye lâyık.

Vefâ bahsinde hiçbir şey yapmayanlar, hiç olmazsa hayırla ve doğru olarak yâd etmeyi ihmal etmemeliler.

İstiklâl şairimizin şu cümleleri boşuna değil:

Kahraman ecdâdınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbâlinizden korkulur, pek korkulur!

Şair; vefâyı sadece insanlardan değil, mecâzen topraklardan da bekler.

Meselâ;

Kosova’ya bakarak I. Murad Han’ın şehâdetini hatırlar. Sonra da onun kanı pahasına elde edilen zaferlerin ardından gelen mağlûbiyetler üzerine yaşanan fecaatler ile o toprakların ne hâle geldiğine bakar ve şöyle der:

Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova…
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!
Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?
Hani sînende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?
Âh o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o ‘ıyd?
Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd’ın iki-üç damla kanı?..

Basacak mıydı fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?!.

Bu mânâda Âkif’in tefekkürü derin ve hicranlıdır:

Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim?
Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elim!
Hani cündîleri, şâhin gibi, ceylân kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?
Hani târîhi soruldukça, mefâhir söyler,
Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrâyı eşen kısraklar?
Bugün artık biri yok… Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan…

Evet, birileri, o haşmetlerin hepsini masal ve yalan hükmüne düşürmeye çalışıyor illâ. Şair de bu hâli, yüreklerde kalan onulmaz bir yara ile dile getirdikten sonra geçmişi karalayanlara tepki gösteriyor:

Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslā sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım…
–Boğamazsın ki! –Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam…
Bu cümleleri söylemeye sebep olarak pek çok malzeme vardır. Saplantılar, rezîlâne işler vesaire. O işlerin sahipleri olan kalem erbabına da tenkidi şiddetlidir:
«Ne hükmü var?» diye üç-beş hayâ züğürdü edîb,
Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;
Çıkardı ortaya, gezdirdi saksılar dolusu,
Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli «Zambak»lar!

Geleceği inşaya her bakımdan teşvikçi olan Âkif, bunu yaparken geçmişi yıkmanın en büyük yanlış ve kayıp olacağını haykırmaktadır:

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Mâzîyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.
Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vâha!

Çünkü;

Mâzîyi yıkmak, karalamak, yaralamak veya ihmal; Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki, üzerine binilen dalı kesmeye benzer ki, bu durumdan zararlı çıkan kişi, dalı kesen kimsedir.

Bunun için insan;

Önce kendisine karşı vefâ sahibi olmayı bilmeli.

Vefâ bahsinde mevzu çok.

Fakat gündemi işgal etmiş ve ayağa düşürülmüş hususlardan biri olan «harem» mevzuunda vefâ bahsini bilhassa anlamak gerek. Çünkü sahalarda ecdâdımızın bileklerini bükememiş olanlar, asırlar sonra onlarla hiç alâkası olmayan maketler üretip de üzerlerinde bir sürü rezaletler karalayıp durmaktadır.

Herkes, kendi gözüne göre anlatıyor.

Elbette öyle yapacaklar, ama gerçekleri kendi kalıplarına uydurmak ve hele yabancı bir gözle, yabanî bir gözle çirkince, iftiracı ve hayalî bulamaçlarla ele almak, hiçbir şekilde izahı olmayan bir vefâsızlık, saygısızlık ve hasımlık alâmeti.

Hazret-i Mevlânâ mânidar söyler:

“Her düşmanlığın bir sebebi, bir dayanağı vardır. Yoksa aynı cinsten oluş, insana ancak vefâ telkin eder. İnsanları birbirine bağlar.”

Yani vefâ yoksa, aynılık yok demektir. Aynılık yoksa, vefâ yok demektir.

Harem mevzuunda vefâsız bakışların sebebi de bundan.

Mevzu ile alâkalı uzun uzun çalışmalar var. Karalamalar var, cevaplar var. Cevaplar içinde Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ’ün «Osmanlı’da Harem» adlı eserini bilhassa belirtmek isterim.

Peki, niçin bu kadar tartışılıyor bu mesele hakkında?

Aslında karalama ve iftira noktaları, bu sualin cevabı. Öne çıkan belirgin noktalar şunlar:

◆ Âbide şahsiyetleri, gözden düşürmek;

◆ Değersiz örnekleme sayesinde şanlı ecdâdın neslini değersizlik girdaplarına çekmek;

◆ Geleceği, muhteşem geçmişinden koparmak sûretiyle kuru ve verimsiz bir meçhul hâline getirmek;

◆ Ecdâdın yaşadığı devirlerde onların bileklerini bükemeyen rakiplerinin adına intikam almak;

◆ Dost ve düşman hiç kimsenin bir tel saçını bile görmediği muhterem anneleri birer pavyon döküntüsü gibi gösterip ahlâkı bozmak…

Çünkü odaktaki insanların hâli, anlatımlara göre de olsa; olumlu ise yansımaları da olumlu, olumsuz ise yansımaları da olumsuzluk içinde tesir eder. Bu gerçeği bir mücadele yolu olarak değerlendirmek isteyenler;

«Çamur, at! Yapışmazsa izi kalsın!» metodunu vazgeçilmez bir prensip olarak kullanıyorlar.

Bu noktada;

Tek tek çamur izlerini temizlemek veya var olanı yok saymak yerine; hâdisenin gözler önünde canlı ve olduğu gibi görünmesini sağlayacak güçlü eklem noktalarına dikkat çekmeyi tercih, yerinde olacak.

Bir kere;

Mevzu basit bir lâkırdı değil.

Az evvel saydığımız kasıtlı hedeflere uygun şekilde bir sürü yakıştırmalar.

Hâlbuki; ömürlerini son derece vakar ve nezâhet içinde geçirmiş muhterem ve âbide şahsiyetleri; meşrû olmayan zevk âlemlerinde ömür tüketen gafil, sarhoş, çapkın ve düşük yapılı kimseler olarak gösterebilmek için saray içinden herhangi bir olumsuz hâtırat gerçeği yok. Asılsız söylentilerin tamamı, yabancı romancıların kendi krallarında gördüklerini aynen yapıştırmaya kalkıştıkları çirkin anlatımların uzantısı. Meselâ batıda Kanunî hakkında yapılan resimlere bakın, herkes kendi hissiyâtına göre öylesine farklı tipler çizmiş ki. O muhteşem sultanı bir sünepe gibi göstermeye uğraşmış ressamlar da mevcut.

İyi niyetli bile olunsa;

Bir gerçeği dışarıdan bakarak anlatmak, yanlışın en ağırı. Çünkü bütün söylenenler hakikatin dışında kalır. Göz göre göre ciddî hatalar meydana gelir. Ecdat, bu gerçeği sanat diliyle de söylemiş. Selimiye Camii’ne gidenler bilir; şehre giriş yolu boyunca mabet, sadece iki minareli görünür. Ne kadar dikkatli baksanız da iki minare görürsünüz. Fakat yanına gidince bakarsınız ki minareler dört. Yani bazı gerçekler, ancak içte tam anlamıyla kendisini belirginleştirir. Dolayısıyla dış bakışlar, daima yanılma ihtimali ile karşı karşıyadır. Hem de göre göre. Tabiî olarak da, insan gördüğü için yanıldığını bir türlü anlamaz ve kabullenmez. Ancak neticeler, bunu acı ve açık bir şekilde ortaya koyar.

Harem meselesi de işte böyle.

Harem…

Adı üzerinde.

İki yönlü bir kelime. Fakat mânevî boyutu, kesinlikle maddî boyutundan kat kat daha yüksek bir mânâ.

Çünkü Harem, Mekke ve Medine’nin adı. O iki beldeye «Harameyn-i Şerîfeyn / İki Şerefli Harem» deniyor. Müslüman olmayanların girmesi yasak olan özel ve mübârek iki belde makamında. Mânevî duyguların en zirvede yaşandığı lâhûtî iki iklim.

Ecdat; o iklimi ve makamı, kendi hanesine taşımanın gayretinde olmuş. Evlerinin en mûtenâ bölmelerine Harem-i Şerif rûhu yerleştirmiş.

Şimdi o rûhu, dış perdede ve başkalarının çizgileri içinde seyretmeye ve görmeye çalışanlar çıkıyor. Bu; insanı sadece gerçeklerden değil, hem ceddinden hem de kendisinden uzak düşürür.

Çünkü bizim edebimizde; gözlerin hiçbir şekilde haremlere dâhil olmaması gerçeği vardır.

Esasen;

Osmanlı’da harem hayatında yaşanan hususlardan bize kalan asıl ve ortadaki gerçek, ruh iklimidir. O ruh ikliminin silinmez imzalarıdır. Padişahların ve vâlidelerimizin bizlere bıraktığı ölümsüz eserler, onların ömür sayfalarının nasıl yaşandığının en canlı mührüdür.

Asırlardır göz önünde dipdiri duran o mühürler, işte!

Muhteşem mabetler. Muhteşem merhamet müesseseleri. Muhteşem hastahâneler, çeşmeler, hanlar, vakıflar.

Vurulan mühürleri;

Süleymaniye gibi, Selimiye gibi, Mihrimah Sultan camileri gibi, Vakıf Gurebâ gibi; hem sanat, hem ibâdet, hem merhamet, hem şefkat ve hem de şahsiyet itibarıyla muhteşem olan eserlerle dolu ömür sayfalarındaki yazılar, pavyon satırları gibi olur mu?

Olmaz.

Olmamıştır da.

O mühürler;

Ne zaman muhterem ve hatırlı vâlideler/anneler hakkında yalan-yanlış bir şeyler yazılsa, hayalî saçmalıklar ve yakıştırmalar yapılsa, hepsini bir çırpıda iptal etmiştir. Devre dışı bırakmıştır.

Tarihin en doğru ve canlı şahitleri de, bunu söyler.

Bugün haremle ilgili zâhir plândaki yakıştırmaların doğrulayıcı hiçbir mûteber şahidi yok. Bilâkis haremdeki her köşe, her hâtıra ve alâmet, sadece o iklimdeki mâneviyat, asalet ve şahsiyetin şahidi.

Topkapı Sarayı’nın harem kısmını dikkatle inceleyelim:

İlk kapı, araba kapısı.

O kapının iç yüzünde güzel bir besmele.

Bir de şu yazı:

“Medîne-i Münevvere’de Hazret-i Peygamber’in Ravza-i Mutahhara ve hücrelerinin pencerelerinin şallarıdır.”

Sadece bu cümle bile;

Haremle ilgili iftiralara karşı kapı gibi bir cevap. Hem de haremin ilk kapısından. Bu cevabı; o kapıda kulağını tıkayarak sağır gibi dolaşanlar, elbette duymaz ve anlamaz.

İkinci kapıda ise bir duâ:

“Ey bütün hayır kapılarını açan Allâh’ım! Bize ancak en hayırlı kapıları aç!”

Bu duâ, camiye girerken yapılan bir duâ.

Camiye girişte okunan bir duâyı haremin ikinci kapısında yapmak, oradaki edep ölçülerini ve nasıl hürmetli, hatırlı bir hayat içinde yaşandığını anlatan diğer bir cevap.

Dikkat çekicidir;

Ecdâdımız, büyük zaferlerini ve fetihlerini daima ileri görüşlü bir basîretle kazandıklarından dolayı bu hususta da; yani harem mevzuunda da aynı şekilde çok ileri bir görüş ve basîret ile davranmışlar.

Basîretli davranmışlar da;

Kendilerinden yıllar sonra sahte rehberlerin çıkarak haremle ilgili onların sağlığında hatırdan bile geçemeyecek iftiraları ve çirkin yakıştırmaları yapacaklarını keşfetmişler ve hareme; görenler, duyanlar, işitenler ve anlayabilenler için hem muhafız gibi koruyan, hem de bülbül gibi şakıyan gerçek rehberler koymuşlar. Hiç yalan söylemeyen güçlü rehberler.

Harem dairesinin en gerçek rehberleri onlar.

Çünkü onlar, haremi en doğru şekilde anlatıyorlar.

Çünkü onlar, en güzel hâtıralarla dolu. Hatırla dolu. Hürmetle dolu. Sıcacık bir aile ocağının güzellikleriyle dolu. Merhametle dolu. Şefkatle dolu. Yüksek ölçüler içinde muhabbetle dolu.

Kısaca;

Evliliğin özel ibâdetine toz kondurmayan bir mâneviyatla dolu.

Bunlar, esas harem rehberleri.

Dinleyelim.

O rehberler anlatmaya devam ediyor. Dârussaâde ağalığına girilen kapıda şu âyet:

“Size selâm olsun. Hoş geldiniz ve ebediyyen orada kalınız!” (ez-Zümer, 73)

Asıl harem kapısı üzerinde de Allâh’ın bir emri var. Âyetin tamamı şöyle:

“Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan ve halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız.” (en-Nûr, 27)

Haremin en mühim bölümlerinden biri de hünkâr sofası. En yanlış tasvirlere ve anlatımlara mâruz kalan mekân. Hâlbuki burası oturma salonu. Yani misafir ağırlama salonu. Dizaynı da ona göre. Tamamen mânevî bir atmosfer içinde. İşte duvarları süsleyen bazı âyetlerin mealleri:

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allâh’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 256)

“Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur; onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 257)

Devamında da; Hazret-i İbrahim’in Nemrut’a verdiği tevhid dersi ile ilgili âyetler.

Bir de Kasîde-i Bürde/Bür’e diye meşhur olan ve İmam Bûsirî Hazretleri’nin kaleme aldığı mâneviyat yüklü mısralar. Hazret-i Peygamber’e olan yüce sevdânın, yani aşk-ı Muhammedî’nin en güzel mısraları.

Bilenlerin malûmu:

Rivâyete göre İmam Bûsirî Hazretleri, bu mısraları felç iken yazar. Bitirdiği gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür, yazdıklarını O’na takdim eder ve okur. Peygamber Efendimiz de kasîdeyi, iki yana doğru hafifçe sallanarak memnuniyet içinde dinler. Sonra hırkasını çıkarır ve İmam Bûsirî’nin üzerine örter veya elleriyle felçli yerleri sıvazlar. Bûsirî Hazretleri; uyandığında görür ki, üzerinde hastalıktan hiçbir eser kalmamış!

Ne mübârek ve kudsî bir hâtıra!

Acaba;

Bize ne anlatmakta ve neyi hatırlatmaktadır?

Acaba;

Hazret-i Peygamber muhabbeti ile nakış nakış işlenmiş duvarlar bize ne söyler?

Hangi bilginin ve gerçeğin rehberliğini yapar?

Burası mühim.

Fakat yazık ki;

Son derece gerçek ve doğru sözlü olan o rehberlerin dilinden herkes anlamıyor. Bugün yabancıların dilinden daha fazla anlar hâle gelindi çünkü. Böyle olunca da ecdâdının koyduğu o rehber cümlelerin anlattıklarını da anlayamayanlar tarafından ne acı garâbetler, gafletler ve çirkinlikler sergileniyor. Kimi bilerek, kimi de bilmeyerek…

İşte mânidar bir örnek.

Bu mevzuda hayli istifade ettiğim ve ecdâda vefâ yönünden son derece takdire şayan bir eser olan «Osmanlı’da Harem» kitabının yazarı Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ’ün başından geçmiş bir acı tablo. Anlatıyor:

“Sene 1992. Evdeyim. Bir öğretmen arkadaş telefon etti:

«–Hocam, aç filân özel televizyonu.» dedi.

Açtım. Bir de ne göreyim?

Harem’in hünkâr sofasında, Kültür Bakanlığından izin almışlar ve bir film hazırlamışlar. Çırılçıplak bir erkek ve bir kadın. Tabiî dehşete düştüm. Hemen kapattım. Arkadaşım, ilk anda fark etmediğim haklı bir sebeple ısrar etti:

«–Hocam, lütfen aç!»

Dedim ki:

«–Akgündüz Hocaya kırmızı noktalı film mi seyrettireceksin?»

Dedi ki:

«–Aç hocam, aç da rezâleti gör!»

Açtım ki, bunu utanarak söylüyorum, o rezil sahnenin arkasında bir yazı. Şu âyet:

“Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur; onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 257)

O gece uyuyamadım. Feryat dolu bir gönülle sabaha kadar «Osmanlı’da Harem» kitabının 25 sayfalık mukaddimesini yazdım.

Sabah, yanımda bir-iki arkadaşla hareme gittik. Haremin bir bölümü olan hünkâr sofasındaki duvarların önündeyiz. Sûre-i Bakara’dan âyetler ve bir de İmâm-ı Bûsirî’nin Peygamber Efendimiz’i metheden Kasîde-i Bürde’sinden beyitler, gözümüzü ve gönlümüzü doldurdu.

Arkadaşlara okuyup tercüme etmeye başladım. Elli yaşlarında bir amca yanıma yaklaştı. Dedi ki:

«–Sen neden bahsediyorsun?»

Cevapladım:

«–Duvardaki yazıların mânâlarını söylüyorum.»

«–Oku, bakayım.» dedi.

Orijinal metni okudum ve mânâsını aktardım:

“Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur; onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 257)

Adamcağız, ağlayarak yere düştü:

«–Hayrola?» dedim.

Büyük bir nedâmet içindeydi:

«–Yirmi beş senedir, harem rehberiyim. Ben, bu yazıları; padişahların câriyelere, câriyelerin de padişahlara toplu hâlde eğlence yaparken yazdıkları aşk şiirleri diye anlattım! Allah beni âhirette ağır muâheze edecek…»”

Ne yapsın? Bilmiyor. Kasıtlı iftiracılar ona da böyle anlatmışlar. Doğrusu karşısında, hemen hakikate sarılıyor. Kim bilir belki filmde oynayan karakterler bile, eğer orada yazılanların aşk şiirleri değil de Allâh’ın âyetleri ve Hazret-i Peygamber’e muhabbet terennümleri olduğunu bilselerdi, rezil sahneyi orada icrâ edemezlerdi.

Bir de şu gerçeğin altını çizmek lâzım:

Câriyeler, padişaha eş olma durumunda olanların dışındaki hizmet ekibi hakkında da kullanılan bir kelime. Bu hakikat göz ardı edildiğinde «câriyeler» kelimesi, zamanımızda içi oldukça yanlış doldurulan bir ifade olarak karşımıza çıkıyor. Oysa câriyeler, sıradan padişaha eş olma durumunda bir kadınlar topluluğu değil.

Asla böyle bir statü yok.

Onlar;

Bugünkü işçi kadınlar ve hizmetçiler hükmünde. Bir bakıma «kadın personel teşkilâtı» demek daha doğru. Çünkü dünyayı yöneten bir merkezde kadınların yapması gereken hizmetler; böyle bir teşkilâtı, o dönem şartlarında gerekli kılmış. Bugünün şartlarında da hizmet itibarıyla kadınların aynı alanlarda çalışmaları mevzubahis.

Hâl böyleyken;

Bazılarının câriye deyince metreslik eden köle kadınlar şeklinde kasıtlı anlayış ve anlatışları, dünyanın her yerinde devlet idare merkezinde hizmet alan kadınlar hakkında aynı ithamı içerir. Çünkü koca bir idare merkezinin kadınlara düşen işleyiş kısmı sadece üç-beş kişi ile yürütülemez.

Kaldı ki;

Koskoca Osmanlı devlet idare merkezinde, meselâ kilerde çalışan hizmetli sayısı 22’yi bulmuş. Çok mu? Diğer hizmetleri de eklediğinizde; sarayda niçin o kadar câriyenin mevcut olduğu, iyice ve doğru bir şekilde anlaşılmış olur.

Muhterem Akgündüz hocanın şu hâtırası da, haremle ilgili bu meseleyi bugünkü mantıkla doğru ifade ve doğru kıyas açısından oldukça açıklayıcı:

“Rahmetli Turgut ÖZAL’ı, vefatından birkaç ay evvel ziyaret etmiştim. Balkan devletlerinden yeni gelmişti. Bana yönelttiği suallerden biri de harem hakkında oldu. Gittiği yerlerde de kendisine ısrarla sormuşlar. Dedi ki:

«–Herkes bunu soruyor. Yahu nasıl bir insan 300 tane hanımla yaşar? Bu şekilde bir devlet nasıl idare edilir?»

Açıkça anlatabilmek için dedim ki:

«–Sayın Cumhurbaşkanım, geldim geleli, köşke girdim gireli; her taraf tertemiz. Hanımefendi çok yoruluyordur, bu kadar mekânları nasıl temizliyordur?»

«–Hocam, bizde görevliler var.» dedi.

Dedim ki:

«–Sayın Cumhurbaşkanım, çay ve pastanız da güzel. Bunları yapmak da zor. Her gün misafir geliyordur size.»

«–Hocam, bizim pastacımız ve çaycımız da var.» dedi.

Dedim ki:

«–Affedersiniz, köşkte kaç tane insan çalışıyor?»

«–Yüz civarında olduğunu biliyorum.»

«–Yüzde kaçı hanımefendi.»

«–Yüzde elli.»

Bunun üzerine sordum:

«–Peki, bu kadar hanımefendiyle siz, çok çok özür dilerim, karı-koca hayatı yaşıyor musunuz?»

Bunu bir cumhurbaşkanına sormak hakikaten biraz terbiyeye aykırı gibi görünüyor. Fakat gerçeğin daha açık anlaşılması için teşbihte hata olmaz kabîlinden mecburen sormak gerekliydi. Çünkü başka türlü izah edemezsiniz.

Dedi ki:

«–Hocam, bana izah etmene gerek yok; ben haremi anladım.»

İlâve ettim:

«–Osmanlı hareminde, erkek hizmetçi istihdamı yasaktır. Bütün hizmetçiler, kadın câriyelerden seçilir. Bu hizmetçi câriyelerle padişahların karı-koca hayatı yaşaması, sizin köşkteki kadın hizmetçilerle karı-koca hayatı yaşamanız kadar gayr-ı makul ve mantıksızdır. Ancak haremde elbette ki padişahların bugünkünden farklı olarak birden daha fazla hanımefendi ile veya has odalık denilen câriyelerle hayatlarını yaşadıkları bir vâkıadır.»”

Fakat;

Bu yaşamışlık da, kesinlikle rastgele ve alabildiğine bir zevk âlemi anlamına gelmez.

Böyle olduğu hâlde;

O yapıyı fuhuş yuvası gibi görmek, aşırı bir düşmanlıktan ve en çirkin haksızlıktan başka bir şey değil. Çünkü harem, Osmanlı’da yıkılma ve bozulma döneminde bile pavyon tipi bir eğlence merkezi olmamıştır. Her bakımdan müstesnâ bir mektep hüviyetindedir.

Zaten;

Son derece muntazam bir disiplin ile işleyen hiyerarşik bir mektepti harem. Hânedânın şuurlu bir prensibiydi. Devlet bütünlüğünü de sağlayıcı özel bir yönü vardı.

Son döneminde bile;

“Sarayda terbiye olmayan hiçbir yerde terbiye öğrenemez. Harem terbiye mektebidir.” şeklinde bir tespit cümlesi de gösteriyor ki, şimdilerdeki terbiyesiz yorumlarla saptırmaya çalışmak, açık ve arsız bir bilgi ahlâksızlığı. Hayal ahlâksızlığı, düşünce ahlâksızlığı.

Efendim ilimde objektiflik yanlış mı?

Değil de;

Hakikatleri katletme imkânı için objektifliği kılıf olarak kullanmanın neresi ilim?

Şifâ ile mikroba eşit mesafede olmak objektiflik mi? Hele doktor için!

Suçlu ile suçsuz arasında tarafsız kalmak, ne kadar ilmî? Hele hukukçu için!

Başarılı ile başarısız arasında tarafsız kalmak da, ilmî mi? Hele eğitimci için!

Tarafsızlık… Nerede, ne kadar?

Yalanla doğruluk arasında tarafsızlık olabilir mi?

Hele;

Yalanlarla, hayallerle, yakıştırmalarla kalem oynatmak, hangi tarafsızlık?

Aklı olan her insan, elbette istediği gibi düşünebilir. İstediği şekilde yaşar. İstediği fikre ve yaklaşıma da sahip olabilir. Buna engel yok. Fakat bir başkası hakkında gerçek olmayanı düşünür ve bunu da doğru olarak telkine kalkarsa, buna düşünce ahlâksızlığı denir. Hem adam öldür hem de hürriyet ödülüne talip ol! Olur mu? Olmaz, çünkü; düşüncelerinde keyfîlik hakkı arayanlar, keyfiyetlerini yitirir.

Harem hususunda padişahlar tarafından hiç mi yanlış yapılmamıştır?

Elbette yapılmıştır.

Herkes insan. Münferit hatalar mutlaka mevcut olur. Ama bunu genellemek, doğru değil.

Ferdî bir-iki örnekten yola çıkarak bütüne yönelik; prensip ve tanzimde mevcut olan hakikati saptırma, bilgi ahlâksızlığına girer.

Dolayısıyla;

Bütün hâlinde görmek ve anlamak, her meselede olduğu gibi harem mevzuunda da önemli.

Elbette;

Topkapı Sarayı’nda bir bölüm olan hareme dikkatleri odaklarken, onun hangi bütünün içerisinde olduğunu da fark etmek gerek:

Bugünkü tabirlerle söyleyecek olursak, bir yanda devletin cumhurbaşkanlığı, bir yanda başbakanlık, bir yanda bakanlar kurulu, bir yanda maliye bakanlığı ve bir yanda da genelkurmay başkanlığından oluşan mühim devlet müesseseleri… Bir de hepsine ruh ve mânâ katan çok özel ve müstesnâ bir mukaddes emânetler bölümü.

Şimdi;

Kur’ân-ı Kerîm’in bulunduğu odada ayaklarını uzatıp da yatmayan ve sabaha kadar uykusuz duran Osman Gazi’nin aynı yolda yürüyen fâtihân evlâtlarının; haremi, bu kadar mâneviyat ve idare yoğun bir yapının içinde dünyevî bir rezalet köşesi ve keyif pavyonu gibi kullanmış olmaları mümkün mü?

Asla!

Belki, aile hayatında sadece helâl dairesini geniş kullanmış bir-iki sultan çıkar. Ancak Yavuz’un sekiz yıllık padişahlığında doğu seferinin iki buçuk sene sürmüş olduğu düşünülürse, çoğu sultanın aile halkına, sıradan insanlar kadar bile vakit ayıramadığı kolayca görülür.

Bir de şu tarihî gerçek var:

“Belgeler ve tarihlere göre Osmanlı padişahlarının kadınlarında ve kızlarında artış, Sultan İbrahim’den sonra başlamıştır. Çok kadınlı padişahlara karşılık pek az eşi olanlar da görülmektedir: I. Mustafa’nın hiç kadını tesbit edilememiştir. Yavuz, II. Selim, III. Mehmed, IV. Murad, II. Ahmed’in birer; Osman Bey, Çelebi Sultan Mehmed, III. Murad, I. Ahmed, II. Osman ve III. Osman’ın da ikişer kadını olduğu tesbit edilebilmiştir.” (Çağatay ULUÇAY, Harem II, 59-60)

Bu tarihî gerçekler bir tarafa;

Eskiye nazaran bozulma döneminde bile haremde bugün anlatılan rezaletleri bulmak imkânsız. Sultan Mehmed Reşad zamanında saraya Safiye ÜNÜVAR Hanımefendi’yi hocahanım olarak almanın şu tercih sebebi, saray edebini anlatmaya kâfi misallerden biri:

“Selefiniz (sizden önceki vazifeli) Kur’ân-ı Azîmüşşan okuturken bazı hürmetsizliklerde bulundu, bu yüzden vazifesine son verildi.”

Demek ki, sarayda Kur’ân’a hürmetsizlik, affedilmeyen bir husus. Öyleyse, Kur’ân âyetleri altında yaşanmış gösterilen rezaletlerin nasıl bir karalama olduğu daha bariz anlaşılmakta.

Diğer taraftan;

Sarayın son döneminde olsa da içindeki eğitim canlılığı ve şahsiyet ortamı, oraya sonradan dâhil olduğu hâlde Safiye ÜNÜVAR’a şu ifadeleri söyletmektedir:

“Saraya intisap ettiğim günden beri haftada bir dışarı çıkma müsaadesi almıştım. Şimdi on beş günde bir müsaade, bana ağır gelmesi icap ederken hiç de öyle olmadı. Hattâ ayda bir defa çıktığım bile oldu.”

O günlerin saraylı veya taşralı bütün vâlideleri/anneleri hakkında söylenenlere bir cevap kabîlinden Âkif’in şu ifadesi oldukça mânidar:

Ne hisli vâlidelerdir, bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız.
Yazık ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş-on romancı, sıkılmaz beş-on da maksadcı.

Şair, bu konuda gerekli sıyâneti/korumayı da yapamamanın ıstırabı içindedir:

Ömerlerin, Yavuz’un biz vefâsız evlâdı,
Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.
Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık ona yâr…

Hâsılı;

Her evlâda gereken, ecdâda vefâ.

Çünkü evlâdı, en fazla büyüten gıda budur. Vefâ gıdasından mahrum olanlar, tarihte daima silinip gitmişlerdir. Silinmeyenler ve silinmez mühürler vurabilenler, ancak vefâ gıdasını tam almış olanlardır.

Nitekim,

Osmanlı’yı Osmanlı yapan da onların vefâsıydı. Allâh’a vefâları, Peygamber’e vefâları, büyüklere vefâları, ilme ve irfana vefâları, ecdâda vefâları, halklarına vefâları, mahrumlara ve kanadı kırıklara vefâları. Hattâ cılız bir karıncaya bile vefâları…

Hazret-i Mevlânâ sanki onları anlatmakta:

“Vefâlı olan topluluk; bu vefâyı bütün âleme yaymışlar, vefâ örnekleri göstermişlerdir.

Denizler de onların buyruklarına uymuştur. Dağlar da, dört unsur da, onlara kul-köle kesilmişlerdir.”

Şimdi o şan ve şerefin kapısı olan vefâ, bizim vazifemiz…

Bu vazifenin temel düsturunu da Hazret-i Peygamber şöyle çiziyor:

“Ölüler hakkında kötü konuşmayın, sonra dirileri üzersiniz.” (Tirmizî, Birr, 51)

Varlık Nûru bir de ikaz ediyor:

“Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler! Yazık ona, yazık ona!” (Ebû Dâvud, Edeb, 88; Tirmizî, Zühd, 10)

Peki,

«Ne mutlu» ifadesi kime?

Doğruluk ve vefâ ehline…