Örnek Bir Adalet ve Ahlâk Adamı KANUNÎ

Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

İSLÂMİYET’İ MÜKEMMEL ŞEKİLDE TEMSİL ETTİ

16. yüzyılda Devlet-i Aliyye’yi, dünyanın bu en büyük devletini; kırk altı yıl gibi uzun bir süre, parlak bir şekilde yöneten, saltanatının on yıldan fazlasını zorlu seferlerde, at sırtında geçiren, batılıların «Muhteşem» diyerek isimlendirdiği kudretli Osmanlı Hakanı Kanunî, 6 Eylül 1566 gecesi Zigetvar Kalesi önlerinde rûhunu Rahmân’a teslim eylemişti.

Vefatından önce, gözlerini kaleye çevirerek;

“Bu ocağı yanacak daha alınmadı mı?” diyerek üzüntülerini ifade ettiği söylenir. Kanunî’nin, bu son seferi sırasında şehâdet talep ettiği, hattâ;

“Yâ Rabbi, nice müddettir, bana rûy-i zemîni zaferlerimle doldurmayı nasip ettin! Vâsıl olmadık ricam, hâsıl olmadık mânâm kalmadı; Habîbin hürmetine, saâdet-i şehâdet, ba‘dehu Dîdâr-ı şerîfini müşâhedeyi lutfet…” dediği, muharebe sırasındaki vefatıyla, arzuladığı bu makama nâil olduğu rivâyet edilir.

AVRUPALI’NIN GÖNLÜNÜ FETHETTİ

Onun döneminde; Devlet-i Aliyye’nin ordusu, dünyanın en muhteşem kudretiydi. Öyle ki, bütün Avrupa devletleri birleşse dahî, Osmanlı’yı meydan savaşlarında yenemezdi. Yeniçerinin muharebe gücü, Osmanlı topçusu ve ateşli silâhlarının üstünlüğü tartışılmazdı. Batılı tarihçilerden Grenard;

“Osmanlı topları, dünya ülkelerinin yüreklerine korku ve dehşet salmıştı. Türkler 17. yüzyılda bile, en iyi toplara, en maharetli nişancılara sahiptiler. Onların malzemeleri çok, silâhları ise fevkalâde sağlamdı.” demiştir.

Dönemin Avusturya elçisi Busbecq, yeniçerilerle ilgili düşüncelerini şöyle anlatır:

“Beni ikişer ikişer ziyarete gelip, hürmetle selâmladılar. Âdeta koşar gibi bana doğru ilerlediler, önce öpmek ister gibi reverans yaptılar, sonra aynı sürat ve intizamla kapıya doğru geri çekildiler. Bana arkalarını çevirmemeye -özellikle- dikkat ediyorlardı; çünkü bu davranış Türklerce saygısızlıktı. Kapının önünde ellerini göğüslerine bağlayıp, gözlerini yere dikerek, öyle asil ve saygılı bir şekilde ayakta durdular ki, kendilerini görenler onları asker değil, rahip sanırlardı. Bana, bunların yeniçeri olduklarını söylemeselerdi; Türklerin din adamları yahut dervişleri olduklarını zannedecektim. Hâlbuki bunlar; dünyayı titreten, gittikleri yerlere dehşet saçan o meşhur yeniçerilerdi.”

Kanunî, hıristiyan-müslüman mücadelesinde; İslâmiyet’i en mükemmel şekilde, adalet, hakkāniyet, insanlık ve yüksek ahlâkî fazîletlerle temsil etmiş, batılı orduları böyle mağlûp etmiş, Avrupa insanının gönlünü böyle fethetmiştir.

KARINCAYA HAYAT HAKKI!

Kanunî, dînî hassâsiyeti tam bir hükümdardı, karıncayı dahî incitmeyecek merhametli bir yüreğe sahipti. Bir gün saray bahçesinde dolaşırken, oradaki bir armut ağacına kalabalık bir karınca ordusunun musallat olduğunu, bu gidişle ağacın çürüyeceğini görünce, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye şu beyti göndermişti:

Dırahta ger ziyân etse karınca

Ziyânı var mıdır ânı kırınca1

Şeyhülislâm ise sualine şu beyitle fetvâ vermişti:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca2

Bu âdil hükümdar; herkese her işin Allâh’ın rızâsını tahsil için yapılması gerektiğini telkin eder, karıncanın hukukunu çiğnememek için dahî hassâsiyet gösterirdi.

ADALET ÂŞIĞI BİR DEVLET ADAMI

Sultan Süleyman; her şeyden önce kanun, eşitlik ve adaletten yana bir devlet adamıydı. Devletin adlî, malî ve idarî esaslarıyla ilgili çıkardığı «Kanunname»leriyle tanınmış, bu sebepten «Kanunî» unvanını almıştı. Osmanlı hukukçuları; kanunnamelerin «şerîat»in hükümlerine göre hazırlandığını, cezâî hükümlerde, suçu işleyen şahısların kim olursa olsun; alçak-yüksek, ahâlî-yönetici, zengin-fakir, herkese eşit biçimde uygulanacağını belirtirler. Kanunlar; İslâm hukukunun, insanlar arasında adalet ve eşitliği emreden prensiplerine dayandırılmıştı.3

İLİM ADAMINA DEĞER VERİRDİ

Kanunî, ilim adamlarının; yabancı ülkelerde bile olsalar Dersaâdet’e getirtilmesini, burada toplanmasını istiyordu. Aktaracağımız hâdise, onun ilme ve ilim adamına verdiği değeri, adalet ve liyâkate verdiği önemi açıkça göstermektedir:

Ramazanzâde Mehmed Çelebi,4 «Nişancı»5 rütbesini kazandıktan sonra; muhaliflerinin gayretiyle önce Halep’e, ardından Mısır sancaklarından birine sancak beyi olarak tayin edilmişti. Fakat Kanunî, hükûmette nişancılık makamının boş kaldığını görünce;

“Bu makamı, «Mora»nın tahrîrini tutan Mehmed’e vermiştim!” diyerek meseleyi sordu. Sadrazam Rüstem Paşa, bu mevki için başka birini düşündüğünden, Mehmed Çelebi’nin bu görevden feragat ederek, Mısır’da oturmak istediğini arz etti. Fakat firâsetli padişah, sadrazamın niyetini anlamakta gecikmedi. Onun muhalefetine karşılık şöyle dedi:

“Ehil olanlar kapumuzdan Mısır’a gönderilmek ne revâdır! Belki Mısır’dan ve gayrı diyarlardan anın gibi adamlar Âsitâne’mize getirilmek sezâdır!”6 diyerek, «Nişancılık» mevkiine, Ramazanzâde’yi tayin etmiş, ölünceye kadar da bu makamda bırakmıştı.7

İLİM VE HAYIRDA YARIŞ YÜZYILI!

Onun zamanında hayır ve hasenat işleri hızlandırılmış, pek çok vakıf eser inşa edilmiştir. Başta Süleymaniye ve Şehzade camileri olmak üzere pek çok cami; devletin hâkim olduğu her bölgede medreseler, dârüşşifâlar, imâretler, köprüler ve su kemerleri yaptırılmıştır. İslâm’ın mukaddes kabul ettiği dînî ve millî ziyaretgâhlar onarılmış ve ihyâ edilmiş, Haremeyn’e su yolları ile leziz sular getirilmiş, bölgede zengin vakıflar kurulmuş, böylece bu hayırlı hizmetlerin yüzyıllar boyu devam etmesi sağlanmıştır.

Kanunî Devri’nde; Zembilli Ali Efendi ve Ebussuud Efendi gibi ilim adamları; Celâlzâde ve Selânikî gibi tarihçiler; Barbaros Hayreddin Paşa, Piyâle Paşa ve Turgut Reis gibi denizciler; Pîrî Reis ve Seydi Ali Reis gibi coğrafyacılar yetişmiştir. Onun döneminde Osmanlı sanatlarının hemen hepsinde en seçkin eserler meydana getirilmiş; şiirde Bâkî ve Fuzûlî, mimarîde Sinan, hüsn-i hatta Karahisârî gibi üstad sanatkârlar yetişmiştir. Kendisi de şair olan Kanunî, «Muhibbî» mahlâsıyla eşsiz beyitler yazmıştır. Yazdığı dîvan, 19. yüzyılda kendisi gibi bir şair olan Âdile Sultan tarafından tab edilmiştir.

_______________________

1 «Şayet karıncalar ağaçlara zarar verirse, öldürmenin günahı var mıdır?»
2 «Yarın Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna varınca, karınca senden hakkını alır.» Ebussuud Efendi bu beyitle, Neml Sûresi’nde Süleyman Peygamberle karınca arasında geçen hikâyeye zarif bir göndermede bulunuyordu.
3 Sultan Süleyman’ın bu adalet ve «Kanunî»liği, büstünün Washington Kongre Galerisi’ne konulmasına sebep olmuştur.
4 Merzifon’da doğan Ramazanzâde, 1553’te Defter Emîni, ertesi yıl Reîsülküttab tayin edildi. Mora’nın tahririnde yani vergi ve tapu kaydında gösterdiği başarı dolayısıyla nişancılık görevine getirilen Ramazanzâde, bir süre Halep ve Mısır’da görev yaptıktan sonra 1562’de aynı göreve ikinci defa tayin edildi. 1571’de vefat eden Mehmed Çelebi, Emir Buhârî hazîresine defnedildi. Mehmed Çelebi, telif etmiş olduğu, «Siyer-i Enbiyâ-i İzâm ve Ahvâl-i Hulefâ-i Kirâm ve Menâkıb-ı Âl-i Osmân» veya kısaca «Târîh-i Nişancı» isimli eseriyle tanınır.
5 Nişancı, Osmanlı merkez teşkilâtında Dîvân-ı Hümâyun üyesi olan yüksek rütbeli bir memurdur, padişahın tuğrasını çeker. Fatih kanunnamesine göre nişancılık; vezirlik, kazaskerlik ve baş defterdarlıktan sonra merkezî idaredeki en yüksek makamdı.
6 Kabiliyet ve liyâkat sahibi kimselerin, İstanbul’dan Mısır’a gönderilmesi uygun değildir; bilâkis böylelerini Mısır’dan veya diğer ülkelerden saltanat merkezine getirtmek doğru olur.
7 Dr. Nimet TAŞKIRAN, Hasekinin Kitabı, İstanbul, 1972, s. 6.