KİMSENİN SARIĞINA TAMAH ETME!

Handenur YÜKSEL

Nişâbur sûfîlerinin meşhurlarından Ebû Ali Dekkāk, X. yüzyılın ortalarında Nişâbur’da doğdu. Horasanlı sûfî Nasrabâdî’ye intisab ettikten sonra; Cüneyd-i Bağdâdî, İmâm-ı Şiblî, Mârûf-i Kerhî, Hasan-ı Basrî gibi devrinin tanınmış âlimlerinden; tefsir, hadis ve Şâfiî fıkhı okudu. Tahsilini bitirdikten sonra vaizliğe başladı. Çok tesirli bir hitabet kabiliyetine sahipti. Uzun süren vaizlik döneminin ardından münzevî bir hayat yaşamaya başladı. Her sene bir başka muhite seyahat ettiği rivâyet edilir. Kâtip Çelebi, Ebû Ali Dekkāk’ın «Kitâbü’d-Dahâyâ» isimli bir eserinden söz eder. Kaynaklarda; 1015 (h. 405) yılında, doğduğu yer olan Nişâbur’da vefat ettiği belirtilir.

Ebû Ali Dekkāk; ilim ve irfanı, üstadından öğrenmeye teşvik eder;

“Kendiliğinden yetişen ağaç, yaprak verir, fakat meyve vermez; verse de tatsız olur. İnsan da böyledir. Hocası olmayan kimseden hiçbir şey hâsıl olmaz.” derdi. Hocaları ve büyüklerine olan hürmeti o kadar fazlaydı ki, onların huzurlarına gideceği zaman, mutlaka gusül abdesti alırdı.

***

Bir defasında Ebû Ali Dekkāk’a birisi gelerek, büyüklerin sohbetinde bulunmanın faydasını sordu. Hazret şu cevabı verdi:

“Bunda iki fayda vardır:

Birincisi; eğer o kimse ilme tâbî olmuşsa, Allah Teâlâ’ya ve O’nun dînine olan muhabbeti, bağlılığı ve sohbetin bereketiyle ilmi artar.

İkincisi; eğer sohbette bulunan kimselerin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olur, ilmi ve edebi artar. Mânevî bakımdan yüksek derecelere kavuşur.”

“–Hocasına muhalefet edenin hâli nicedir?” diye soran bir başkasına;

“–Her kim hocasına kalbinden muhalefet etmeye niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş olur, bu hareketi için tövbe etmesi vacib olur.” buyurmuşlardır.

Yine bir gün ahâlîden biri, tevekkülün ne olduğunu sormak için meclisine gelmişti. İçeri girince, Ebû Ali Hazretleri’nin başında çok kıymetli bir sarık olduğunu gördü. Gönlü o sarığa meyletmişti. Hazret, gelen kişiye dönerek;

“Tevekkül, Allah Teâlâ’ya itimat etmek; onun-bunun sarığına tamah etmemektir.” buyurdu. Derhâl sarığını çıkarıp o kimseye hediye etti.

SİZİ SULTAN İLÂN EDELİM!

Devlet-i Aliyye’nin kurucusu Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan İslâm âlimi olarak bilinen Dursun Fakih, Karamanlı olup Şeyh Edebâlî’nin damadı, Osman Gazi’nin bacanağıdır. Şeyh Edebâlî’den tefsir, hadis ve fıkıh okumuş; ona mürid olmuş, seyr ü sülûkunu onun yanında tamamlamıştı. Karacahisar’ın fethinden sonra (1289) Osman Gazi tarafından şehrin kadılığına getirilen Fakih, burada onun adına ilk hutbeyi okudu. Kaynaklarda, vefat tarihi hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, şeyhinin yerine geçtikten bir süre sonra vefat ettiği (1326 sonrası) kaydedilir. Kabri, Bilecik’te Şeyh Edebâlî Zâviyesi içindeki türbededir.

Yûnus Emre ile çağdaş olan Dursun Fakih, Osmanlı devrinin ilk şairlerindendir. Telif ettiği «Gazavatnâme» isimli eseri, dînî mahiyeti ve eski Anadolu Türkçesine ait ilk örneklerden biri olması hasebiyle önemlidir.

***

Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı II. Mes’ûd ’un, İlhanlı hükümdarı Gazan Han tarafından İran’a götürülmesi üzerine devlet dağılmıştı. Ahâlî sığınacak yer arıyor, beyler karar vermekte tereddüt ediyorlardı. Bu acı haber, Osman Beyin meclisine de ulaşmıştı. Mecliste hazır bulunanlar âlim ve hatiplerden Dursun Fakih, Osman Beye şu teklifi yaptı:

“Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslümanları bir araya toplayıp idare etmek basîret ve kudretini ihsan etmiştir. Allah Teâlâ’nın inâyeti, duâların himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretiyle; çevrenizdeki tekfurları dize getirip, birçoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra, Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlîsini huzura kavuşturmaya gelmiştir. Müsaade buyurun, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan ilân edelim!”

Osman Gazi, istişâreler sonucu Dursun Fakih’in teklifinin isabetli olduğuna kani oldu. Bu kararın ardından adına ilk hutbe okunup sultanlığı ilân edildi.

FETİH HEYECANIYLA YAZILDI!

Meşhur hattatlarımızdan İmam Mehmed Efendi, 16. yüzyılın sonlarında Tokat’ta doğdu. Hakkında geniş bilgi bulunmamaktadır. Doğduğu yere izâfeten «Tokadî» diye de bilinir. Büyük hat ustası Mehmed Efendi, daha sonra İstanbul’a gelip, Hasan Üsküdârî’den ders alarak kendisini yetiştirdi ve bu büyük üstaddan icâzet aldı. Mehmed Tokadî, 1642’de (h. 1052) İstanbul’da vefat etti.

***

Sultan IV. Murad, üstad hattat İmam Mehmed Efendi’ye bin altın karşılığında bir Kur’ân-ı Kerim yazma işi sipariş ettikten sonra Bağdat Seferi’ne çıkmıştı. Padişah, aradan iki yıl geçtikten sonra, Bağdat’ı fethedip İstanbul’a döndüğünde; İmam Mehmed, yazdığı cüzleri getirip, Sultan’a takdim etti. Murad Han, cüzleri dikkatle inceledikten sonra;

“–Mehmed Efendi, bakıyorum da, Kur’ân’ın yazıları; sonlara doğru, baş tarafından daha hoş, daha zarif olmuş. Bu fark neden ileri geliyor acaba?” diye sordu.

Ünlü hattat, soruyu şöyle cevaplandırdı:

“–Doğru dersiniz Sultanım! Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in baş tarafı Bağdat’ın fethedilmesi heyecanıyla, son kısımları ise Bağdat’ı fethetmenizin ve dönüşünüzün sevinci içinde yazılmıştır!”

YUVA YIKARAK, YUVA YAPILMAZ!

Çağımızın İslâm âlimlerinden Bedîüzzaman Said Nursî, 1876’da Bitlis’in Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde doğdu. Bir müddet, doğunun çeşitli illerindeki medreselerde okuduktan sonra Van’a yerleşti.

I. Dünya Savaşı hengâmında Bitlis ve Muş’un, Ruslar tarafından işgali sırasında gönüllüleriyle birlikte çarpıştı. Sonunda yaralanıp Ruslara esir düştü. Yaklaşık bir buçuk yıl süren esaretin ardından döndüğü İstanbul’da «Dâru’l-Hikmetü’l-İslâmiyye» âzâlığı görevine getirildi.

Cumhuriyet sonrası 1926’da, Van’ın Erek Dağı’nda münzevî bir hayat sürerken; şarktaki nüfûzundan, dînî hizmet ve faaliyetlerinden çekinen idare tarafından Isparta’ya sürgün edildi. Barla’da başlayan sürgün ve hapis yılları; Eskişehir, Kastamonu, Denizli ve Afyon illerinde devam ederek, vefatına kadar tam 34 yıl sürdü. 23 Mart 1960’da Urfa’da hayata vedâ etti.

***

Bedîüzzaman Said Nursî; yaz aylarında Van’ın Erek Dağı’nda bulunan yaylaya çıkar, talebelerine orada ders verirdi. Yine bir bahar mevsimini yaylada geçirmişlerdi. Fakat havalar giderek soğumaya başlamış, kış yüzünü göstermişti. Talebeleri; kar yağmadan önce bir kulübecik yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Bulundukları yer yamaçtı. Hocalarına danıştılar. Bedîüzzaman; biraz düşündü, sonra da kendilerine barınak yapmak için uygun bir yer göstererek;

“–İşte burayı kazın; buraya pencere, şuraya da kapı yeri ayırın. Bu bölge sıcak olur, kışı burada geçiririz.” dedi. Az sonra iki talebesi gösterdiği yeri kazmaya başlamıştı. Bedîüzzaman arada bir geliyor, kazılan yeri gözden geçiriyordu. Bir ara kazı yerinden karıncaların çıktığı görüldü, karınca yuvasına rastlamışlardı. Bedîüzzaman;

“–Bırakın orayı!” dedi. Talebeleri;

“–Neden üstadım? Yumuşak bir toprağı var, ne güzel kazıyoruz, çok az bir yer kalmıştı.” deyince;

“–Yuva yıkarak, yuva yapmak olmaz. Hayvanların yuvasını dağıtmayın, başka yeri kazın!” dedi.

Ne hikmetse, her kazdıkları yerden karınca fışkırıyordu. Bu şekilde üç yer değiştirdiler. Karıncaların olmadığı bir yer bulup kendilerine küçük bir kulübe yapabilmeyi ancak dördüncüsünde başarabilmişlerdi.