NİNEDEN TORUNA…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Rahmetli babaannem sağken, ondan hâtıralarını dinlemeyi çok severdim. Tandırda ekmek yapmanın inceliklerini, bağ bozumunda nasıl pekmez kaynattıklarını, izbelerini, hayatlarını, avarlarını… O anlattıkça ben de o hâdiselerin geçtiği evi, çocukluk çağımda son hâlini gördüğüm o bağlı-bahçeli eski Konya evini gözümün önüne getirirdim. Aslında babamların evi, şehir merkezine çok yakındı. Zaten dedemiz de İstanbul’a gelmelerinden evvel uzun bedestende halı ticaretiyle uğraşırmış. Tıpkı diğer dedemin de kumaş ticaretiyle uğraşması gibi…

Dedelerim esnaflıkla meşgul oldukları hâlde, evlerinin arkasındaki bağda üzüm, bahçede sebze yetiştirmeyi tercih ederlermiş. Her ne kadar, getireceği gelire ihtiyaçları olmasa da ev için bir bereket vesilesi olarak görürlermiş, zannederim… Hem bağın nimetlerini konu komşuya, bilhassa yoksullara dağıtarak değerlendirirlermiş. Meselâ bahar mevsiminde karlar eriyip bağın puştaları suyla doldu mu, ardından içinde bir çocuğun kaybolabileceği uzunlukta otlar bitermiş. Dedemler; sütünden faydalandığı bir besi hayvanına sahip komşularına, bu otu karşılıksız verirlermiş. Ardından üzüm çubuklarını budadıkları mevsimde; sapları, yaprak mevsiminde taze yaprakları konu komşuya dağıtırlarmış.

O zamanın kadınları, korukları limon gibi yemeklere ekşilik versin diye kullanırlarmış. Salkımlara henüz sadece alaca düştüğü Haziran aylarında; bahçelerindeki dut ağacının altına sofra bezi gerer, ağacı silkeleyerek her gün bir tabak dutu sofralarına getirirlermiş. Elbette konu komşuyla havuz başında bir araya geldiklerinde, tandır ekmeğiyle taze peynirin yanında dut yemesi pek güzel olurmuş. Üzümler olgunlaşıp bağ bozumu başlayınca bütün mahalleye sepet sepet üzüm dağıtılırmış.

Her şey bir merasim vesilesiymiş eski zamanlarda. Çocuk dünyaya gelir, hediyesini alan tebrike koşar. Lohusanın ve çocuğun kırkı çıkar, banyo yaptırma merasimi… Sonra bebek gezdirme, ardından diş buğdayı, erkekse sünnet…

Mektebe başlayınca besmele merasimi… Zaten çocuk biraz yürümeye başlayınca akranlarının arasına karışır. Artık sokaktan içeri almak ne mümkün?

Üç ayların başlangıcında mahallenin çocukları hep birlikte çıkarlar, konu komşunun kapısını çalıp şeker, «şivlilik» toplarlar. Yani herkes biraz çerez verir; leblebi, üzüm, fıstık, leblebi şekeri gibi… Sonra topladıkları çerezleri bir araya getirir, neşeyle yerler. Susamdan elde edilen şırlan yağında lokmalar kızartılır.

Ramazanda iftar gezmelerine gidilir. Topun patlaması beklenir, heyecanla… sonra gelsin tepsi tepsi pilâvlar, börekler, baklavalar…

Bayram gelir, bayramlıklar alınır. Büyükler ziyaret edilir, ellerinden öpülür. Onlar da küçüklere harçlıklar, hediyeler verir. Şekerler, lokumlar, çoraplar, mendiller…

Kurban bayramında kurban kesilir; ciğerden başlayıp kavurma, haşlama, kelle, paça gibi bir sürü et yemekleri yapılır. Misafirler çağrılır, bolluğun hissettirdiği şükür duygusuyla yenir içilir. Aşûre ayında aşûre tatlısı yapılır, dağıtılır. Yılın yarısından çoğu; özel günlerle, gecelerle ve bu vesileyle yapılan iyilikle, cömertlikle geçer.

O zamanlar insanlar her şeyi parayla ölçmez, kazançla değerlendirmezmiş. Herkes neye sahipse, neyi paylaşabiliyorsa ondan ikram ederek mutluluk ve fazîletten bir hisse sahibi olurmuş. Meselâ konu komşu üzüm sepetlerini geri gönderirken, evde neyi bolsa ondan koyarmış. Bostanı olan sepete sebze; evde sağımlık hayvan besleyen bir kâse yoğurt; köyünden mahsulü gelen bulgur, nohut, yufka; meyve ağacı olan kayısı, armut… herkes elinden ne gelirse, gönlünden ne koparsa onu kor; koyacak bir şeyi olmayan da «Allah râzı olsun, yerine çok versin» diye duâ edermiş. Zaten maksat biraz da üstü kapalı yardımlaşmak değil mi? Fakirin gönlünü incitmeden hediyeleşerek yardımlaşmak…

Her şey hediyeleşmeye ve yardımlaşmaya vesiledir zaten. Hastalık, doğum, cenaze, ev inşaatı, tamiratı, taşınma, düğün, dernek…

Başında bir derdi, bir meşgalesi olana yemek yapılır, gönderilirmiş. Gücü-kuvveti olan, eline iş yakışanlar inşaat yapana, taşınana, yardıma koşarmış. Zaten pek çok iş imece usulü, beraberce görülürmüş. Meselâ mahallede düğün mü var; evlerden sini, sahan, çanak, kaşık, sürahi, bardak toplanırmış. Umumiyetle mahallenin camisinin emanetinde tutulan; herkesin ortak malı olan kazanlarda çorba, pilâv, helva pişirilirmiş. Herkes yeni yuva kuracak olan kızın çeyizine yardım edermiş.

Eski zamanlarda hediyeleşmeler bugünkü gibi zahmetli, külfetli değilmiş. Bir düğün olduğu vakit, herkes kendisine ne kolay gelirse onu hediye götürürmüş. Meselâ koyun güderek geçimlerini sağlayan yörükler, yünden dokunmuş bir seccade veya keçe getirirmiş. Bakırcı esnafı bir bakır sini, elinden iş gelen hanımlar bir oyalı çember, minder yüzü, yastık başı… Her ne olursa…

O zamanlar genç hanımlar şimdiki gibi kaprisli değilmiş demek ki:

“Aman bu benim tarzım değil. Bu eşya mobilyalarıma uymadı, geri götürün. Ben bunu hayatta giymem!” demezlermiş. Allah ne verdiyse râzı olurlarmış. Bu sayede evlenmek öyle zenginlere mahsus bir ayrıcalık değilmiş, herkesin nohut oda bakla sofa bir yuvası olur;

“Arı kadar beyi olanın dağ kadar yeri olur.” diyerek mutlu mesut geçinir giderlermiş.

Kadınlar evlerinde otururlarmış o zamanlar. Ama evlerde pek çok şey üretebilirlermiş. Şimdiki gibi sırf tüketim yeri değilmiş evler. Dışarıdan alınanlar gaz, tuz, bez imiş. Onun haricinde her şeyi evinde, tezgâhında üretirmiş Türk kadını. Hattâ cepheye göndereceği beyinin yahut oğlunun gömleğini de kendisi dokurmuş.

O zamanlar evin dışında ne varmış ki? Şimdiki gibi çeşit çeşit oteller, kafeler, restoranlar, ofisler, fabrikalar, alışveriş merkezleri mi varmış sanki? Ev dışında bilinen binalar; cami, mektep, mahkeme, kışla imiş. Zaten oralar yaşamak için değil, çeşitli ihtiyaçlar içinmiş. Hayat evdeymiş…

İnsanlar birbirlerine oturmaya gidermiş. Yazın taş döşeli avlulara kilimler serilir, minderler, sırt yastıkları döşenirmiş. Uzun kış gecelerinde de soba başında oturulurmuş. Konu komşu, akraba, beraber çalışır; beraber yer, içer, sohbet edermiş. Kestaneler pişirilir, yağlı mısır, kavurga, kenevir, meneviş kavrulurmuş. Güzün kurutulan yemişler, pestiller, cevizli sucuklar çıkarılırmış. Yer altına kazılmış izbelerde, iple tavana asılarak saklanan kışlık kavunlar, üzümler, armutlar getirilirmiş birer birer sofraya…

Yaşlılar, çocuklara masal anlatırmış. Bir hoca efendi varsa yahut hoş sohbet, çok kıssa, menkıbe bilen bir aile büyüğü; o anlatırmış tatlı tatlı…

Hazret-i Ali’nin kahramanlık destanları anlatılırmış. Hayber Kalesi’nin kapısını kendisine nasıl kalkan yaptığı…

Askere uğurlanan her delikanlı Allâh’ın arslanı Hamza’ymış, Ali’ymiş. Eve gelen her gelin, Âişe’ymiş, Fâtıma’ymış. Dedelerin bağrına bastığı, öpüp kokladığı her torundan Hazret-i Hasan’ın Hüseyin’in kokusu gelirmiş. Onlar, sanki yamacın öte yanındaki köydenmiş gibi tanıdıkmış.

İnsanlar televizyonun karşısına geçip, atalarına dil uzatan dizilere bakıp utancından yüzünü yere eğmezmiş. Tarihe efsane katılır, kahramanlık destanları daha da bir ballandırılırmış. Çoluk çocuk o kıssaları, menkıbeleri dinleyince; hem ecdâdına hürmeti, muhabbeti öğrenirmiş hem de kendisinde böyle bir milletin soyundan olmanın izzetini, şerefini hissedermiş…

Her şey bir tarafa, asıl şunu soruyorum kendime:

Acaba biz torunlarımıza ne anlatacağız?