İKİ BAKIŞ AÇISI, İKİ SÜLEYMAN…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Son dönemde tarihî şahsiyetler etrafında bir tartışmadır koptu…

Tartışma programları, diziler, yazılar, çiziler… ülkemizde mütedeyyin kesimin tarihe bakışındaki sâfiyeti alaya alıyor, onu yıkmaya çalışıyor.

Meseleye bakışın ekseninde bir ifrat ve bir de tefrit var. Yani iki aşırı uca çekiliş…

Kur’ân-ı Kerim’de on kez kâh inançsızların ağzından, kâh bizzat peygamberlerin ağzından şu hakikat ifade edilir:

Peygamberler, muhatapları gibi birer insandır.

Müşrikler bunu peygamberlik müessesesini inkâr için söylüyorlardı. Fakat sözlerinde mantık hatası vardı. İnsan olmak peygamber olmaya mânî değildi ki? Bu sebeple peygamberler de, muârızlarının delilini çürütmek için;

“Evet sizin gibi bir insanız, ancak bize vahiy geliyor.” dediler. (İbrâhîm, 10, 11; el-Kehf, 110; el-Enbiyâ, 3; el-Mü’minûn, 24, 33; eş-Şuarâ, 154, 186; Yâsîn, 15; Fussılet, 6)

Muhatapları Allâh’ın elçilerinin ancak melekler olabileceğini söylüyorlardı ki, Kur’ân buna da cevaplar getirdi. (el-En’âm, 9; el-İsrâ, 94, 95)

Yani tarihin en mühim kahramanları olan peygamberler; vahiy almaları ve nefsânî davranmaktan korunmuşlukları dışında, bizler gibi insandırlar.

Diğer tarihî şahsiyetler de öyle… Onlara bakışta da, benzer bir problemle karşı karşıyayız:

Bir kesim; tarihteki şahsiyetleri, melâike olarak görüyor.

Tam karşılarına düşen masadakiler ise onları, insan; fakat «bel hüm edall» seviyesinde, günahkâr, fâsık, kötü niyetli insanlar olarak görmek ve sunmak istiyor.

Birinci görüşü aşırı bir tâzim; ikinci görüşü ise sû-i zan olarak tarif edebiliriz.

Birinci görüşün psikolojisi bütün devirlerde rastlanabilecek efsaneleştirme, milletin mâzîsini belirlemiş şahısları birer masal kahramanı hâline getirme açısından masum… Fakat tehlikesi şu:

Artık dünyada hiçbir şey gizli kalmıyor. Melek olarak gördüğü bir şahıs hakkında, iftira değil tarihî vesikalara dayanan bir hakikatle karşılaşılınca bir sarsıntı, bir bulantı geçirilme ihtimali yüksek… Aşırı sevginin, zıt kutba, aşırı nefrete dönüşme ihtimali…

İkinci bir tehlike de şu:

Masal kahramanları, kimseye model olmazlar. İnsan, insanı model alır. Kendi şartlarında bir insanı…

İkinci görüştekilerin, yani sû-i zan görüşünün psikolojisi ise, basitçe herkesi kendi gibi bilmek!

Günümüzde azıcık hazır para, birazcık şöhret, Kanunîlerin saltanatının topuğuna varmayan bir mevkicik elde eden çokları «ne oldum delisi» oluyor. Şehvet, servet, şöhret adlı şeytan üçgeninde savrulurlarken başka zavallıları da içine çeken anaforlar meydana getiriyorlar.

İşte eline imkân geçse tam da böyle bir girdaba namzet olan kişiler; tarihte dev makamlara, muazzam hazinelere, müthiş kudrete sahip olan şahsiyetlerin de kendi düşünceleri gibi davranmış olduğunu düşünüyorlar… Harem fantezilerinin, entrika, komplo, skandal iddialarının, iftiraların sebebi bu…

Akılları almıyor; nasıl bu kadar zengin ve kudretli bir insan, hayvanlaşmaz da melekleşir?

Nasıl olur da, onca parayla sefâhata gömülmek yerine; Üsküdar’ın bir mahallesine cami, hamam, kütüphane, çeşme… yaptıracağım diye didinilir?

Nasıl olur da, cihan hükümdarı; annesinin kendisi için seçip beğendiği, harem okulunda yetişmiş birkaç adaydan başkasıyla, istese de evlenemez?

Nasıl olur da, devrin en büyük ordularının sahibi, maaşını verdiği bir şeyhülislâmdan fetvâ alamayınca eli-kolu bağlı kalır?

Akılları almıyor, almayınca hayalleri devreye giriyor. Kendileri gibi sû-i zan sahibi, oryantalistler / doğu bilimci batılıların açtığı yolda, onlardan kalan kırıntılarla hayalî üretime başlıyorlar.

Bu ifrat ve tefritin itidal noktası; tarihimize mühür vuran kişileri, birer insan olarak bilmek ve onlara hüsn-i zan beslemek. Bu hüsn-i zan, o kişilerin kendi haklarında verdikleri beyanlarda samimî olduklarına inanmakla başlar.

Onlar mü’mindiler. Şiir şiir dîvanlarla, emir emir fermanlarla, vakıflarıyla, vakfiyeleriyle daima mü’min olduklarını, Allâh’ın rızâsını umduklarını dile getirdiler. Defnedilmeyi vasiyet ettikleri türbelere bakın… Öbür dünyadaki niyazları da Allâh’ın rahmeti ve Rasûlullâh’ın şefâatidir.

Böyleyken niye onların samimî olmadıklarına, iki yüzlülük sergilediklerine inanalım ki?

Diğer yandan onlar, günah işleyemeyecek melekler yahut günahtan alıkonulan peygamberler de değildiler. Sadece iradeleriyle takvâyı, ihlâsı seçen Allah kullarıydılar.

Dededen toruna Allâh’ın korkusuyla, Allâh’ın rızâsını arayan bir eğitim ile yetişiyorlardı. Toplumun nabzı da takvâ ile atınca, mesele hayırda yarışmak olunca, mal ve mülk hizmetin vasıtası olunca, sefâhat akla bile gelmiyordu. Adâletin mülkün temeli olduğu, duvar yazısı değil, vicdan sızısı olunca entrikalara, zulüm ve cinayetlere hiç ihtiyaç yoktu.

Günaha dadanmamış, sâlih bir kul olmak için illâ melek olmak gerek diye düşünürsek, putperestlerin peygamberler karşısında sergilediği yanlışa düşüyoruz.

Hâlbuki Kur’ân; on kez «sizin gibi insan» diyerek, model alma, örnek edinme, imtisal duygularımızı canlandırmayı hedefliyor.

İşte bir başka Süleyman; Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-…

Kanunî’nin adaşı olan bu peygamber de, Cenâb-ı Hak’tan; «Bana, benden sonra kimseye nasip olmayacak bir hükümranlık ver yâ Rab!» (Sâd, 35) niyazıyla istediği muhteşem bir saltanat ile meşhur…

Kuşların dilinden anlar… (en-Neml, 16) Hüdhüd ona haberler getirir. (en-Neml, 20-28) Rüzgârlara hükmetmesi sayesinde, yaya olarak bir ayda aşılan mesafeyi, bir sabahta alır. (Sebe’, 12) Veziri Âsaf, günümüz teknoloji devrinde henüz başarılamayan madde nakline hâkimdir. (en-Neml, 40)

Fakat o bir peygamberdir… Hazret-i Dâvud’un oğlu… Mal ve serveti, hüküm ve kudreti kalbine iliştirmeyen, sadece hizmet ve tebliğ vasıtası olarak kullanan, bu hususta temâyüz etmiş ve asırlar sonra gelecek adaşına da nümûne-i imtisal olmuş bir peygamber…

Ancak gelin görün ki, ehl-i kitap onun peygamberliğini unutmuş… Onun cinlere, kuşlara ve rüzgârlara bile kurduğu hâkimiyeti belki de sû-i zan ile yorumlayarak onu tarihlerinde yaşamış hâşâ sihirbaz, kâfir bir kral olarak kayda geçirmişler.

Kur’ân bu yanlış kaydı iptal ediyor. Bir iftira, bir sû-i zan olduğunu beyan ediyor. (el-Bakara, 102)

Demek ki bir kenara yazılı her ifade, belge değildir; doğru olmak zorunda değildir. Yalan ve iftira, kâğıda geçti, üzerinden asırlar geçti diye yıllanmış hakikat şarabı olmaz!

Evet, Hazret-i Süleyman da bir insan… Kanunî Sultan Süleyman da…

Biri peygamber, diğeri de Son Peygamber’in güzel, sâlih bir ümmeti…

İkisi de, mutlak kudrete ve muhteşem hazinelere sahip olsa da, insanın, Allah karşısındaki kulluğunu ve hiçliğini unutmayabileceğinin birer şahidi…

Bu şahitlikten rahatsız olanlar, iki Muhteşem Süleyman’ı da rahat bırakmıyorlar. Dün de bugün de…