Kayser Önünde İzzetli Bir Esir ABDULLAH İBN-İ HUZÂFE ES-SEHMÎ -2-

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

Hicretin dokuzuncu yılı, Rebîu’l-âhir ayının âhiri…

Mekke Fethi’nden yedi ay sonra…

Vedâ Hutbesi’yle taçlanacak olan ebedî risâletin yirmi ikinci senesi…

Allah Rasûlü’nün feyizli tebliğinin bereketiyle şirkten yakasını kurtaran Cezîretü’l-Arab’a huzur ve sükûn hâkimdi. Günler bu minval üzere geçerken emniyet ve âsâyişi bozabilecek bir tehlikenin haberi Medine’ye ulaştı:

«Eşkiyalık yapan Habeşli korsan gemileri Şuaybe Limanı yakınlarında görüldüler!»1

Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm-, derhâl Alkāme İbn-i Mücezziz el-Müdlicî -radıyallâhu anh- komutasında üç yüz kişilik bir müfrezeyi Kızıldeniz sahiline sevk etti.

Fırtına kopmuş, deniz kabarmıştı. Dalgalar geçit vermez bir hâle gelmiş, korsan tâifeleri ise sahile yakın bir adada mevzîlenmişti. Süratle o mıntıkaya ulaşan mücâhidler, hava şartlarına aldırmadan gemilerle denize açıldılar. Korsanlar hiç ummadıkları bir anda kendilerine doğru gelen müfrezeyi görünce dehşete kapıldılar. Telâş içinde çareyi kaçmakta buldular. İslâm tarihinde gerçekleşen ilk deniz seferiydi bu.

Hazret-i Alkāme -radıyallâhu anh- dönüş yolunda elli kişilik bir keşif kolunu Abdullah İbn-i Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın sevk ve idaresine verdi. Önden gönderilen ve müfrezenin yol emniyetini sağlamakla vazifeli bu askerlerde yorgunluk emâreleri seziliyordu. Hazret-i Abdullah, onların toparlanarak kendilerine gelmeleri için bir yerde mola verdirip odun toplattırdı. Sonra toplanan odunları tutuşturup her zamanki şakacılığıyla -ama zâhiren gayet ciddî bir tavırla- askerlerine şu soruyu sordu:

“–Sizler bana itâat etmekle vazifelisiniz, öyle değil mi?”

“–Evet!”

“–Öyleyse ne emredersem yapacaksınız, öyle değil mi?”

“–Elbette!”

“–Şimdi size emrediyorum! Hepiniz şu yanmakta olan ateşe giriniz!”

Böyle bir emre itâat hususunda askerler anlaşmazlığa düştüler. Bazıları;

«Bizler ateşten kaçarak Allah ve Rasûlü’ne îman etmişken, şimdi kendimizi tekrar ateşe mi atacağız?» diyerek geri durdular. Bazı askerler ise; doludizgin yerlerinden kalkıp ateşin kenarına kadar vardılar. Hazret-i Abdullah, onların gerçekten ateşe gireceklerine kānî olup emre itâatteki gayretlerini görünce;

“–Durun! Ben size şaka yapmıştım. Asıl gayem itâatinizi denemekti.” dedi.

Medine’ye varır varmaz, aralarında cereyan eden bu meselenin hâlli için Allah Rasûlü’ne müracaat ettiler. Hâdiseyi dinleyip öğrenen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Eğer ateşe girseydiniz ebedî oradan çıkamazdınız. Meşrû olmayan emir ve isteklerde hiçbir kimseye itâat edilmez. İtâat ancak uygun ve meşrû hususlardadır. Hâlık’a isyanın emredildiği bir işte mahlûka itâat olamaz.” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr-i Nisâ, 11; Müslim, İmâre, 31, 1834; Ebû Dâvud, Cihâd 96, 2624; Müsned, 3, 67)

Ciddiyeti gerektiren askerî bir görev esnasında kumandanın böylesine ağır bir şaka yapmış olması; askerlerini zinde tutma gayesine mâtuftu. Bunu gayet tabiî karşılayan Allah Rasûlü, hiçbir şekilde Hazret-i Abdullâh’ı kınamadı.

Bu hususta nâzil olan bir âyet-i kerîme, mü’minleri irşâd ederek meseleye son noktayı koydu:

“Ey îman edenler! Allâh’a itâat edin! Peygamber’e ve sizden olan idarecilere de itâat edin! Eğer herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allâh’a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız o meselenin çözümünü Allâh’a ve Rasûlü’ne havale edin (onların talimatına göre hareket edin); bu (sizin için) hem hayırlı hem de netice itibarıyla daha güzeldir.” (en-Nisâ, 59)

Râşid Halîfelerin ikincisi, Hazret-i Ömeru’l-Fârûk dönemi…

«İ‘lâ-yı Kelimetullah» mefkûresinin içine dünyevî hiçbir mülâhazanın karışıp giremediği yıllar…

Fetihlerin zaferlerle at başı gittiği, izzetli ve şevketli yıllar…

Ard arda kazanılan zaferler neticesinde Sâsânî saltanatı tarihe karışmış, peşi sıra Bizans’ın tasallutundaki Suriye ve Mısır fethedilmişti. Gördükleri müsamaha ve adâlet sebebiyle fethedilen yerlerin gayri müslim halkları kitleler hâlinde müslüman olmaya başlamıştı.

Hicretin on dokuzuncu yılıydı. Hazret-i Ömer’in defaatle gönderdiği İslâm’a davet mektuplarından birisini, o sırada Kayseriye taraflarında bulunan Bizans İmparatoru’na ulaştırdılar. Îmanın, fedâkârlığın ve mefkûrenin mânâsını bile idrakten mahrum Kayser, mektubu okuyunca ordu kumandanlarına emretti:

“Peygamber’in ashâbından birini yakalarsanız derhâl bana getirin!”

Bu emirden sadece birkaç gün sonra gerçekleşen savaşta birçok İslâm askeri esir düştü. Esirler arasında Abdullah İbn-i Huzâfe -radıyallâhu anh- da vardı.

On iki yıl önce Efendimiz’in elçisi olarak kisrânın huzurunda çekinmeden hakkı tebliğ eden Hazret-i Abdullah, şimdi de esir olarak kayserin huzurundaydı.

“İşte bu, Muhammed’in ashâbının ileri gelenlerinden biridir!” diyerek takdim ettiler.

Kayser; Abdullâh’a, hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalık nimetlerden bahsedip durdu. Çünkü bir şekilde onu kazanarak kendi safına çekmek istiyordu. Peygamber’in yakın arkadaşlarından birisinin hıristiyanlığı kabul etmesi, müslümanlar arasında panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Bu ilk karşılaşmanın neticesinde kayser; Hazret-i Abdullâh’ın vakarlı tavrına, salâbet-i dîniyesine ve sadakatine şahid oldu.

Azmini kırmak için onu hapsettiler. Günlerce yemekten, içmekten alıkoydular. Sonra hücresine yemesi için şarap ve domuz eti gönderdiler. Üç gün gözleyip beklediler. Abdullah -radıyallâhu anh-, şaraba ve domuz etine doğru dönüp bakmadı bile.

İkinci defa imparatorun huzuruna çıkarıldığında kayser merakla sordu:

“–Benzin iyice sararıp soldu. Muhakkak öleceksin! Seni yemekten ve içmekten alıkoyan nedir?”

“–Gerçi dînim zarûret hâlinde onlardan yememi ve içmemi bana helâl kıldı. Ama ben azmettim! Âlem-i İslâm’ı ağlatıp sizleri güldürmeyeceğim!”

Bu azametli cevaba karşılık kendi düşünce dünyasına göre müthiş bir teklifte bulundu kayser:

“–Sen hıristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem! Seni mülk ve saltanatıma ortak yaparak kızımı da seninle evlendirsem! Ne dersin?”

Müşriklerin nice işkencelerine katlanmış olan Hazret-i Abdullah, gülerek şu cevabı verdi:

“–Sen bana, mülkünün tamamını versen, buna ilâve bütün Arap ve Acem mülkünü de versen, bir göz açıp kapayıncaya kadar dahî dînimden dönmem!”

“–Öyle ise öldürüleceksin!”

“–Bunu yapmaya gücünüz yeter. Ama kalbimden îmânımı söküp atmaya asla yetmez!”

Evvelâ çarmıha gerdiler. Korkutma maksadıyla yakınına sayısız oklar attılar. En ufak bir endişe, tereddüt ve temâyül göremediler. Nihayet bakırdan oldukça büyük bir kazan getirdiler. İçine zeytinyağı koyarak kaynattılar. Esir İslâm mücâhidlerinden birini getirip kazanın içine attılar. Abdullah -radıyallâhu anh- ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.

Şimdi, fokur fokur kaynayan kazanın başında o vardı. Tekrarlanan teklifleri şiddetle reddetti. Rabb-i Kerîm’ine, böylesine ulvî bir şehâdetle kavuşacağı için mesrûr ve mütevekkil, atılacağı kazana bakıyordu. Gönlündeki hissiyat, bendini yıkan coşkun bir ırmak hâlinde gözlerinden taşıverdi. Gözyaşlarını fark eden imparator, fikir değiştirdiği zehâbıyla koşarak geldi. Elinde tuttuğu haçı öpmesi için ona doğru uzatırken;

“–Kurtulmak için ne yapman gerektiğini biliyorsun!” dedi.

Hazret-i Abdullah şahâdet parmağını göklere kaldırdı:

“–Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühû!”

Kulaklarına inanamayan kayser merakla sordu:

“–Peki! Öyleyse niçin ağlıyorsun?”

Îmânın gücünü gösteren ve insanlık tarihine altın harflerle yazılan cevap; muhteşemdi:

“–Fecî bir sûrette gelen ölümüme ağladığımı zannetme! Şehâdetim beratımdır. Ne yazık ki, Rabbim için verebileceğim sadece bir tane canım var! Bir canla ve bir anda öleceğime ağlıyorum. Oysaki ben, vücudumdaki kıllarım adedince canımın olmasını ve her biri için şu kaynayan kazana tekrar tekrar atılmayı ne kadar arzu ederdim.”

Hazret-i Abdullâh’ın destanlaşan söz ve tavırları, imparatorun aklını başından almıştı. Bu kahraman esir karşısında kendini küçülmüş, ezilmiş ve mağlûp olmuş hissediyordu. Göstermelik de olsa bir mürüvvet sergilemeli, altta kalmamalıydı. Ne yapıp etmeli, mutlaka bir şekilde onu serbest bırakmalıydı. Hiç yapmadığı, yapmayacağı bir şeyi yaptı:

“–Başımı öp! Seni serbest bırakayım!”

“–Hayır! Asla!”

“–Başımı öp de seninle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakayım!”

“–Gerçekten serbest bırakır mısın?”

“–Evet bırakırım!”

Hazret-i Abdullah kendi kendine;

«Müslümanların canını kurtarmak için Allah düşmanlarından birinin başını öpmemde ne mahzur var?» diye düşündü.

“–Ey Kayser! Senin Allâh’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyor ve başını ancak kardeşlerimi serbest bırakacağın için öpüyorum.” diyerek belli belirsiz bir şekilde dudaklarını kayserin nursuz alnına değdirdi.

O gün tam seksen müslüman serbest bırakıldı. Halîfe Hazret-i Ömeru’l-Fâruk, kurtulan seksen mücâhidin Medine’ye dönmesiyle hâdiseyi etraflıca öğrenmişti. Derhâl Mescid-i Nebevî’de Minber-i Rasûlullâh’a çıktı. Gösterilen fedâkârlığı takdir ve tebrik eyledi. Hakikati tespit ve hakkı teslim eyledi. Orada bulunan cemaatin gönüllerine de tercüman olan hitâbı, bir ricayla hitam buldu:

“Ey mü’minler! Kardeşiniz Abdullah İbn-i Huzâfe, sırf kardeşlerinin canını kurtarmak için, Allah düşmanlarından birinin başını öptü. Bugün, hepimize düşen bir vazife; onun başını öpmek! Bu vazifeyi evvelâ yerine getirecek olan da benim!”

Süratle minberden inen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Abdullah -radıyallâhu anh-’ın yanına gitti ve onu mübarek başından öptü. Ardından da bütün Medine…2

Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun! Şefâatlerine cümlemizi nâil eylesin…3

_________________

1 Mekke’nin Kızıldeniz’e çıkış kapısı; cahiliye döneminde Şuaybe Limanı, İslâm’dan sonra da Cidde Limanı olmuştur.
2 Mısır’ın fethine de iştirak eden Abdullah İbn-i Huzâfe, Hazret-i Osman’ın hilâfetinin son senesi (h. 35/m. 656) Mısır’da vefat etti.
3 İbn-i Huzâfe hakkında geniş bilgi için bkz. İbn-i Sa‘d, Tabakāt, 4. c, 189-190; İstiâb, 2. c, 283-286; Üsdü’l-Ğâbe, 3. c, 211-213; Nubelâ, 2. c, 11-16; İsâbe, 2. c, 296-297; DİA, 1. c, 108; Sahâbîler Ansiklopedisi, s. 31-32; Ahmed, Müsned, 3. c, 450-452.