O SES…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Sultanahmet Camii’nden çıkmışlardı. Fatma Hanım saatine baktı:

–Orhan evlâdım, vaktimiz müsait. İstersen Topkapı Sarayı’nı da görelim.

–Tam ben de bu istekte bulunacaktım yengeciğim.

–Haydi öyleyse.

Birlikte yürüdüler. Hem dolaşıyor, hem sohbet ediyorlardı. Zihinlerindeki tarihî bilgiler, gördükleri ile birleşince birden hareketleniyordu.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın yaptırdığı ve Sarây-ı Cedîde-i Âmire adını verdiği bu saray, Osmanlı’nın en ihtişamlı yıllarının idare merkeziydi.

Fatma Hanım da, Orhan da sükût içinde ziyareti tercih ettiler. Çünkü tarihin kendisi konuşuyordu.

Hele Mukaddes Emânetler bölümünde sanki huzûr-i Peygamber’de imişçesine bir feyiz hâli yaşadılar.

Gönülleri, asırları aşarak o devirlere gitti. Asr-ı saâdet devrinden başladı, dolaştı, dolaştı, Yavuz devrine geldi.

Büyük cengâver hünkâr; bu mütevâzı saraydan yönetilen Osmanlı toprağını, bugünkü Türkiye’nin tam beş katı artırarak, 4.182.000 kilometrekareye çıkarmıştı. Mısır ve Arabistan Yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçmiş, Hint Okyanusu’na kadar inilmişti. Kuzey Afrika hâkimiyeti ile Osmanlı hudûdu Atlas Okyanusu’na dayandırılmıştı. Hicaz ve Ortadoğu ülkeleri Osmanlı hizmetine açılmıştı.

İşte bu muhteşem hizmetin bir bereketi olarak da;

Mübârek ve mukaddes emânetler, İstanbul’a getirilerek İstanbul, şeref ve izzet kazanmıştı. Bunlar; Topkapı Sarayı’nda mahsus bir hücreye konulmuş, burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’ân-ı Kerim okunması için kırk hâfız tâyin edilmişti. İlk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi olmuştu.

Ta ceddi Osman Gazi’nin Kur’ân bulunan odada ayaklarını uzatıp yatmaması hürmetinden itibaren Osmanlı sultanlarının Kur’ân-ı Kerîm’e karşı müstesnâ edep ve ihtiramlarına ilâveten Yavuz’un da Mukaddes Emânetler bölümündeki o samimî Kur’ân sesi, Osmanlı’nın altı yüz küsur senelik bir ömür nefesi olmuştur.

O ses, kıtadan kıtaya yayılan rahmet nefesi olmuştur. Merhamet ve şefkat nefesi olmuştur.

O ses, bütün dünyaya ilâhî bir adâlet nefesi olmuştur.

O ses, göz kamaştıran zaferlerin de temel nefesi olmuştur.

Osmanlı’daki bütün ihtişamın sır ve hikmeti; denilebilir ki, o ilâhî sestir. O sesin samimî nefesleridir.

O ses sayesinde, âlimler aşılmaz ârifler hâline gelmiş, sultanlar da mütevâzılıkları içinde âdetâ semâvî tahtlar üzerinde makam elde etmiştir; erler, bileği bükülmez yiğitler olmuştur.

Preveze Deniz zaferi kazanılmıştı. Bir levent bu müjdeyi sultana öyle bir heyecanla getirdi ki, Topkapı Sarayı’na girdiğinde atının dizginleri çekmesi ile birlikte at şâha kalkarak iyi ayak üzerinde döndü. At heybetli, levent mehâbetli. Manzara müthiş. Kanunî tebessüm etti:

–Yiğidim, azgın bir küheylâna, mâhirâne binmişsin!

Levendin cevabı da yiğitliği gibiydi:

–Sultanım, Akdeniz de azgın bir küheylândı. Fermanınız üzre onu da uslandırdık!..

Bu cevaptaki ihtişamın sesi de o sesti.

Levendin zafer müjdesini haber vermesinden bir müddet sonra Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Paşa da, top sesleriyle Boğaz sularına girdi. Müthiş bir şekilde mağlûp ettiği düşman amirali Andrea Dorya’nın donanmasını önüne katıp getirmişti. Boğaz, direkleri yatırılmış düşman kadırgalarıyla dolmuştu. İçlerinde on binlerce esir vardı. Denizin üstünde muhteşem bir zafer manzarası vardı.

Kanunî Sultan Süleyman Han, bu manzarayı vezirler, paşalar ve ulemâ ile birlikte Sarayburnu’ndan seyrediyordu. Paşalardan biri heyecan ve iftiharla dedi ki:

“–Sultanım, dünya böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar gururlansanız azdır!”

Ulu hakan Kanunî ise hem duâ, hem şükür hâlindeydi. Sözü söyleyen paşaya döndü ve sordu:

“–Paşa! Bize; gururlanmak mı, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

Bu hâl, şüphesiz ki en başı besmeleden sonra hamd ile başlayan yüce kitabın sesinin, Kur’ân sesinin, o sesin, gönülleri mâneviyat ile dirilten ve gerçek sultanlığa eriştiren nefesiydi.

O nefesi ciğerlerine derin derin çekerek Topkapı Sarayı’nın çıkışına doğru yürüyen Fatma Hanım ve Orhan, aynı ruh hâli içerisinde hiç konuşmadan kapıya geldiler.

İlk konuşan Orhan oldu:

–Yengeciğim, her şey hem mütevâzı, hem haşmetli. Hele o ses, o Kur’ân sesi. Âdetâ burada apayrı bir derinlik ve mânâlar izhâr ediyor.

–Öyle evlâdım, öyle. O ses bereketiyle ecdadımızın mâneviyat sultanlığı, dünya sultanlığından daha ihtişamlı olmuştur.

Orhan, durakladı:

–Fakat yengeciğim, onlardan asırlar sonra kimileri çok farklı şeyler söylüyor. Herkes bir şekilde anlatıyor. Burada gördüklerimiz ve okuduğumuz gerçekler bunları yalanlasa da bir sürü kalemşör, kendi fikrim deyip yığınla yakıştırmalar yapıyorlar, yapabiliyorlar…

Fatma Hanım, üzgün bir nefes aldı:

–İnsanı çok üzen bir nokta burası. Şurası bir gerçek: Savaşlar sadece meydanlarda olmuyor, kültür ve medeniyetlerin de kendilerine göre ayrı ve acımasız savaşları var. Bir zamanlar meydanlarda kaybedenler, hiç olmazsa bu şekilde galibiyetler oluşturarak arzu ettikleri emellere ulaşmak istiyorlar.

Meselâ Kanunî hakkında.

Bu madde ve mânâ padişahı, kırk altı yıl at üstünden inmedi. Fransa’da çıkan dansı bir emirle kaldırttı. Öyle ki, Fransa’da dans yasağı yüz sene devam etti. Şimdi, düşmandaki dansı bile kaldıran bir padişahı harem dansıyla ömür tüketmiş gibi karalamak, neyin ifadesi? Gayet açık. Ona meydanda mağlûp olanlar, yıllar sonra kültür kavgasında galebe derdindeler. Çünkü böylece onun neslini de bozmanın peşindeler.

Kanunî’nin yaptığı seferlere ve son nefesini bile yatakta değil de at üstünde verişine bakarak konuşmak gerek. Koca sultan son seferine Zigetvar’a çıktığında 71 yaşındaydı. Hastaydı. Vücudunu urganlara sardırarak atında dik durdu. Ve ordusunun başında muharebeyi yönetti.

Ulu Hakan, ardındaki ihtişamlı bir sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etti:

“Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recam, hâsıl olunmadık duam kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine saâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhedet nimetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..”

Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnasında vefat eden dördüncü Osmanlı sultanı olarak rahmet-i Rahmân’a yürüdü.

Vasiyeti gereği Ebussuud Efendi’den aldığı fetvâları da kabrine kondu. Koca âlim durumu görünce donakaldı:

“Sen kendini kurtardın Ulu Hakan! Ya biz, yarın âhirette ne yapacağız?” dedi ve ağladı.

Bu da gösteriyor ki, Kanunî, büyük bir vicdan derinliği ve hassâsiyeti içinde bir âhiret hayatı yaşadı. Dünyadaki her işini âhiret ölçülerine göre gerçekleştirdi. Onun sadece bu hassâsiyeti bile zamanımızdaki kasıtlı anlatışların içinde yer alan iftiraların korkunçluğunu ortaya koymak için kâfîdir.

Şimdi biraz insafla düşünmeli:

Doğar mı böyle zaferler haremde yan yatarak?
Sanat olur mu Süleymân’a iftirâ atarak?
O şah, haremde değil, kıt’alarda cenk etti,
Hayât-ı ömrünü sırf, âhiretle denk etti.
Sefâ sürerdi sanan, dinlesin tefekkür ile,
Yatakta yatmadı hattâ ecel gününde bile! (Seyrî)

Orhan’ın az evvelki hâli kederli bir sancıya dönüştü. Yüreğini ince ince dertler kapladı. Hakikaten o koca ihtişamı, o arslan misâli kudreti, şimdi bir fare yuvasında yaşananların mantığıyla yoğurmak olacak şey değildi.

Bu düşüncelerle Topkapı’dan çıktılar.

Eminönü’ne doğru yine sessizce yürümeye başladılar. Kalın bir duvarın dibinde ince bir ses duyuldu:

“Allah rızâsı için yardım edin…”

Orhan, birden irkildi. Durdu. Bu sesi tanımış gibiydi. Yengesi sordu:

–Ne oldu evlâdım!

Orhan, tanıdığı sese doğru gitse mi gitmese mi diye bir an tereddüt etti. Sonra vazgeçip yengesiyle birlikte kaldırımları adımladı.

Bir yandan da mırıldanıyordu:

–Kesinlikle Tilki Şevket’ti. Yapacağı yanlışlar için dilenmeye başlamış.

Yengesi tekrar sordu:

–Hayrola Orhan, biraz durakladın?

Düşünceli düşünceli cevap verdi:

–Biraz yüreğim burkuldu yengeciğim. Düşündüm ki, ecdadın o büyük mânevî hazineleri üstünde onun neslinden kimileri gafil birer dilenci gibi… Hazine üstünde olduğu hâlde dilenmek, yüreğimi burktu…

Fatma Hanım, anlamıştı:

–Yolda duyduğun ses, sarayda duyduğumuz o sesten uzaklaşınca böyle oldu evlâdım. O hâlde bize düşen, tekrar o sesi bu sese katmak…