İDMAN İLE MÜMKÜN!

Ahmet ZİYLAN

Çalışan her zaman mükâfatını alır. Gayretin, ısrarın elinden hemen hemen hiçbir şey kurtulamaz.

Babamdan dinlediğim bir hikâyedir…

Bir padişah, vezirini de yanına almış, ava çıkmış. Ormanda gezinirken bir tavşan görmüş. Demiş ki vezirine:

“–Şu koşan tavşanı görüyor musun?”

“–Görüyorum.”

“–Şimdi bak, nasıl bir nişancı olduğumu sana göstereyim.”

“–Nasıl?”

“–Tavşanın peşine düşeceğim, atı koşturacağım. O vaziyette ok çekip önce tavşanı kulağından vuracağım. Hayvan kulağından oku yiyince elini başına atacak. İkinci okta da elini başına mıhlayacağım.”

Vezir dudak bükmüş;

“–Olacak iş değil padişahım! Fakat söylemekle olmaz, yapın da görelim.” demiş. Tabiatı itibarıyla yağcı olmadığından; «Yaparsın padişahım!» filân da dememiş.

Padişah atını koşturmuş; tavşan kaçmış, o kovalamış, o müthiş hareketlilik içerisinde büyük bir maharet sergileyecek, koşan atın üstünden, hareketli bir hedefi, hem de kulağından vuracak…

Hakikaten birinci okta hayvanı kulağından vurmuş. Hayvan, kulağına elini attığı anda ikinci okta da dediğini gerçekleştirmiş, ön ayağını başına mıhlamış. Atını sürmüş, gururlanarak vezirin yanına gelmiş. Vezirin yanına gelince;

“–Nasıl, gördün mü?” demiş. Bekliyor ki veziri;

“Ben böyle şey görmedim, bunun gibisini dünyada kimse yapamaz!” desin. Fakat vezir hâdiseyi soğukkanlılıkla, normal bir şeymiş gibi karşılamış:

“–Bu bir idman, çalışmanın ürünü. Siz bu av ve ok atma işine bir hayli çalışmış, tekrar yapmışsınız. Bunlar, bu maharet çalışmayla olur. İmkânsız şey değil!” demiş.

Tebrik beklerken bir nevi ukalâlıkla karşılaştığını düşünen padişah fena hâlde sinirlenmiş, burnundan soluyarak vezirine;

“–Seni çok severim bilirsin. Şu anda gözümden kaybol, bir daha seni görmeyeyim, bir daha seni görürsem, bak boynunu vurdururum.” demiş.

Vezir atını sürmüş gitmiş, kıyafetini çıkarmış, padişahın gözüne görünmeyecek. Ne yapsın? Başka bir beldeye gitmiş. Orada bir köye varmış. Bir köylünün yanına gelip demiş ki:

“–Karın tokluğuna beni yanaşma olarak alır mısınız?”

Vezir altmış yaşlarında bir ihtiyar… Ne işe yarar?

“–Beybaba, sen ne işe yararsın ki?” demişler.

Vezir;

“–Her şeyi yaparım.” demiş.

“–Sadece karın tokluğuna mı?”

“–Karın tokluğundan başka bir ricam var: İneğiniz doğurduğu zaman bir buzağı istiyorum.”

“–Ne yapacaksın?”

“–Buzağı yine sizin olacak. Ben buzağıyla biraz söyleşeceğim.”

Adam;

“–Bu deli midir, akıllı mıdır?” diye hayli şaşmış, fakat bu karın tokluğuna çalışacak hizmetkâra da; “Peki!” demiş.

Vezir, yeni zorlu hayatında bir hizmetçi gibi çalışmaya başlamış. Bir-iki ay sonra inekten bir buzağı doğmuş. Sahibi sözünü tutmuş;

“Buzağı senindir.” demiş.

Vezir buzağıyı almış. Ahşap merdivenden evin damına çıkarmış, sonra da indirmiş. Her gün bu idmanı tekrarlamış.

Aradan bir buçuk sene geçmiş. Buzağı koskoca bir dana olmuş. İlk günden beri, hayvanı dama çıkaran vezirin şöhreti yayılmış. Her gün etraftan insanlar gelip, bu adamın maharetine bakmaya başlamışlar. Adam her gün bir sefer, danayı omzuna alıyor, merdivenden yukarı dama çıkarıyor. Tekrar indiriyor.

Hâdise dilden dile padişahın kulağına kadar gitmiş.

Demişler ki:

“–Filân köyde yaşlı bir adam; koca danayı alıyor, merdivenle evin damına çıkarıyor, tekrar indiriyor.”

Padişah da meraklanmış;

“–Görelim bakalım, kimmiş bu adam?” diye seyretmeye gitmiş.

Vezir padişahı tanımış. Fakat padişah, saç-sakal ve kılığındaki değişiklik sebebiyle vezirini tanıyamamış.

Eskinin veziri, yeninin hizmetçisi olan ihtiyar; maharetini sergiledikten sonra padişahın yanına gelip selâm vermiş. Âdeta yorumunu almak istemiş. Padişah dudak bükmüş;

“–Bu idman.” demiş. “Yapa yapa alışmışsın!”

Vezir o zaman yapıştırmış:

“–Ya tavşanı kulağından vuruşun ne idi?”

Bu söz üzerine padişah, vezirini tanımış. Yanından kovduğuna pişman olduğunu, kendisini çok aradığını söyleyerek, vezirini tekrar saraya götürmüş.

Evet, kıssadan hisse; insan çalışırsa, gayret ederse başarır. İnsan; azim ve sebatı yani kararlılık ve devamlılığı gösterirse, Cenâb-ı Allah da yardım eder. Muvaffak olmamak imkânsızdır.

Başta imkânsız görünen, çok zor görünen nice başarı, nice proje böyledir.

Hâfızlık öyledir. Koskoca kitabı ezberlemek imkânsız gibi görünür. Ama binlerce şahidi var ki, çalışan başarıyor.

Rekorlar kıran sporcular da her gün yaptıkları idmanla muvaffak oluyorlar. İlimde, sanatta, hayatta, işte… Ticaret de öyle, sanayi de öyle, ilim de öyle, temizlik de öyle… Neyin üzerinde olursa olsun idman yapınca, vücut da, beyin de her şey gelişiyor, açılıyor, inkişaf ediyor… Her şeyde böyle…

İlgi ve alâkayı teksif edeceksin. Başka ilgilere değil, hedefin ne ise ona yoğunlaşacaksın. Yılmadan üst üste idman… Gayret… Tekrar…

Sonunda uzmanlık hâsıl olur…

Ama yılarsan;

«Ben bunu yapamam!» dersen orada biter.

Kabiliyet de olsa, imkân da olsa orada biter.

Nasip-kısmet diye bir şey var elbette… Fakat nasip de çalışana…

Bunu ifade için demişler ki:

“Takdîr-i ezel gayrete âşıktır!”

Yani, her şeyi ezelde takdir eden, kaderi yazan Cenâb-ı Allah; işin her merhalesini bildiği için, muvaffakıyeti, başarıyı çalışana yazıyor.

Anlattığımız kıssa olmuş veya olmamış, mesajı önemli…

Fakat gerçek hayatta da nice örnekleri yaşanmıyor mu?

Geçen gün gördüm. Ayağıyla yazı yazıyor adam. Elleri yok. Gayret etmiş, idman ile azmederek başarmış.

Kimse doğuştan hattat değil, çalışa çalışa, meşk ede ede oluyor. Mûsıkî ehli öyle… İlim adamları öyle… Muazzam ameliyatları yapan cerrahlar öyle…

Bize imkânsız gibi görünen maharet, onlara çocuk oyuncağı geliyor. Bu da çalışmanın neticesi, gayretin bereketi…

Mânevî terakkî de çalışma gerektirmiyor mu? Seherlere devam ile… Himmet de gayret ile…

Bu hakikati bilen, asla yeise, ümitsizliğe kapılmamalı…

Bu hakikati bilen, çalışmasını da bilmeli…

Ümitsizlik;

«Yapamam!» diye düşünmek büyük bir belâ… Çocuklarımızı böyle kıssalarla, başarı hikâyeleriyle ümitlendirmeli, çalışmaya alıştırmalıyız.

Ancak buna alıştırırken de öğretmeliyiz ki;

Başarıyı elde eden kimse, asla gurur ve kibre kapılmamalı. Ulaştığı neticeyi kendinden bilmemeli. Yani başarı bencilliğine düşmemeli. Çünkü başarıdaki bencillik, diğerlerinden daha kötüdür.

Çünkü o bencilliği doğuran gurur ve kibir, başarı küpünü parçalayarak içindekileri ziyan eden bir davranış. İnsanı, ulaştığı hakikate ve basamaklara karşı kör eden bir tavır.

Şunu da bilhassa belirtmeli;

Hikâyemizdeki padişah, başlangıçta eğer gurur ve kibre düşmeseydi, kesinlikle takdir beklemezdi. Yani onun takdir beklentisi, bir bakıma gururunun eseri.

Bu hâle düşmemenin yolu da şu düstur:

Başarı ve hayırlı neticelerde elbette takdir etmesini bilmeli, ancak asla takdir beklememeli.

Eğer bu denge kurulursa, başarı tamamlanır. Yoksa, en cazip başarılar bile aslında noksandır… Başarıyı yavaş yavaş eriten ve yok eden bir noksan…

Öyleyse;

Başarı idmanları içinde bu ölçüyü en vazgeçilmez hâlde uygulamasını bilmek gerek. Çünkü bu idrak, başarısızlığı bile hayırla neticelendirir.

Yâ Rabbî…

Bize büyük kapılar açacak, ısrarlı ve devamlı bir çalışkanlığı ve başarıyı, tevâzu ölçüleri içerisinde gerçekleştirmeyi nasîb eyle…

Verdiğin nasipler karşısında da gurur ve kibirden kendini koruyan bahtiyar kullarından eyle… Âmin…