DUÂNIZ OLMASA…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

“(Ey Rasûlüm!) De ki: DUÂNIZ OLMASA… Rabbim size ne diye değer versin? (Ne işe yararsınız?)” (el-Furkān, 77)

Bu gerçeği anlayan, şunu kavrar:

İnsana, Allah; duâ vesilesiyle nice erişilmez kıymetler verir ve nice imkânsız görünen nimetler bahşeder.

Hazret-i Peygamber anlatıyor:

“Sizden öncekilerden üç kişi birlikte bir yolculuğa çıkmıştı. Akşam vakti uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Derken, dağdan bir kaya koptu ve mağara girişini kapattı. Aralarında birbirlerine dediler ki:

«–Hiçbir şey bu (koca) kayadan sizi kurtaramaz. Ancak işlediğiniz sâlih ameller vesilesiyle Allah Teâlâ’ya duâ etmek kurtarır…»

(Hemen) onlardan biri şöyle yalvardı:

«Ey Allâh’ım! Benimle yaşayan çok yaşlı bir annem ve babam vardı. O ikisine yemeklerini yedirmeden önce ev halkıma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Bir gün hayvanlara yem bulmak için evden ayrıldım. Eve döndüğümde hayvanları sağdım. Annemle babama sütlerini götürdüm. Gördüm ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemedim. Yine onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Elimde süt kabı (öylece başlarında) uyanmalarını bekledim. (Bu şekilde) şafak söktü. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet (annem ve babam) uyanıp sütlerini içtiler.

Ey Rabbim! Şayet ben bunu Sen’in rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al!»

(Bu duâdan sonra) kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.

Diğeri yalvardı:

«Ey Allâh’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. (Daha sonra) kıtlık olduğu bir yıl, amcamın kızı çıkıp geldi. Yüz yirmi altın vermem için kendisini bana teslim etmesini şart koştum. (Çaresiz) kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (o iffetli kızcağız bana) dedi ki:

‘Allah’tan kork! Dînin uygun görmediği bir yolla beni elde etme!’

(O anda yüreğim Allah korkusuyla doldu ve) en çok sevip istediğim arzu, o olduğu hâlde (hemen) ondan uzaklaştım. Kendisine verdiğim altınları da geri almadım.

Ey Allâh’ım! Eğer ben bu işi Sen’in rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı kaldır!»

(Bu duânın ardından da) kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.

Üçüncü adam da şöyle ilticâ etti:

«Ey Allâh’ım! Vaktiyle ben birçok işçi tutmuştum. Hepsinin ücretini verdim, fakat biri parasını almadan gitti. Ben de onun parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet oluştu. Günün birinde bu adam çıktı geldi. Bana;

‘–Ey Allah kulu! Ücretimi ver.’ dedi.

Ben de ona;

‘–Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden meydana geldi. (Hepsi senin.)’ dedim.

Adamcağız:

‘–Ey Allah kulu! Benimle alay etme!’ dedi.

Ona;

‘–Seninle alay etmiyorum.’ diye cevap verdim.

O zaman o da, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.

Ey Rabbim! Eğer bu işi sırf Sen’in rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar!»

(Nihayet bu üçüncü duâ ardından) mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler.” (Buhârî, Büyû` 98; Müslim, Zikir 100)

İşte böyle;

Samimî duâlar ile neler neler tecellî etti şu âlemde. En olmayacak işler olur hâle geldi. En iyileşmez hastalar iyileşti. Kurak ve çorak yerler, yemyeşil oldu. Rahmet bulutları bereket yağdırdı. En günahkâr gönüller bile affa mazhar oldu. Cehennem esintileri de cennet iklimine dönüştü. Hiç mümkün görünmeyen zorlu işler imkân dâhiline girdi.

Dolayısıyla;

Duâ deyince, sıradan bir mesele gibi düşünmemek gerek.

Çünkü duâ, hiçbir zaman basit, kuru ve öylesine bir iş değil.

O âdeta, kulun en mühim ibâdeti.

Üstelik;

İbâdet özelliği yanında;

Gücümüzün yetmediği hususlarda da müstesnâ bir muvaffakiyet gücü. Aklımızın çözemeyeceği meselelerde onları çözebilecek çok üstün bir akıl kuvveti. İmkânlarımızın elvermediği yerlerde her türlü yokluğa rağmen mümkünlükler oluşturabilmenin sırlar dolu hârika kudreti.

Zira duâ;

Her şeye gücü yeten sonsuz kudretin yardım eşiği. Her şeye hâkim olandan istek. Bu da O’nun özel ikramı, rahmeti, lutfu. Başka varlıklara bizde olduğu kadar vermediği bir ayrıcalık. Sırf bu açıdan bile insan, duâya daha bir can atmalı. Kaldı ki, insanın kendi yapamadığını; her şeyi yapmaya muktedir olan Yaratıcı’nın el koyup da yapmasından daha büyük güç, kuvvet ve fırsat düşünülemez. Zaten bu kuvvet ve fırsattan da bîgâne ve uzak yaşanamaz. Yaşanırsa, insan hiçleşir.

O hiçliği, kimisi belki fark etmez.

Fakat fark etmeyenler, gaflet dumanında boğulurlar.

Tıkanık bir nefesle;

“İşimiz duâya mı kaldı?” derler.

Derler ama, ecel gelip de gözlerindeki perdeyi kaldırdığında hiç durmadan yalvarma mecburiyetinde kalırlar. Tabiî nafile!

Vaktinde düşünmeli:

İnsan, ceset ve ruh başta olmak üzere neyi-nesi varsa hepsini lutfeden Cenâb-ı Hakk’ın daha fazla nimetler ve yardımlar ikram etmesinin kapısı olan duâya karşı nasıl tok gözlü davranabilir?

Hem de;

Duâ vesilesiyle Allâh’ın insanoğluna verdiği kıymet, her şeyin üzerinde bir kuvvet demek iken?

Kaç kez şahit olmuşuzdur:

Olmazken oluverir gönüllerin murâdı,

Murâda dâhil ise Allâh’ın yüce adı… (Seyrî)

En canlı örnekler, Hazret-i Peygamber’den:

“Sizden önceki ümmetler içinde bir kral, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, krala;

«–Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem.” dedi.

Kral da ona bir genç gönderdi.

Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gidişinde (önce) rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz da ona;

«Niçin geç kaldın?» diye kızar ve döverdi.

Delikanlı bu durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:

«Sihirbazdan korktuğunda, ‘evdekiler alıkoydular’ de; ailenden çekindiğinde de; ‘sihirbaz alıkoydu’ de.»

Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı. Kendi kendine dedi ki:

«Sihirbazın mı yoksa rahibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim.»

Bir taş aldı ve;

«Ey Allâh’ım, rahibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler.» dedi.

Taşı, hayvana doğru fırlattı ve onu öldürdü. Halk da geçip gitti.

Daha sonra delikanlı rahibe gelip hâdiseyi anlattı. Rahip ona dedi ki:

«Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme!»

(O günden sonra) delikanlı; anadan doğma körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarmaya ve diğer hastalıkları da tedavi etmeye başladı.

Kralın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve;

«–Eğer beni tedavi edersen, bütün bunlar senin olacak.» dedi.

Delikanlı;

«–Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifâyı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen yüce Allâh’a inanırsan, ben O’na duâ ederim, O da (dilerse) sana şifâ verir.» dedi.

Adam îman etti. Allah Teâlâ da ona şifâ verdi. Adam eskiden olduğu gibi kralın yanına gelip meclisteki yerini aldı. Kral sordu:

«–Senin gözünü kim iyi etti?»

O da;

«–Rabbim.» cevabını verdi.

Kral gürledi:

«–Senin benden başka rabbin mi var?»

Adam;

«–Benim de senin de Rabbimiz Allah Teâlâ’dır.» dedi.

Bunun üzerine sinirlenen kral, adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. (Bîçâre) adam, gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Kral dedi ki:

«–Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi?»

Delikanlı;

«–Hayır, ben kimseye şifâ veremem. Şifâ veren Allah Teâlâ’dır.» dedi.

Kral delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede rahip de getirildi ve kendisine; «Dîninden dön!» denildi.

Rahip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine kral bir testere getirtti. Rahibi, başının tam ortasından ikiye biçtirdi. Parçalarının her biri, bir yana düştü.

Sonra kralın adamı getirildi ona da;

«Dîninden dön!» denildi.

Ancak o da kabul etmedi. Kral onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye biçtirdi.

Daha sonra delikanlı getirildi ve;

«Dîninden dön! (yoksa öleceksin)» diye tehdit edildi, fakat delikanlı direndi. Kral, delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimatı verdi:

«Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dîninden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin!»

Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.

Delikanlı, Allâh’a duâ etti:

«Allâh’ım, beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!»

Bunun üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı ise sapasağlam yürüyerek kralın yanına döndü.

Kral sordu:

«–Yanındakiler ne oldu?»

Delikanlı da;

«–Allah beni onların elinden kurtardı.» dedi.

Bunun üzerine kral, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve şöyle dedi:

«Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dîninden dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin!»

Delikanlıyı alıp götürdüler. O yine duâ etti:

«Allâh’ım, beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!»

Gemi, içindekilerle beraber alabora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı ise yine sağ-salim kralın yanına döndü.

Kral onu görünce hayretle sordu:

«–Yanındakiler ne oldu?»

Delikanlı aynı cevabı verdi:

«–Allah beni onların elinden kurtardı.»

(Sonra delikanlı, kendi hayatı pahasına büyük bir irşada vesile olabilmek için mânidar bir basîretle) ilâve etti:

«–Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin.»

Kral hemen;

«–Neymiş onlar?» dedi.

Delikanlı söyledi:

«–Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da; ‘Delikanlının Rabbinin adıyla!’ diyerek (bana) at. İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin.»

(Delikanlının duâları karşısında âciz kalan ve başka çaresi de kalmayan) kral, derhâl halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı da hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi ve;

‘Delikanlının Rabbi olan Allah adıyla…’ diyerek oku fırlattı.

Ok, delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı da elini şakağına koydu ve oracıkta öldü.

Bunun üzerine halk hep birden dedi ki:

«Biz, delikanlının Rabbine îman ettik.»

Durumu krala ilettiler:

«–Gördün mü çekindiğin şey nihayet başına geldi; halk îman etti.» dediler.

(Zalim) kral, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Açılan hendekler ateşle dolduruldu. Kral;

«–Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın.» dedi.

Emri yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk;

«Anneciğim, sık dişini, sabret; çünkü sen hak din üzeresin!» dedi (ve annesine cesaret verdi.)” (Müslim, Zühd 73)

Bu mânidar hadîs-i şerif, dikkatle tahlil edildiğinde duânın neleri değiştirdiği açıkça bariz.

Göze çarpan en önemli öz ise şu;

Duâ, dünyada ayrı ayrı tecellîlere vesile; fakat asıl faydası, ebedî kurtuluşa dair.

Bir bakıma;

Dünyayı, âhirete fedâ ediş şuuru ve bunun sonsuz bereketi.

Bu hâlin bahtiyarı olan bir gönlün yaşadığı huzûru ve duyguyu, Allah; Kur’ân-ı Kerim’de şöyle aktarıyor:

“Ona; «Cennete gir!» denildi. O da (erdiği ve gördüğü sonsuz nimet karşısında) dedi ki: «Keşke kavmim bilseydi; Rabbim beni nice bağışladı ve bana neler neler ikram etti…»” (Yâsîn, 26-27)

Kulluk makamında duânın işte en güzel kabul ânı.

Ebedî kabul.

Öyleyse duâyı fânî hayattaki geçici kabullere veya kabulsüzlüklere göre değerlendirmemek lâzım.

Hazret-i Peygamber buyurur:

“Bir kul günah olan ya da akrabası ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabul olunur.”

Sorarlar:

“–Yâ Rasûlâllah! Acele etmek ne demektir?”

Şöyle ifade eder:

“–(Kul;) «Nice defalar hep duâ ettim, fakat Rabbimin duâmı kabul buyurduğunu gördüğüm yok.» der. Duâsının hemen kabul edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır.” (Müslim, Zikir 92)

Kaldı ki Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi;

“Nice duâlar vardır ki, duâ edenin aleyhinedir. Onun ziyanına ve helâkine sebep olacak bu duâları, pak ve mukaddes olan Allah; kereminden, merhametinden dolayı kabul etmez.

Bazen de Allah, kullarının yalvarmasından hoşlandığı için duâyı geciktirir.

Ey kardeş!

Mü’minlerin, iyi olsun, kötü olsun; duâlarının hemen kabul edilmemeleri bu yüzdendir; gerçekten de bunu böyle bil!

Bak, duâ hâlinde;

Peygamberimiz’in gözyaşlarının bir damlası, şu yüzlerce ırmaktan daha değerlidir. Çünkü o bir damla yüzünden insanlar da kurtuldu, cinler de…

O cennet bahçesi bile yağmur isterse; şu pis, çorak toprak nasıl istemez?

Ey kardeş!

İster kabul edilsin, ister edilmesin, sen elini duâdan çekme!

Kendine çekidüzen ver! Tembelliği üstünden at! Ekmeğini gözyaşlarınla yoğur, gönlünün ateşinde pişir!”

Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Birisi bir gece Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyordu. Dil ve dudağını mânen tatlılaştırmak için; «Allah, Allah…» diyordu. Derken şeytan yanına sokuldu ve fısıldadı:

«–Yahu senin bu Allah demene karşılık, hiç; ‘Lebbeyk / söyle kulum, ne istiyorsun?’ diye bir ses geliyor mu? Ey durmadan boşu boşuna zikreden kişi! Ne zamana kadar böyle kendi kendine söyleneceksin? Görüyorsun ki, Allah’tan sana bir cevap gelmiyor. Cevap gelmediği hâlde şu sıkılmaz ve utanmaz yüzünle daha ne kadar Allah deyip duracaksın?»

Bu sinsi fısıltı karşısında adamın bütün neşesi kaçtı. Kalbi burkuldu. Sonunda bıraktı zikri ve başını yastığa vurdu. Uykuya daldı. Rüyasında yemyeşil ve çayır-çimenlik bir yerdeydi. Karşısında da Hazret-i Hızır vardı. O mübarek, bu şaşkına dedi ki:

«–Niçin zikirden vazgeçtin? Allah demekten ne diye pişman oldun?»

Adam kekeledi:

«–O kadar zikrime rağmen bir kere bile; ‘Lebbeyk / Buyur kulum, ne istersin?’ diye cevap gelmedi. Herhâlde onun kapısından kovulacağım. Bu korku ile sustum kaldım.»

Hızır îkaz etti:

«–Ey gafil! Senin her ‘Yâ Rabbî!’ deyişinin altında; ‘Lebbeyk / Buyur kulum!’ deyişleri var. Senin kalbine, yüce Allâh’ın zikir emrini vermesi, sana; ‘Buyur’ demesidir. İçindeki korku da, onun lütuf kemendidir.

Görmüyor musun:

Bu hak bilgiden habersiz kişinin canı, bu duâdan uzaktır. Çünkü onun; ‘Yâ Rabbî!’ demesine izin yoktur; ona zikir zevki verilmemiştir. Baksana;

Cenâb-ı Hak, Firavun’a yüzlerce mal-mülk verdi de; o, ululuk, büyüklük dâvâsına kalkıştı ve halka; ‘Ben sizin rabbinizim!’ demeye başladı.

O kötü yaratılışlı, mayası bozuk Firavun’un; âdeta Allâh’a yalvarmasın, sızlanmasın diye, bütün ömründe bir defa olsun başı ağrımadı. Allah, Firavun’a şu dünyanın bütün mülkünü, saltanatını verdi de, ona hiçbir dert, ağrı, sızı, gam ve keder vermedi.

Şunu iyi bil ki, sana Allâh’ı hatırlatan, seni inciten, gizlice Allâh’a yalvartan dert; dünya mülkünden de, saltanatından da daha iyidir.

Yine bil ki;

Dertsiz yapılan duâ; soğuktur, bir işe yaramaz. Fakat dertli iken, acı çekerken edilen duâ; gönülden kopar gelir.”

Hakikaten;

Dertsiz kimse ile dertli kimsenin duâları çok farklıdır. Biri usûlen elini kaldırıp üç-beş kelime mırıldanır geçer. Diğeri, yani dertli kimse ise, inleye inleye ağlar. Hele ki tıbben tedavisi olmayan bir hastalık hâlinde ise. Doktorlardan ve ilâçlardan hiçbir şifâ ümidi yoksa. O kimse, Allâh’a öyle bir yalvarır ki, işte duânın gerçekten idrak edildiği bir hâldir bu.

Böyle bir duâ hâline ulaşanlardan mûcizevî tecellîler yaşayarak sıhhate kavuşanlar az değil.

Demek ki;

Gerekli adımlarla birlikte en büyük şifâ, duâ içinde gizli.

Çünkü;

En doğru yöneliş, duâda. En büyük kıymet ve nimet duâda. Her şeyin üstesinden gelen irade ve kudret duâda.

Özetle;

İnsanlık karakteri ve haysiyeti de duâda.

Buna göre;

Duâdan gafil insan; kendinden de, hayatın gerçeklerinden de, Rabbinden de, mahşerden de gafil kimsedir.

O gaflet, perdelese de;

İnsanın bütün değeri, bu noktada toplanır: Duâ…

Duâ, öyle bir sırdır ki:

Hakîkat-i îman bile onunla gerçekleşir. Yani duâ makamına yükselmemiş îman, henüz gerçekleşmemiş sayılır. Çünkü duâ, îmânın istediği teslîmiyetin giriş kapısıdır.

O kapının eşiğinde;

Kalbi kemire kemire perişan eden bin bir inkârı, şüpheyi ve itirazları da, ancak samimî duâlar ortadan kaldırır. Ruhları gaflet dumanlarında boğan vesveseler, inkârlar, şüpheler ve itirazlar, hep samimî duâdan uzak düşen kimselerde meydana gelir.

Bu sebeple duâ;

Arsız nefsin inadını da kırabilecek en tesirli eğitim. Eğer duâ olmasa insanlar, şeytan kibri içinde helâk olup giderlerdi.

Hâsılı duâ;

Başlı başına bir eğitim. Müstesnâ bir eğitim. İnsana bir tane değil, pek çok hasletler kazandıran bir eğitim.

En başta gerçek bir samimiyet eğitimi. Çünkü samimî olmadan duâ gerçekleşmez.

Sonra müthiş bir sabır eğitimi. Çünkü aceleci duâ da gerçekleşmez.

Sonra olgunluk eğitimi. Elbette bir hâdiseye öfkeli tepki vermek yerine hayır-duâya sarılabilmek, kalbin üstün bir kemâli.

Bir de duâ;

Yanlışlardan vazgeçiş eğitimi. Çünkü duâ, doğruya yöneliştir.

Bir de;

Kararlılık ve irade eğitimi. Rüzgâr ve depremler karşısında; sarsılmadan, içten içe, dik duruşun enerjisidir duâ.

Bir de;

Mahrumların hâlini de anlamaktır duâ.

Merhamet ve şefkati öğrenmek, tanımak ve sarılmaktır.

O hâlde;

Duâ eğitimi gerçekleşmeden insan eğitimi de gerçekleşmez.

Unutmamalı ki;

İnsan hayatında en zor sayısız noktaları halleden duâdaki yalvarma şeklinde isteme hâli, eğitimde imkânsızı başarma kilididir. Çünkü istekliliğin dâhil olduğu en zor işler bile artık en kolay işler hâline dönüşür.

İşte;

Bunun için duâ, istemektir.

Yalvarmaktır.

Çünkü bu;

İstenecek şeye, içte güçlü bir karardır. Öyle karar ki, isteği yalvarma noktasına getirmiştir. Gerçek îmânın özü ve cevherinin yerini bulduğu nokta da burasıdır. Eğer îman bu noktaya gelmemişse; kalbi doldurmamış, gönle tam yerleşmemiş demektir. Sadece lâkırdı ve lâftan ibarettir. Îman, ancak duâdaki kararlılık noktasına gelmişse; gönül, ondaki özellikleri kuşanır. Bu bakımdan hayırlı duâda ısrar, Efendimiz’in talimatıdır.

Şu da var ki;

İstemek son derece zor bir iştir. Alışmayan kimsenin oldukça ağırına gider.

Fakat;

İstemek gerçekleştiğinde, insan nefsinde pek çok şeyler kırılacaktır. Ayaklara dolanan nice ipler kopacaktır.

Bu itibarla gerçek duâ;

Ömür boyu istemeye mahkûm olan insanoğlunun, en doğru yere yalvarmasını temin özelliği taşır. Yani duâ, bir bakıma değer düşürücü istemelerin önüne geçmektir. Sadece değer kazandıran bir fiil olarak isteme ihtiyacını gerçekleştirmektir. Bu da yüce olana yönelişle mümkün elbette. Çünkü basit ve sıradan varlıklardan isteyişler, hakikaten insanın değerini düşürmekte ve onu bazen de beş paralık etmektedir.

Bu gerçeği kavrayamayan insanoğlu ne yazık ki taşa da, ineğe de tapabiliyor ve onlara yalvarabiliyor. Neticede onlardan daha değersiz hâle de gelebiliyor. Çünkü yalvarılan daima üstte olma makamında. Yalvaransa muhtaç. Alt bir değere sahip.

İşte Allâh’a duâ, bütün bu değersizliklerden insanı muhafaza eden yegâne bir hakikat ve zaruret.

Bir de;

Duâ, yönelişleri tanzim eden büyük bir nizam. Çünkü insan, daima yönelen bir varlık. Fakat yönelmelerinin doğru ve faydalı olması için ince bir ayar gerek ki, o da duâdır. Duâ sayesinde insan, doğru bir makama yönelmiş olur. Yanlış yönelme ve eğilimlerden de kurtulmuş olur. Çünkü yanlış yönelme ve eğilimler, insanın doğruluğunu ve doğru inancını perişan etmektedir. Her zaman yegâne çare, yine duâ, duâ…

Tabiî;

Duâ, gerekli fiillerden sonra olursa duâ.

Eğer Hakk’a yalvarış, bir tembellik yansıması olursa asla duâ vasfına sahip olmaz. Cenâb-ı Hak bu sebeple duâyı daha ziyade icraatın ardına koymuş. Namazı kıldıktan sonra duâ hakkı ve şartı var. Yemeği yedikten sonra duâ vazifesi var. Yani ekini ektikten sonra niyaz etmek var. Yoksa boş bir tembellik mantığına döner. Böyle bir mantıkla yapılan duâya da sevap değil, ceza tahakkuk eder.

Bu bakımdan her şeyde olduğu gibi duâ meselesinde de şuurlu olmak şart. Yani duâ edebine göre hareket etmek zarurî. Aksi hâlde duâlar; makbul değil, vebal hükmünde. Duâsızlık ise zaten daha beter neticelere hüsran taklası. Boş bir kibrin içinde helâk oluş. Gaflet. Âfet.

Çaresiz, her insan duâya muhtaç.

Çünkü duâ, bütün faydaları yanında bir de;

İnsanın güzel ve ferahlatıcı sözlerle yoğrulması demek. O sözler önce kendi gönlüne ilâç. Zira güzel söz ile insan; bambaşka bir kıvam elde eder, güzelleşir, mükemmelleşir. Sözleri, Allâh’a yükselir.

Ayrıca duâ;

İnsanı her zaman ümit dairesinde yaşatır. Duâ edenler, daima ümitvar olurlar. Olumlu düşünceler daha baskın yer alır gönüllerinde. Haklarını da hadlerini de bilirler.

Bu yönüyle duâ, âdeta her türlü ümitsizlik ve ye’si tedavi eden yegâne formül. İntihar uçurumlarından çekip alan bir cankurtaran. Böyle cankurtaranları olmayan inançsızların ya da inancı zayıfların dünyasında, intiharlar bu sebeple her zaman daha fazladır. Onlarda rûhen yıkılmalar da fazladır. Fakat sımsıkı sarılacak duâ kementleri olanlar; en büyük badirelerden, en ağır fırtınalardan bile sâlimen çıkabilmişlerdir.

Nitekim tarih boyunca milletimizin varlık ve yokluk mücadelesi verdiği ve herkesin; «Bu millet bitti artık!» dediği anlardan, hem toprak altından hem de toprak üstünden fışkıran çınar gibi yeniden yükselişler, en ümitsiz anları dahî ümide çeviren duâ terbiyesi sayesindedir.

Yine şanlı tarihimizdeki en imkânsız fetihler de, gazâ ordusu yanında duâ ordusu ile birlikte kazanılmıştır. Çünkü duâ, bitmişlik, imkânsızlık ve ümitsizlik kabul etmez. Bu vasfı da cinnet hâlinde değil, en akıllıca ve basîretli bir kıvamda ve âsûde-hâl bir vaziyette gerçekleştirir ki, insan dengesi için şart olan da budur.

Buna rağmen duânın kıymetini anlamayanlar, yaratılış sırrını da anlamamışlardır.

“İki kelimeyle ne olur ki?” diyenler, Cenâb-ı Hakk’ın bir kelimeyle nice âlemleri ve bizi nasıl yarattığının farkında değildirler.

Kendilerine yazık eden bu tipler, yarınlarının da farkında olmayan zavallılar olurlar.

Çünkü yarınların gerçekten farkında olabilmek de duâ geçidine bağlı.

Çünkü duâ, daima sonrayı içine alan bir yakarıştır.

Bu sebeple;

Ehl-i duâ olanlar, aynı zamanda bütün sonraları hesaba katan en güzel ve doğru hedeflerin sahibi kimseler demektir. En gayeli ve şuurlu kimseler, duâ erbabı kimselerdir. Çünkü duâ, sadece bugünleri değil, yarınları da tasarlayan bir idrakin yansımasıdır…

Herkes aslında hayatı boyunca duâ hâlinde bir insan arıyor. Herkes, çizdiği profilde farkında olmadan ehl-i duâ bir şahsiyeti tasarlıyor. Aranan ve tasarlanan insan modelinde en geçerli ortak özellikler, duâ ehlinin özellikleri:

İçte ve içten.

Sıcak ve samimî.

Akıllı ve şuurlu.

Gurursuz fakat vakur.

Hakkını da haddini de bilen.

Sabırlı ve sebatkâr,

Coşkun fakat taşkın değil,

Güzel ve doğru sözlü.

Seviyeli ve kaliteli.

Ümitvar ve olumlu.

Tedbirli ve hazırlıklı.

Çalışkan ve gayretli.

Hedefinin farkında.

Bugünle birlikte yarınları düşünen, plânlayan,

Göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen…

Hiç şüphesiz ki:

Bütün bu özellikler, gerçek bir duâ ile mümkün. Duâsı olmasa, insan, bunların hepsinden mahrum kalır. Kalmaz görünmesi, tamamen izâfî olur. İzâfî hasletler de, test ânında yaprak gibi dökülür.

Yani;

Duâmız olmasa, hiçbir kıymetli haslete gerçekçi bir mahiyette sahip olmayız.

Yani;

Duâmız olmasa, biz, biz olmayız.

Bu şuurla muhasebe edelim:

Şu günlerde, insanlık ne kadar ve nasıl bir duâya muhtaç? Eğitimiyle, ticaretiyle, siyasetiyle, günlük yaşayışıyla, toplum ve ailesiyle devrânımız duâya ne kadar muhtaç?

Cevap ekseninde başlığımızdaki âyeti bir daha okuyalım:

“(Ey Rasûlüm!) De ki: DUÂNIZ OLMASA… Rabbim ne diye size değer versin! (Ne kıymetiniz var?)” (el-Furkān, 77)

Bu ilâhî beyanın engin mânâlarını düşünürken şu hadîs-i şerîfi de hatırlayalım:

Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’e umre izni verip buyurur ki:

“Sevgili kardeşim, bizi de duâdan unutma!” (Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Daavât 109)