DUÂLI DİLLER
H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Bütün dillerde; selâm verme, hâl-hatır sorma, duâ ve temenni bildirme, tebrik veya teselli etme gayesiyle kullanılan kalıp ifadeler vardır. Bilhassa mânevî bir medeniyet olan Anadolu medeniyetimiz, bu gibi söz varlığı yönünden zengindir.
Bizler her hâl ve zamana uygun çeşit çeşit duâ ve dilek sözü kullanırız. Meselâ yolculuğa çıkana, «Uğurlar olsun!» derken; yolcusunu uğurlayana, «Allah kavuştursun!» deriz. Gurbetten yakını dönmüş kişiyi de; «Gözün aydın!» diye tebrik ederiz. Böyle daha birçok kalıp ifademiz vardır ki hemen hepsinin gayesi, «hayata duâ mayası çalmak»tır.
Bu kalıp sözler duâların kısaltılmış hâli gibidir. Meselâ iş başındaki kişiye; «Kolay gelsin!» «Rastgele!» dememiz; «Allah kolay getirsin.», «Allah işini rast getirsin.» mânâsınadır.
Hastaya, «geçmiş olsun» demekle geçmeyeceğini biliriz; maksadımız, «Allah şifa versin de sanki hiç başa gelmemiş gibi geçmiş, gitmiş olsun.» demektir.
Bu ifadeler hüsn-i niyet ve nezaket tezâhürü olduğu gibi muhataba verilen kıymeti de gösterir. İnsanlar arasında köprüler kurar, aynı hissiyatta buluşmayı sağlar. İnsanoğlu muhatabının o anda ne hissedeceğini bilemese de o kalıp sözü kullanırken o hissiyata bürünüverir. Meselâ yeni bir iş kuran arkadaşımızı ziyaret ettiğimizde;
“Hayırlı olsun, Allah emeğinizi boşa çıkarmasın.” derken bu durumdaki kişinin ne hissedeceğini, nasıl duâ edeceğini düşünür, sanki biz de onun duâlarına yardımcı oluruz.
Ayrıca bu sözler yaşanan hâdiseye ne gözle bakılması gerektiğine dair bir âdâbı da öğreterek âdeta kültür aktarır. Meselâ yeni evlilere; «Bir yastıkta kocayın!» demek, hem; «Allah bir yastıkta kocamayı nasip etsin!» mânâsında bir duâ, hem de sanki; «Niyetiniz bir yastıkta kocamak olsun.» gibisinden bir tembihe benzer.
Her vesile ile hayatın her sahasını hamd, duâ ve tebrikleşmelerle mânâlandırmak ve sanki sözün sihriyle sihirlemek bizim medeniyetimizin önemli bir özelliği… Bu özellik de bizzat Rasûlullah Efendimiz’in sünnetinden kaynaklanıyor. O’nun; hayatının her ânında, gerek kendi kendine, gerek âline ve ashâbına duâ buyurduğunu biliyoruz. Zaten Peygamber Efendimiz’in hayatı hamd ve duâ üzerine kuruludur. O; geceleyin duâ ederek uyur, sabah hamd ve duâ ile kalkar:
“Bana rûhumu geri veren, vücudumu âfiyette kılan ve kendisini zikretmeye müsaade eden, Allâh’a hamd olsun.” (el-Ezkâr, 21)
Yemekten önce besmele çekmek, sonra «elhamdülillâh» demek; yeni elbise giyince, vasıtaya binince hamd ve duâ okumak O’nun devamlı sünnetidir. O’nun duâları, her daim nimeti Allah’tan bilip hamd etmek ve onu yaratılış maksadına uygun kullanma hususunda yardım istemek mânâsındadır:
“Allâh’ım! Hamd Sana mahsustur. Onu bana Sen giydirdin. Sen’den onu hayırlı kılmanı ve yapılışına uygun kullanmanın hayrını nasip etmeni dilerim. Şerrinden ve yaratılış gayesi dışında kullanılmasının şerrinden de Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 1; Tirmizî, Libâs, 28)
Çünkü nimeti nimet yapan, onu hamd ve şükürle anmaktır. Yoksa hamd etmedikten sonra nimetler fark edilmez bile. Mevlânâ’nın dediği gibi;
“Nimet insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avla!”
Bu sebeple bizler;
“Rabbinin nimetine gelince, onu minnet ve şükranla an.” (ed-Duhâ, 11) emr-i ilâhîsine uyarak nimetler karşısındaki minnet, mahcubiyet ve şükrümüzü mutlaka hamd ifadesiyle seslendirme ihtiyacı duyarız.
Peygamberimiz, tebriklerinde de hamd etmeyi hatırlatır. Hazret-i Ömer’in giydiği esvabı;
“Güle güle giyesin, yeni giyesin, hamd edici olarak yaşayasın ve şehid olarak ölesin.” diye tebrik etmesinde olduğu gibi.
Peygamberimizin hâl-hâtır sorarken de muhataba hamd etmeyi hatırlatma gayesi güttüğünü görürüz. İmam Taberânî’nin aktardığına göre Peygamber Efendimiz, bir kimseye;
“–Nasılsın?” buyurur. O kimse;
“–İyiyim.” diye cevap verir. Ama Peygamberimiz sorusunu tekrar eder. Adam önce anlamaz, yine sadece;
“–İyiyim.” diye mukabele eder. Peygamberimiz üçüncü kez sorunca o zaman o kişi;
“–Elhamdülillâh iyiyim.” demesi gerektiğini anlar. Peygamber Efendimiz de duymak istediği cevabın bu olduğunu vurgulamak için;
“–İşte senden bu cevabı duymak istiyordum da onun için soruyu tekrarladım.” buyurur.
Medeniyetimizin zengin söz varlığının temeli, Efendimiz’in talim ettiği bu edebin bir tezâhürüdür. Nitekim bizler de selâmlaşma, hâl-hatır sorma gibi nezaket ifadelerimizde hamd ve duâya yer veririz.
Bayramlaşmalarımız, tebrikleşmelerimiz hep duâlıdır. Her işe duâ ile başlamak; kuruluşlarda, açılışlarda duâsı makbul kimselerin duâsını almak da önemli bir geleneğimizdir.
Bizim kültürümüzde duâ, hayatın her yerindedir. Her his hattâ tepki bile duayla ifade edilir. Meselâ; azarlamalarımız ve kötülemelerimizde bile dilimizi bedduâya alıştıramayalım diye duâlı sözlerle sitem ederiz.
«Kör olmayasıca!», «Gadasını aldığım!», «Allah akıl, fikir versin!»…
Duâ, bazen teşekkür mânâsına da gelir. Bir iyiliğe karşı; «Allah râzı olsun.» diye duâ etmek teşekkürün en kıymetlisidir. Bilhassa Anadolu’da ihtiyarlarımız teşekkürlerini her vesileyle duâ ederek ifade ederler.
Meselâ, bir evin eli tesbihli, tatlı dilli bir ninesi, dedesi varsa, o evde duâ eksik olmaz. Torunu bir bardak su verse; «Su gibi aziz olasın» diye başlar; «ömrün çok olsun», «ak sakal tarayasın», «Allah seni dallı-budaklı etsin»… diye devam eder. Sofradan kalkarken, sanki her lokma için ayrı bir duâ eder: «Evinize buğday yağsın», «kolunuza kuvvet, kesenize bereket olsun», «toprak diye tuttuğunuz altın olsun.»…
Yani bizim kültürümüzde duâ sadece Allah ile kul arasında gizli bir söz değildir. Bu mânâda yakarışlarımızın yanında günlük konuşmalarımızın da önemli bir kısmı duâdır.
Bu duâlar hayatı mânâsız tekrarlar hâlinde yaşanıp gitmekten kurtarır; âdeta her işimizi, her hâlimizi bir kulluk tezâhürüne çevirir. Çünkü duâ, kelâm vasıtasıyla zihni ikaz eder ve böylece kalbi intibâha getirir. Bu sebeple duâlar bir zikir, yani anma, hatırda tutma vasıtasıdır.
Her duâ; Allah katında makbul olup olmamasından evvel, daha söylendiği anda söyleyenin ve işitenin kalbinde iyileştirici tesir yapar. Bu iyileştirme hem nefsânî hastalıkları tedavi mânâsında bir iyileştirme, hem de ahlâkî yönden daha iyi bir insan hâline gelme mânâsında bir güzelleşmedir.
Meselâ; yeni ev, araba, eşya vesâire alan kişiye söylenen; «Güle güle otur!», «İyi günlerde kullan!» sözü, kalpteki muhtemel kıskançlığı giderir, güzel hisler uyandırır. Hem insan böyle güzel sözler, tebrikler, duâlar duymadıktan sonra aldığından, giydiğinden ne zevk alabilir ki?
Nitekim çağımızda insanlar bir yığın alışveriş yaptıkları hâlde mutlu değildirler. Hâlbuki eski çağlarda çarşılarımızda esnaf; bir malı ballandıra ballandıra anlatır, mümkünse tattırır, sonra keyifli bir sohbet eşliğinde ölçüp, tartıp, hesaplar, sonra da; «Âfiyet olsun!», «Hayrını gör!», «Güle güle, iyi günlerde kullanın!» diyerek teslim ederdi. Müşteri de malı alıp parayı öderken; «Sağ olasın!», «Allah bereket versin!», «Helâl et!» diyerek teslim alırdı. Böyle tatlı tatlı duâlaşarak ve helâlleşerek yapılan alışverişin de bereketi olurdu hiç şüphesiz.
Sonra herkes aldığını birbirine gösterir, sanki duyduğu her; «Aman ne kadar yakışmış, güle güle, iyi günlerde giy…» sözüyle hakikaten yakışacağına ve iyi günlerde giyeceğine inanırdı.
Eski hanımlar beylerini bir kilo meyve için bile defalarca metheder, teşekkür mahiyetinde duâ ederdi: «Aman ne kadar da suluymuş, pek de tatlıymış. Kesene bereket, Allah çok versin. Allah seni başımızdan eksik etmesin…»
Böylece mutluluklar paylaşılır ve katmerlenirdi.
Hayatı katı bir kalple, duygusuz bir nefsâniyetle yaşayanlar belki de bunu anlamazlar. Ne de olsa çağımız, maddiyatçı bir çağdır. Meselâ günümüzde alışverişlerin çoğunu, market raflarından envâi çeşit mal arasından istediğimiz malları seçip, sepete doldurup, kasiyerin önünden «dıt, dııt» sesleri eşliğinde hesaplattırıp, ödeyip geçmekle yapıyoruz.
Sonra evlerimizde dolaplara yerleştiriyor, otomatikleşmiş hareketlerle yiyor, içiyor kullanıyor geçiyoruz. Bazen nimetin çokluğundan usanıyor;
«Aman, bu eşyalar dolapta ne kadar çok yer işgal ediyor.» diye kaldırıp atıyoruz.
Unuttuğumuz kıymetleri yeniden hatırlamamız için hayatımıza hamdin, şükrün ve duânın o latif tesirini katmaya çok ihtiyacımız var.