BUZAĞILAR ANNELERİNİ EMMESİN!

Handenur YÜKSEL

Büyük velîlerden Ali Semerkandî, 14. asrın ortalarında İran’ın Isfahan şehrinde doğdu. Babasının adı Yahya olup, soyu Hazret-i Ömer’e dayanır. Genç yaşta; tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu. Tahsilini tamamladıktan sonra Mekke’ye giderek, yıllarca Kâbe’de imamlık yaptı.

Medine’de, Peygamber Efendimiz’in mübarek türbelerinde yedi sene türbedârlık hizmetinde bulundu. Orada bulunduğu yıllarda; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işaret alıp, Anadolu’ya hareket etti. Ankara’nın Çamlıdere (Şeyhler) havâlisine geldi. Buradaki insanları irşad etmek, onlara Allah Teâlâ’nın emirlerini bildirmek ve nehiylerinden sakındırmak için çalıştı. 1457 yılında Çamlıdere’de vefat eden bu büyük velînin türbesi, Çamlıdere mezarlığında bulunmaktadır.

***

Çamlıdere havâlisine ilk geldiği günlerdi; köylüler kendisiyle ilgilenmiyor, onu dinlemiyorlardı. Bir gün ahâlinin sığırlarını otlatacak çoban aradıklarını duyup, yanlarına gitti; onlara şöyle dedi:

“–Sığırlarınızı otlatabilirim; çobanlığım sebebiyle sizden ücret de istemiyorum!”

Köylüler bu teklife çok sevindiler. Köylerine yeni gelen ve herkese dinden, îmandan söz eden bu zâttan şöyle bir ricada bulundular:

“–Bu teklifin bizi çok memnun etti. Yalnız bizler, sığırlarımızla birlikte buzağılarımızı da otlatmak istiyoruz; ama buzağıların, annelerini emmelerini istemiyoruz. Bunu yapabilir misin?”

Semerkandî, köylülerin bu imkânsız teklifini kabul edince; ineklerle buzağılar hemen kendisine teslim edildi. Onları bir arada otlatmaya götüren büyük velî, mer’aya geldiklerinde hayvanlara şöyle seslendi:

“Ey inekler ve buzağılar! Akşama kadar beraberce otlayın; yalnız, buzağılar annelerini emmesin, anneler yavrularını emzirmesin!”

Onun sözü üzerine ne inekler yavrularını emzirdi, ne buzağılar annelerini emmek için uğraştı. Merak içinde akşamı bekleyen köylüler, ineklerinin memelerini sütle dolu görünce hayretler içinde kaldılar. Böyle bir olayı ne görmüş, ne de işitmişlerdi!

Bu fevkalâde hâdise karşısında; kerâmet sahibi biriyle karşı karşıya olduklarını anlamışlar, o günden sonra kendisinden ders ve nasihat almaya başlamışlardı.

MÜSLÜMANI KÜFFÂRA ZEBÛN ETTİRME!

Sultan II. Murad, 1404’te Amasya’da doğdu; 1421’de, henüz on yedi yaşında iken tahta geçti. Anadolu birliğini kurmak için büyük mücadele veren Sultan Murad; Hicaz’a surre alayları gönderip, Arap halkını Türklere ısındıracak İslâmî bir siyaset takip etti. Sultan Murad; son derece dindar, âdil, imarcı, ilim ve sanatı gözetici, şair bir hükümdardı. İdarecilik ve askerlikte üstün meziyetlere sahipti. Ünlü tarihçi Hammer onun için;

“Otuz yılı dolduran saltanatında ülkesini şeref ve adaletle idare etmiş, milletin hâfızasında; dindar, haktanır bir sultan hâtırası bırakmıştır. Şarlken gibi delikanlı iken tahta çıktı, fakat onun gibi saltanatı ilerledikçe dehâsından bir şey kaybetmedi.” demektedir.

Haçlılara karşı Varna ve Kosova savaşlarını kazanan Sultan II. Murad, 2 Şubat 1451’de 47 yaşında iken vefat etti. Vasiyeti üzerine Bursa’da oğlu Alâaddin Ali’nin yanına defnedildi.

***

Âşık Paşazade, Sultan II. Murad’ın dînî telâkkîsini ve adaletini methederek; Mekke, Medine ve Kudüs fukarâlarına sadaka gönderdiğini, seyyidlere kendi eliyle para paylaştırdığını kaydetmektedir. Ünlü tarihçi, kıymetli eserinde şöyle bir olay nakleder:

Bir gün İran’dan, Fazlullah nâmında bir hakîm gelmişti. Hazine cem’ine dair bir teklif ileri sürerek;

“–Bu vilâyetin halkında mübalâğa (fazla miktarda) mal vardır, padişahlara bir sûret kurup (bir formül bulup) almak (tahsil etmek) câizdir.” fetvâsını vermişti.

Onun bu görüşüne sultanın, cevabı şöyle oldu:

“–Bizim vilâyetimizde üç lokma-i helâl (üç çeşit helâl rızık) vardır ki, gayrı (başka) vilâyetlerde yoktur. Biri madenler, biri kâfirden alınan haraç, biri dahî gazadan hâsıl olan maldır. Benim asker-i mansûrum (muzaffer ordum) bu helâl lokma ile zindegâni ederler (geçinirler); bunlara bu cebir ile (zorla) alınan lokma haram olur. İmdi bunlara helâl lokma gerektir. Şol padişah ki leşkerine (askerine) haram lokma yedirir, o leşker harâmî (eşkıyâ) olur. Harâmînin hod sebâtı olmaz (savaşta yiğitliği kalmaz), hâli, ne idiğü malûmdur.”1

Bu cevap; sultanın çok ince bir adalet duygusuyla hareket ettiğini, buna samimî bir şekilde inandığını açıkça göstermektedir.

KADINLARA ERKEK ELBİSESİ GİYDİRİN!

İmam Şâmil, 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri Köyü’nde dünyaya geldi. On beş yaşında iken, at binerek kılıç kuşanmış; yirmisinde ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi dallarda üstün bir kabiliyet kazanmıştı. İmam (devlet başkanı) seçildikten sonra Ruslara karşı ülkesini savunmak için gerekli bütün tedbirleri aldı, askerî teşkilâtları yeni esaslara göre düzenledi. 1834’ten 1859’a kadar 25 yıl Rus ordusunun bütün gücüne rağmen yılmadan mücadele etti. Onlara büyük kayıplar verdirdi. 6 Eylül 1859’da Gunip’te; 70 bin kişilik Rus ordusuna karşı, yanında birkaç yüz adamı kalıncaya kadar direndikten sonra teslim oldu. Ailesi ve kırk civarında adamı ile Petersburg’a götürüldü. Ruslar, on yıl esâretin ardından hac farîzasını yerine getirmesine izin verdiler. Hac ibâdetinden sonra Medine’ye geçen İmam Şâmil, orada hastalanarak yatağa düştü ve 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata vedâ etti.

***

Kalabalık bir Rus ordusu Şâmil’in idaresindeki Ahulgo bölgesini kuşatmıştı. Rus kumandanı, elçiler göndererek kendisini müzakereye davet etti. Şâmil gitmek istemiyordu. Bazı arkadaşlarının, onun bu tedbirini; korkaklığa yorduğunu hissederek, yerinden fırladı ve;

“Kaledeki kadınları erkek kıyafetine sokup meydana çıkarınız ki, ahâlimiz Rusların gözüne çok görünsün!” emrini verdikten sonra bir grup mücâhidle birlikte kaleden çıktı.

Kısa bir zaman içinde kadınlar; erkek elbiseleri giyip, kılıç kuşanıp, başlarına sarık sararak kale meydanını doldurmuşlardı.

Şâmil ve arkadaşları, Moskof karargâhına vardıklarında kumandanın şu sorusuyla karşılaştılar:

“–Ahulgo’da, şimdiye kadar görmediğimiz bu sarıklı adamlarınız kimlerdir?”

Şâmil şöyle cevap verdi:

“–Sizin çadırlarınız nasıl neferle dolu ise, Ahulgo kalesi de müslüman mücâhidlerle doludur!”2

ÇANINA OT TIKANMIŞ OLACAKTI!

Ünlü şair ve yazar Dr. Cenab Şahâbeddin 1870’te Manastır’da doğdu. Babasının Plevne’de şehid düşmesinden sonra ailesiyle İstanbul’a yerleşen Şahâbeddin Bey; Tıbbiye İdâdîsi’ni bitirdikten sonra askerî tıbbiyeden de mezun olup, hekim yüzbaşı rütbesiyle orduya katıldı. Paris’te, dört yıl süren cilt hastalıkları ihtisasının ardından yurda dönen Cenab Bey; Mersin, Rodos ve Cidde’de sıhhiye müfettişlikleri görevinde bulundu. 1914’te emekliye ayrılan Cenab Bey, Dârulfünûn’da Türk edebiyatı tarihi dersleri okuttu. Bu arada İstiklâl Harbi sırasında Kuvâ-yı Milliye’ye karşı menfî davranışları sebebiyle -öğrencileri tarafından- istifaya zorlandı. Tanınmış yazar; 12 Şubat 1934’te İstanbul’da, bir beyin kanaması sonucu vefat etti.

***

Cenab Şahâbeddin, 1921’de «Peyam» gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, İttihatçıların hatalı icraatlarını ve Enver Paşayı şöyle eleştirmişti:

“Yarın 15 Şubat’tır. Bu tarih bizim hayât-ı milliyemizde kanlı bir kitâbe olacak. Zira yarın ordunun yeni kadrosu bilmem kaç bin zâbiti ordudan çıkarıyor. Dünkü kahramanlarımız, vukûatın kuvvetli pençesinden kan ve gözyaşı dolu bir sünger gibi sıkıldılar…

Padişahın haberi bile olmaksızın Harbiye Nezâreti’nin başına geçen Enver; fâtiha-i icrââtı (ilk icraat) olmak üzere kılıç kardeşlerinizden (ordu mensuplarından) bin masumu sırf siyasî bir gayz (düşmanlık) ile ordudan attığı zaman, mesânid-i ihvan (kardeşlik dayanışması) hissi sizi itiraza sevk etmedi. Eğer o zaman, kalbinizdeki uhuvvet-i askeriyye isyan etmiş olsaydı; Enver’in çanına ot tıkanmış olacaktı. O çılgın oğlanın açtığı cünûnun (deliliğin) ucunda, bilmeliydiniz ki uçurum vardı ve o, bir gün sizi de yutabilirdi…”3

______________________

1 Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, c. I, s. 123-124.
2 H. Ahmet ÖZDEMİR, Şeyh Şâmil’in Hâtıraları, Ankara, 2000, s. 70-71.
3 S. Nüzhet ERGUN, Cenab Şahâbeddin, İstanbul, 1935, s. 81.