SANA HALEF OLMAYI KABUL EDİYORUM!

Handenur YÜKSEL

Hazret-i Peygamber’in damadı ve Hulefâ-yı Râşidîn’in dördüncüsü olan Hazret-i Ali, 600 yılı civarında Mekke’de doğdu. Babası Peygamberimiz’in amcası Ebû Tâlib’dir. Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğine ilk îman edenlerdendir. Hicretin ikinci yılının sonlarında Peygamberimiz’in kızı Fâtıma ile evlendi. Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazâlara katılarak büyük kahramanlıklar gösterdi. «Ebû Türab», «el-Murtazâ», «Esedullah» gibi lakaplarla anılırdı. Hazret-i Peygamber’e vahiy kâtipliği yaptı. Hudeybiye Antlaşması’nı da o yazmıştı.

Hazret-i Osman’ın şehâdeti sonrası, ısrar üzerine hilâfeti kabul etti. «Cemel Olayı» ve «Sıffîn Savaşı» (657) gibi üzücü hâdiselerden sonra, bir sabah namazı vakti, Kûfe’de (bugünkü Necef), Abdurrahman bin Mülcem isimli bir anarşist tarafından zehirli bir hançerle yaralandı ve iki gün sonra da (28 Ocak 661) şehid oldu. Bu büyük sahâbî, Kûfe’ye (Necef) defnedildi.

***

Allah Rasûlü bir gün, genç amcazâdesi Ali’yi yanına çağırarak, şöyle buyurdular:

“Allah Teâlâ, peygamberlik yolunda mücâhedeye başlamamı emir buyurdu. Artık bu yolda akraba ve taallukātımla uzun bir mücadeleye girişeceğim. Çok zahmet çekeceğimi biliyorum, ama ne yapayım ki, Rabbimin emri alenen böyle…”

O sırada Ali’nin yaşı bir rivâyete göre on iki, diğerine göre on sekiz idi. Bu müjdeyi cân u gönülden kabul etti. Hazret-i Ali, Rasûl-i Ekrem’le Kureyşliler arasında meydana gelen ilk münakaşayı şöyle anlatır:

“Hazret-i Peygamber, kabîlenin önemli şahsiyetlerinden kırk kişiyi bir ziyafete davet etmemi emir buyurdular. Bütün reisleri çağırdım, onlarla birlikte babam Ebû Tâlib, amcalarım Abbas, Hamza ve Ebû Leheb de davete icâbet ettiler. Yemek esnasında Hazret-i Peygamber, bir parça keçi eti alarak parçaladı ve misafirlere ikram etti. Herkesin o et lokmasıyla karnı doymuştu. Davetliler bu işe çok şaşırdılar.

Ertesi gün onları tekrar yemeğe davet etti; aynı şey tekrarlanmıştı. Ziyafetin sonunda Rasûl-i Ekrem, onları Allâh’ın birliğine çağırdı. Herkes susmuş, kimseden cevap çıkmamıştı. İşte tam o sırada ileri atılarak, bağırdım:

«Ey Allâh’ın elçisi! Sen’in kardeşliğini ve Sana halef olmayı kabul ediyorum.»

Yüce Rasûl, bunun üzerine ensemden tutarak dedi ki:

«İşte bu benim kardeşim ve vasimdir. Onu dinleyiniz ve itâat ediniz.»

Onun bu sözü üzerine davetliler alay ederek dağılmaya başladı. Babam Ebû Tâlib’e diyorlardı ki:

«Oğluna itâat etmene dair sana emir veriyorlar, ne gülünç şey!»”

Hazret-i Ali -kerramellâhu vechehû- o günden sonra Hazret-i Peygamber’le omuz omuza mukaddes cihâda başlamış oldu.*

______________________

* Yâkup Necefzâde, Şehsuvâr-ı İslâm Hazret-i Ali, İstanbul, 1960, s. 13-14.

ŞU TAHTAYA SEN DE YATACAKSIN!

Tarihimizde, «Ali Suâvî İsyanı» ile birlikte hatırlanan Yedi Sekiz Hasan Paşa 1831 yılında Çorum’da doğdu. Ruslarla yapılan Kırım Savaşı’na er olarak katıldı. Savaşta gösterdiği üstün cesaret üzerine harp sonrası seraskerlik karargâhında görevlendirildi. Daha sonra âsâyişi sağlamak üzere, yüzbaşı rütbesiyle Balıkesir Zaptiye Taburu’na tayin edildi. Hasan Yüzbaşı öyle gözü kara bir subaydı ki, bir süre sonra şöhreti saraya kadar ulaştı. Sultan Abdülaziz tarafından Beşiktaş karakol komutanlığına getirildi. Bu birlik, sarayın muhafazasından sorumluydu. Abdülaziz’in öldürülmesi sonrası görevine son verilen paşa, Sultan Abdülhamid’in tahta çıkması üzerine, ferik rütbesiyle aynı vazifeye yeniden getirildi. Hasan Paşa, 1878 Mayıs’ında Ali Suâvî tarafından sultana karşı düzenlenen darbeyi önleyerek, saraydaki itibarını artırdı. Bu görevi çeyrek asırdan fazla sürdüren Hasan Paşa, 23 Ocak 1905’te, 73 yaşında iken vefat etti.

***

Tarih 29 Ağustos 1904’ü gösteriyordu. Sadece 93 gün saltanat süren otuz üçüncü Osmanlı hükümdarı Sultan V. Murad, vefat etmişti. Cenazesi Topkapı Sarayı’nda yıkanıp kefenlendikten sonra, defnedilmek üzere hazırlandı. Tam tabuta konacağı sırada, Sultan Abdülhamid’in yaverlerinden Fehim Paşa; Sultan Murad’ın öldüğünden iyice emin olmak için, merhumun saçlarını kavradı ve başını şiddetle sarstı. Hasan Paşa’nın gözleri büyümüş, âdeta kendinden geçmişti. Fehim Paşa’nın koluna sarılarak;

“Ne yapıyorsun, çek elini? Yoksa kafanı koparırım! O, Osmanlı hanedanının evlâdıdır. Ona parmağının ucuyla bile dokunmak, senin haddin değildir!” diye bağırdı.

Fehim Paşa şaşırmış, Hasan Paşa ise öfkeden deliye dönmüştü:

“Allah’tan kork, şu ölüden ibret al! Yarın bu tahtanın üzerine sen de yatacaksın!” dedi.

Neyse ki bu tatsız olay, diğer paşaların araya girmesiyle daha fazla büyümeden önlendi.

MAÂRİF, KARŞILIĞINI ÖDEDİ!

Tuğrâkeş İsmail Hakkı ALTUNBEZER, 8 Şubat 1873’te İstanbul’da doğdu. Yazıyı başta babasından, sonra da devrin üstad hattatlarından Sâmi Efendi’den öğrendi. Tuğrâkeşliğe kadar yükselen İsmail Hakkı Bey; kabiliyetli bir ressam, ünlü bir müzehhip, mücellit ve hattat olup, Türk süsleme sanatlarına olan katkısı tartışılmazdır. Yıllarca ilgili mekteplerde ders verdi. 1946 yılında kanserden vefat eden Altunbezer, Üsküdar Karacaahmet Kabristanı’nda medfundur.

İsmail Hakkı Bey, bir gün iki elinde iki büyük paket olduğu hâlde Karaköy’den vapur iskelesine doğru gidiyordu. Onu uzaktan gören talebesi Mâlik Aksel Bey, hemen yanına yaklaşarak;

“–Hocam, paketlerden birini ben taşıyayım.” diyerek, onlardan birini kavradı. Ünlü hattat, delikanlının bu yardımına ses çıkarmadı; fakat yolunu değiştirerek, iskele yerine Karaköy muhallebicisine yöneldi. Malik Bey;

“Hocam, hani iskeleye gidiyordunuz?” diye sorduysa da bir cevap alamadı. Üstad, dükkâna girer girmez:

“–Evlât bir limonata, bir de muhallebi!” dedikten sonra; “Allah; insanı karısına, evlâdına, talebesine, kimseye muhtaç etmesin. Benim eşyamı taşıyorsun, hakkını ödemeliyim.” diye ekledi. Talebesi;

“–Üstadım, asıl bizler sizin hakkınızı ödeyemeyiz. Senelerdir sizden feyiz aldık, bunu nasıl unuturuz.” deyince İsmail Hakkı Bey istifini bozmadan şöyle dedi:

“–O başka, onun karşılığını Maârif Vekâleti bize ödedi…”1

KAP-KACAK, NE VARSA DOLDURDUM!

Sevgi ve gönül şairi Ziya Osman SABA, 1910 yılının Mart ayında Beşiktaş’ta doğdu. Önce Galatasaray Lisesini, ardından İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Bir süre Ankara’da çalıştı. Ancak İstanbul aşkı kendisini İstanbul’a yöneltmişti. İşinden istifa ederek âşık olduğu şehrin yolunu tuttu. Millî Eğitim Tashih Evindeki mütevâzı bir işte çalışmaya râzı oldu. Fakat 1950’de kalp krizi geçirmesi üzerine işinden çıkarılarak, âdeta açlığa mahkûm edildi. Ziya Osman Bey, yakın dostu Yaşar Nâbî’nin kollaması, kendisine iş temin etmesi sayesinde çoluk-çocuğunun nafakasını temin edebildi. 29 Ocak 1957’de vefat eden şairin -1980 yılına kadar var olan- Eyüp Sultan’daki kabri, bölgeden yol geçmesi üzerine maalesef kayboldu!

Bir gün dostlarından Cevdet Kudret Bey, dünyasında; nefretin, kinin, öfkenin, riyânın, kibrin, kısacası insana yakışmayan hiçbir duygunun yeri olmayan ünlü şairi ziyarete gelmişti. Ziya Osman Bey biraz sohbetten sonra misafirine kahve pişirmek üzere mutfağa girdi. Arkadaşı da peşinden koşmuştu. Ünlü şair gülümseyerek;

“–Sular kesiliyor da, tedbirli davranıp, kap-kacak ne varsa dolduruyorum işte.” dedi. Dostu etrafa bakınmış, fakat ortada kap-kacak görememişti. Şaşkın bakışlarını arkadaşının üzerinde gezdirerek;

“–Ziya, nerede kapların?” diye sordu.

Ziya Osman Bey, raftaki fincan ve bardakları gösterdi. Hepsi suyla doldurulmuştu! Kap-kacak diye gösterdiği şeyler, üç kahve fincanıyla birkaç bardaktan ibaretti… Bu garip durumu gören Cevdet Kudret Bey, gözlerinden yaş gelinceye kadar katıla katıla gülmeye başlamıştı.2

____________________

1 Güzeli Bulmak, Ahmet EFE, Konya, 1994, s. 35.
2 Mehmet Nuri YARDIM, Ziya Osman SABA Sevgisi, İstanbul, 2004, s. 17