PASLI PEYNİR İÇİN DEĞER Mİ?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

«Eşyada asıl olan mubah olmaktır.»

Bu ifade aslında umumî bir prensibi ifade ediyor. Fakat her kaide gibi istisnâları var…

Yemek-içmek ve karşı cins mevzuunda, umumî prensip helâl olmak değil… Bir erkeğe bütün kadınlar âlemi haram iken, sadece nikâhlısı helâldir.1

Yeme-içmede de öyle… Tabiattaki her şeyi yiyor muyuz? Elbette ki hayır! Bazı mülevves, putperest milletler gibi kımıldayan her şeyi tabağa atmayı da ne dînimiz ne midemiz kaldırır. Etini yediğimiz belli mahlûkat var, onun da kesilişi, pişirilişi, temizliği gibi yine birçok prensip devreye giriyor.

İnsanın, yiyeceği konusunda bu kadar teferruata girmesi, onun seçkin bir varlık olmasından kaynaklanıyor. Dîni ve milleti ne olursa olsun insanın temizlik anlayışı bütün mahlûkattan ileri…

Fakat aynı şeyi, mânevî temizlik konusunda söylemek mümkün değil… Maddî temizlik konusunda fıtratımızda yer alan bu seçiciliği, mânevî sahaya da yansıtsak, mahlûkat zincirinde, mertebemiz, hayvanlardan iyice uzaklaşıp, meleklere yaklaşacak… Yansıtmadığımızda ise, maddî temizlikteki hassâsiyet bile kayboluyor, mertebe, hiç değilse yediğini bir koklayan ve sevk-i tabiî ile yiyen hayvanattan bile aşağı düşüyor:

Bin tâne helâl var üç harâmın yerine…
Meyletme harâmın şu mülevves kirine,
Her lezzete kātil faka basmaz fâre,
Meyletmese murdar kapanın peynirine… (Tâlî)

Evet, fare canına kastetmek için kapana atılmaz… Ona canını riske attıran şey, o pis, paslı kapana tuzak yemi olmuş bir parça peynirdir. Peynir başka yerde de vardır da, buradaki bedavadır. Yorulmadan elde edilecektir.

Hâlbuki dünya hayatında da cennet misali temiz, mesut, ağız tadıyla yaşamanın yolu helâlle iktifâdır. Fakat fare nefis, onca kazanç yolu içinde fâize atlar, haksız kazançlara uzanır, haramı seçer…

Fare kafası; mânevî kiri de görmez ve;

«Marketteki peynir ile, kapandaki peynir arasında ne fark var! Ben tuzağa düşmeden peyniri kaparsam, günü kurtarırım!» diye düşünür.

Hâlbuki helâl ile haram arasında, geliş ve gidiş yönleri itibarıyla da büyük fark vardır:

Helâl olandaki lezzet, ne hoş ve ulvîdir,
Harâma, pisliğe şehvet, ne boş ve süflîdir,
Bütün akışlara mecrâ cihân içinde fakat;
İrin cehenneme, Kevser cinâna cârîdir! (Tâlî)

Hikmetî de helâl ile iktifâ edip harama düşmemek konusunda ikaz ediyor:

Lokma-i «mimmâ razaknâküm halâlen tayyiban»
Var iken el sunma dehrin hân-ı merdüm-hârına

“«Size rızık olarak verdiklerimizden helâl ve mânen temiz» olan lokma varken, feleğin insan yiyen sofrasına/hânına el açma!”

Evet, harama tevessül eden, bir parça paslı peynir için canından olan fare gibi, denî dünyâdan kâm alayım derken, yamyam dünyanın dişleri ve dişlileri arasında kalıverir.

O hâlde, haramdan geçmeli, helâlden seçmeli…

Hiç de zor değil…

Zira her şeyi yemiyoruz, seçiciyiz fakat yine de yasak olan bir avuç maddeye karşılık, binlerce helâl var. Bir-iki yasağa karşılık, binlerce alternatif:

Çirkinleri terk eyle, güzelden seçelim biz,
Gel tövbe edip içmeye, meyden geçelim biz,
Pis şeylere alternatif olsun temizinden;
Çaylar Rize’den, kahve Yemen’den, içelim biz! (Tâlî)

İnsana bu mânevî temizlik ayrımını İslâm öğretti. Özellikle Uzak Doğu’da, nübüvvet ışığından uzun asırlardır uzak kalmış milletler, yeme-içme titizliğinden çok şey kaybetmişler. Necati Bey bu sebeple hatırlatıyor:

Açıldı nefha-i ahkâm ile gül-i ümmîd
Seçildi pertev-i İslâm ile harâm u helâl

“Umut gülü, İslâm’ın getirdiği hükümlerin aldırdığı nefesle açıldı. Haram ve helâl, İslâm’ın nûruyla açık-seçik hâle geldi.”

Bu beytin şerhini isterseniz Necâşî’nin karşısında İslâm’ın hayatlarına neler getirdiğini tatlı tatlı anlatan Câfer-i Tayyâr Hazretleri yapsın:

“Ey hükümdar! Biz cahil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâizcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve bir kadının birkaç erkekle münasebetteki iffetsizliğini hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda, hak nedir, bilinmezdi.

Allah Teâlâ bizlere merhamet etti ve bizim ıslahımızı diledi de, içimizden bir peygamber gönderdi. O Peygamber, asil bir soydan ve temiz bir kabîledendir. Kendisini «el-Emîn» diye isimlendirmiştik. O bizi Allâh’ın birliğine çağırdı. O’na ibâdet etmeyi öğretti. Dedelerimizin putlarından kurtardı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Kan dökmeyi, kumar oynamayı, içkiyi, fâizi, yalancılığı, yetimlerin mallarına dokunmayı yasakladı. Bize hep iyilikleri talim buyurdu. Doğruluğu, sözünde durmayı, komşu ve akrabaya iyi muamele etmeyi, kadınların şerefini, kız çocuklarının hayatını kurtarmayı emretti. Bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı…” (İbn-i Hişâm, I, 356-361)

Bu müthiş beyanatın, hani şu «daha çok îman mevzularının işlendiğine» inanmamızın beklendiği Mekke devrinde yapıldığını da hatırlayalım.

Dînimiz hayata temizliği, dürüstlüğü, helâliyeti, hakkı, hakkāniyeti getirdi…

Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak ilân etti.

Helâli, haramı ortaya koydu…

Hadîs-i şerifte de;

«Helâl bellidir, haram bellidir.» buyurulur. Fakat hadîs-i şerîfin devamının da ifade ettiği gibi, bu netlik bütün eşyayı ve bütün hâlleri kapsamaz:

“Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îman, 39)

Bu «şüpheli» mefhumuyla ifade edilen hafif belirsizlik; dînin, şahsî tercihlerde genişleyen yelpazesine büyük katkıda bulunur.

Eşya, helâl olur; fakat kazanılma şekli helâl olmayabilir. Alışverişe; yemin karışmış, abartı karışmıştır. Mahsûl helâl olur, fakat öşrü verilmemiş, vadesi gelmiş borç ödenmemiş olur, yine helâliyete gölge düşer…

Evet, aynıyla / zâtıyla haram olan şeyler azdır. Fakat zâtının dışında bir sebeple meydana gelen haramlıklar, kerâhetler, şüpheler, takvâ ve fetvâ / azîmet ve ruhsat derecelendirmeleri meseleyi daha da derinleştirir.2

Meselâ, aynıyla da, kazanılma şekliyle de, zekâtının verilmiş oluşuyla da her şeyiyle tertemiz ve helâl olan bir sofrada abartılı yemek yine helâlin dışına düşmektir:

Akıllı bir kişi ham nefse hep muhâliftir,
«Ne istiyorsa yiyen pisboğaz da müsriftir…»

(Hadîs-i şeriften nazmen tercüme: Tâlî)

Burada titizlik farkı ortaya çıkar. Nasıl müslüman olmak var, bir de müttakî olmak varsa; dîni yaşayışında haramlardan kaçmanın ötesine geçip, helâllerde de titizlenen; üzerine şüphenin, yanlışın, fâizin, haramın gölgesi düşen şeylerden de, leşten kaçar gibi kaçan bir hassâsiyet de vardır ki, buna tasavvuf diyebiliriz;

Gaflet ile içmek de haram, tertemiz âbı… (Tâlî)

Devrin ve devrânın kötülüklerini yanlışa kapılmaya bahane değil, doğruya teksif olmaya motivasyon gören bir anlayış…

Tıpkı Ashâb-ı Kehf gibi:

Ashâb-ı Kehf, aç idi üç yüz dokuz sene…
Kalkınca en temiz aşı dert ettiler yine…
Ey ehl-i keyf! Sen ise üç-beş saat acık;
Kalmaz günah-haram diye bir şey yıkılmadık! (Tâlî)

Ashâb-ı Kehf, inançsız kavim ve krallarından saklandıkları hâlde, titizliğe riâyet etmişlerdi.

Bir yanda ashâb-ı kiram ve Ashâb-ı Kehf’in yolu;

Diğer yanda ehl-i dünya ve ehl-i keyfin yolu…

Burada haramdan kaçınanlar, orada haram tuzağının nefsi meylettiren nimetlerinin hakikî ve mükemmellerine nâil olacaklar:

Gülgün şarâbı çünkü dile eyledim haram
Sâkî içürse kevseri anda bulam safâ… (Muhibbî)

Burada haramdan kaçınmayanlar ise, bir gün cennete adım atsalar da o müthiş lezzetlerden mahrum kalacaklar:

“Dünyada şarap içen, onu âhirette içemeyecektir.” (İbn-i Mâce)

Paslı peynir için değer mi gönül?

_______________________

1 Hattâ dilimizde, hanıma kişinin helâli denir. Lisânın cilvesi, haram kelimesinde de mahremiyet mânâsı bulunduğundan, hanıma «harîm, harem» de denir. Arapçada bizim meyve kastıyla söylediğimiz «hurma» kelimesinin kadın mânâsında kullanılması da bu bağlantıyla… Mahrem kelimesinde hatlar daha da karışır. Mahrem, bir erkeğin nikâhlanması haram olan yakın hanım akrabaları. Bir hanım için de tersi. Bir hanıma göre nâ-mahrem de, aralarında evlenme yasağı bulunmayan yabancı erkekleri ifade eder. İkisini birden şu kıt’ada kullanmıştık:

Boynuzlu garp âlemi,
Anlamaz nâ-mahremi,
Ellere helâlimi
Göstermedim göstermem!

2 Âyette helâlin yanında tayyib/(mânen) hoş ve temiz kaydının düşülmesi bu mânâyı hissettirir.