Îman Vasfı, İnsanlık Haysiyeti: HELÂL HASSÂSİYETİ

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

“Kıyâmette insana sorulacak ilk dört sualden biri şudur: «Malını nereden kazandın, nereye harcadın?»”
(Tirmizî, Kıyâmet, 1)

HER NİMETİN HESABI VAR

Bir mü’min, aklından hiç çıkarmamalıdır ki; bu dünya bir imtihan dershânesi, kendisi de bu dershânede imtihana tâbî tutulan bir kuldur.

Dünya ve içindeki her şeyin insana müsahhar kılınması, yani insanoğlunun emrine âmâde kılınması, onun hizmetine verilmiş olması da bu imtihan sebebiyledir. Aksi hâlde, dünya ve nimetleri insana hudutsuz, hesapsız verilmiş değildir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

İnsanın nâil olduğu bütün nimetlerden hesaba çekilecek olması, imtihanı itibariyledir. Cenâb-ı Hak, insanı sâir mahlûkattan ayırıcı husûsiyetlerle donatmış ve onu birtakım emir ve nehiylerle mükellef yani sorumlu tutmuştur.

MÜKELLEFİYET

Mü’min, mükelleftir. Yani, mes’ûliyet hissi içerisinde hayat sürmek durumundadır. Mükellefin, yani ilâhî sorumluluk altındaki kulun, her amel ve davranışının bir hükmü ve neticesi vardır: Farz, sünnet, müstehap, haram, mekruh, şüpheli, mubah, helâl… şeklinde, Kur’ân ve sünnetin tayin ettiği bu hükümler, bir mü’minin hayatına istikamet veren levhalar mesâbesindedir.

Bu levhaları gözeten, hayatını ilâhî îkaz ve işaretlerle yaşayanlar; yolun sonunda Allâh’ın izniyle ebedî rahmete, cennete vâsıl olurlar. Bu îkazlardan gaflete düşen, hırs ve tamaha düşerek ilâhî talimatları görmezden gelenler ise; dünya hayatında trafik kurallarını hiçe sayanların can ve mal kaybına yol açan kazalara uğradıkları gibi, dünyada da âhirette de en büyük ziyana düşerler.

Bilhassa içinde bulunduğumuz âhirzamanda; hevâ ve heveslerinin zebûnu olmuş nâdanların ortaya attığı; «Bırakınız yapsın! Bırakınız geçsin!» sözüyle hulâsa edilen, özü itibarıyla; «Altta kalanın canı çıksın!» acımasızlığının mahsulü olan gaflet ve zulüm cereyanları içinde, insanoğlu âdetâ hayvanat gibi hudutsuz, hesapsız bir hürriyet ile yaşamaya çağrılmakta… İnsanoğluna; «Dilediğin gibi kazan, dilediğin gibi harca!» denilmekte…

Hâlbuki âyet-i kerîmede buyurulur:

BAŞIBOŞ DEĞİLSİNİZ!

“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâmet, 36)

Allâh’ın lutfettiği sevk-i tabiîlerle hayatını sürdüren sâir mahlûkat için, mükellefiyetler yoktur. Onlar için; cennet gibi bir mükâfat, cehennem gibi bir cezâ yurdu olmadığı gibi; emirler, yasaklar, tavsiyeler ve sakındırmalar da bulunmaz. Zira onlar sadece insana ilâhî azameti telkin edici birer hizmetkâr olarak âmâde kılınmışlar ve bu vazifeleri de âdetâ otomat bir şekilde devam hâlindedir.

İnsan ise, mükerrem; yani değerli, şerefli bir varlıktır. Bu şeref de ilâhî bir lütuftur. Bu kıymet ve şerefi muhafazanın tek yolu, insanın ilâhî talimatlar içerisinde yaşamasıdır.

İnsan; başıboş mahlûkat gibi nefsinin hoyratlığına dûçâr olur, hevâ ve hevesinin peşinde sürüklenirse, bünyesinde bi’l-kuvve / potansiyel hâlde bulunan şeref ve kıymeti hebâ etmiş, âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

«İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar.» (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin ifade ettiği derekeye düşmüş olur. Demek ki helâl ve haramı gözetmek, ilâhî talimatlara riâyet içinde yaşamak; insanlık haysiyet ve şerefini korumaktır.

İnsanoğlu; dünyada hayatını sürdürmek, kendisinin ve ehlinin ihtiyaçlarını karşılamak için, gayret gösterir. Eker-biçer, alır-satar yahut başkasına ücretle çalışır ve sâir kazanç vesileleriyle hayatını kazanma gayreti içinde olur. Eline geçen imkânları da kendine ve çevresine harcar. Yer, içer, satın alır, istihdam eder…

Her iki yönde de, yani kazanırken de harcarken de nefsinin değil, Allâh’ın hoşnutluğuna riâyet etmesi, helâl-haram hudutlarına ileri derecede ihtimam göstermesi gerekir;

BİLHASSA YİYİP İÇTİĞİNE…

Gıda, insanın en tabiî ihtiyacı. Anne karnında, annenin yediği gıdaları kordon vasıtasıyla alan insan, doğduktan sonra da anne sütü ve anne-babasının ikramlarıyla karnını doyurur. Ömür boyu vücudunun beslenme ihtiyacını karşılamaya devam eder.

Cenâb-ı Hak bu ihtiyacın karşılanmasındaki ilâhî ölçüleri bildirerek âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah’tan korkun!” (el-Mâide, 88. Bkz. en-Nahl, 114; el-Enfâl, 69)

Birçok âyet-i kerîmede, yenmesi, içilmesi haram olan maddeler sayılmış; ticarî hayatta yetim malını haksız sûrette yemekten, fâizden, kumardan her türlü haksız kazançtan uzak durulması emredilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan Ashâb-ı Kehf’in kıssasında, helâl hassâsiyetinin güzel bir nümûnesi vardır:

Îmanlarını muhafaza gayretiyle hicreti tercih eden ve sığındıkları mağarada, fevkalâde bir ilâhî kudret ve sıyânete mazhar olarak 309 sene sâlimen uyutulan Ashâb-ı Kehf; uyandıklarında içlerinden birini çarşıya yollarlar ve ona şöyle tembihte bulunurlar:

“(O gönderdiğiniz kişi) baksın, (şehrin) hangi yiyeceği (maddî-mânevî açıdan) daha temiz ise size ondan erzak getirsin.” (el-Kehf, 19)

Bu âyet-i kerîmede; bilhassa küfür ve gaflet diyarında yaşayan kimselerin, helâl-haram dikkatinde göstermeleri gereken ihtimam ne güzel ifade edilmiştir.

İlk vahyedilen âyetler arasında yer alan;

“(Maddî-mânevî) pis ve murdar olan her şeyden kaçın!” (el-Müddessir, 5) emr-i ilâhîsine, bütün hayatında en ulvî ölçülerde riâyet eden Fahr-i Kâinât Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbının hayatları, yenilip içilen şeylerin helâl ve temiz oluşuna dikkatin en müstesnâ misalleriyle doludur.

Şu hâdise, Efendimiz’in bu hassâsiyetteki yüce mevkiini göstermesi açısından ibretâmizdir:

Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve selem

bir cenaze teşyîinden dönüyordu. Bir sahâbi hanım, hizmetçisini göndererek Efendimiz’i, evlerine yemeğe davet etti. Efendimiz de ashâbıyla birlikte icâbet etti. Yemek getirildi, Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve selem

Efendimiz elini yemeğe uzattı, sofradakiler de yemeye başladılar. Fakat bir de baktılar ki Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve selem

lokmayı ağzında çeviriyor, fakat bir türlü yutmuyor. Bir süre sonra Peygamber Efendimiz bu davranışının hikmetini açıkladı:

«−Bu, sahibinin izni olmadan alınmış bir koyun etidir.»

Derhâl sofra sâhibesi çağırıldı. Sahâbî hanım gelip hâdiseyi şöyle îzâh etti:

«−Ya Rasûlâllah! Bir koyun satın almak üzere Bakî tarafına adam gönderdim ancak bulamadılar. Komşum bir koyun satın almıştı, ona haber gönderip koyunu ücreti karşılığında bana vermesini istedim. Fakat komşumu evinde bulamadık. Bunun üzerine, onun hanımına haber gönderdim, o da koyunu bana verdi.»

Hâdiseyi dinleyen Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve selem

«−Onu esirlere yedir!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)

Bu hâdisede ne büyük ibretler vardır. Sonradan gelmesi kuvvetle muhtemel olan izin ve helâlliği yeterli bulmayan Efendimiz; sahibinin gönül rızâsı tam olmadığından, o ikramı hem kendi yememiş, hem de diğer mü’minlere revâ görmeyerek, gayrimüslim olan esirlere verilmesini emretmiştir.

Çünkü zâhirî olarak, yenilip içilen gıdalar, insana enerji olurken; mânevî olarak da o gıdaların tesiri, vücut ve ruh üzerinde hüküm sürer.

HELÂL FEYZ VERİR,

HARAM AZDIRIR.

Helâl ve mânen tertemiz olan gıdalar, kişinin mâneviyâtını ve feyzini artırır, ibâdetlerin huşûunu çoğaltır, rûhu zindeleştirir.

Haram, şüpheli, şâibeli gıdalar ise; bedeni hantallaştırır, mâneviyâtı söndürür, kasvet ve gaflet verir, azdırır.

Günümüzde bin bir türlü teknikle, eşyayı olduğundan farklı, daha iyi, daha güzel, daha kıymetli gösteren reklâmların câzibesi kullanılarak; erkeklerin yapacağı işlerde istihdam edilen gösterişli kadın tezgâhtarların müşteri üzerindeki tesiri istismar edilerek; daha pek çok şüpheli, netâmeli, şâibeli yollarla kazanılan kazançlar ve bunların ibâdet hayatımıza tesirleri üzerinde derin derin düşünmek gerekir.

Efendimiz; ashâbının ikramını hangi yoldan temin ettiğini böyle araştırırken, besmeleli mi, besmelesiz mi, abdestli mi abdestsiz mi, ne olduğu belirsiz kişilerin kestiği, hazırladığı gıdaları rahatça sofraya koymak elbette dikkatsiz ve hassâsiyetten uzak bir davranış olacaktır.

Kalbinin tasfiyesine, rûhunun inkişâfına gayret eden bir kimse, Allah Rasûlü’nün sergilediği dikkat ve rikkati göstermelidir. Ashâb-ı kirâmın bu hususta gösterdiği hassâsiyetin sayısız misâlinden biri şöyledir:

CANIM PAHASINA!

Bir gün Hazret-i Ebûbekir radiyallâhu anh Efendimiz, bir hizmetçisinin getirdiği yemeği yedi. Ancak hemen akabinde öğrendi ki, o kişi, getirdiği yiyeceği, geçmişte yaptığı bir kehânetin karşılığında almış. Derhâl hiç tereddüt etmeden parmağını boğazına attı, bütün meşakkat ve eziyetine rağmen yediklerini çıkardı. Kendisine;

“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:

“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Haramla beslenen vücuda cehennem daha lâyıktır»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26) Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebûbekir ve onun gibi, bu güzel haslete sahip kimseleri medhederek;

“Her kim Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” mealindeki âyetleri inzâl buyurdu. (en-Nâziât, 40-41; Kurtubî, XIX, 135)

Bu hasletlere sahip olmakta, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi sallâllâhu aleyhi ve selem

Efendimiz ve sahâbe-i kirâmı takip eden Hak dostları da; kalp tasfiyesinin en mühim şartlarından olan helâl lokma meselesine büyük ehemmiyet göstermişlerdir.

Avamdan havâssa, havastan ehassü’l-havâssa bu dikkat derecesi derinlik kazanır. İnsanı ateşe yuvarlayan haram uçurumlarının civarına yaklaşmamak için, şüpheli şeylerden de îtinâ ile kaçınılır (verâ) ve helâllerden istifâde husûsunda da kifâyet miktarına riâyet edilir (riyâzat).

Zira mânevî tekâmül seviyesince, dikkat ve îtinâda derinlik meydana gelmelidir. Fıkhın, umuma hitap eden ölçülerinden daha ileriye, havas ölçülerine riâyet gerekir. Bu takvânın gereğidir. Nitekim hadîs-i şerifte;

“…Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terk ederse, haramlığı belli olan şeyi daha çok terk eder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cüretkâr olursa, haramlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.” buyurulmuştur. (Buhârî, Buyû, 2)

Bu hassâsiyetin ibretâmiz bir misâlinin Abdulhâlık Gucdüvânî Hazretleri ile mânevî mürşidi Hızır aleyhisselam arasında geçtiği rivâyet olunmaktadır.

Hızır aleyhisselam, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemeği yememiş ve sofradan çekilmişti. Hazret, hayret içinde sordu:

“−Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?”

Hızır aleyhisselam ise şu cevabı verdi:

“−Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”

Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdalara karşı takınmamız gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Çünkü, her şeyde müsbet veya menfî mânevî enerjiler vardır. İnsanın; müsbet enerjileri, yani feyiz, bereket ve rûhâniyeti celbedecek; diğer taraftan da menfî enerjileri, yani kasvet, gaflet ve hodgâmlık gibi tesirleri def edecek tedbirleri alması gerekir.

Günümüzde maalesef açıkta satılan, şekli ve kokusu ile birçok muhtaç ve mahrumun göz hakkı kalan, ayrıca nasıl pişirildiği bilinmeyen yiyeceklerin mânevî bünyemize olan zararları, ekseriyetle düşünülmemektedir. Hâlbuki aldığımız gıdanın kaderi, yani onu elde edişteki mânevî keyfiyet, hissiyâtımızı tesiri altına almaktadır. Günümüzdeki psikiyatrik rahatsızlıkların sebeplerinden biri de, bu gıdalardan gelen menfî enerjilerin tesiridir.

Bu tesirin ehemmiyetine dikkat eden ecdadımız, vitrine konan malları almaktan ve satmaktan kaçınırlardı. Vitrinde arz edilen bir gıda maddesinde; kim bilir kaç yetimin, garibin, öksüzün takılıp kalmış mahzun nazarları vardır, diye düşünürlerdi. Yine bu hassâsiyetle lokantalarda, sokaktan gelecek bakışlara bir perde olurdu. Pişirilmek üzere fırına götürülen baklava-börek benzeri şeylerin üzeri bir bezle kapatılırdı. «Kokusunu duyacak, hakkı geçer.» diye fırıncıya da verilmesi tembih edilirdi. Evde et pişirilirse; «Kokusu gitti, hakkı var.» diye komşuya da gönderilirdi.

YA BUGÜN?

Bugün, maalesef bu hassâsiyetler kayboldu. Bu müstesnâ incelikler kaybolduğu gibi, en temel haram-helâl çizgisine riâyet dahî büyük sarsıntı geçirdi. Yabancı menşeli gıdalara rağbet baş gösterdi. Yiyeceklerin içine kimsenin, belki üreticilerinin bile doğru-dürüst bilmediği ithal kimyevî katkı maddelerinin katılması yaygınlaştı. Hâsılı, insanların mükellefiyetlerini unuttukları bir devir başladı. Allah Rasûlü’nün bizleri sakındırmak için haber verdiği, şu günler geldi:

“Öyle bir zaman gelir ki, kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, bütün endişe ve gayretleri karınları (mide ve şehvetleri) için olacaktır; şerefleri, malları ile ölçülecektir; kıbleleri (süflî ve fâcire) kadınları olacaktır; dinleri de dirhem ve dinarları olacaktır. İşte onlar mahlûkatın en şerlileridir. Onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 192/31186)

Bu gibi îkazlar, mü’minleri âhirzaman fitnelerine karşı bedbinliğe, yılgınlığa, yeise düşürmemeli; bilâkis, daha titiz, daha dikkatli, daha hassas olmaya sevk etmelidir.

Çünkü böyle zamanların, şartları çetin olduğu gibi mükâfâtı da yüksektir. Zira bir şeyin bedeli, katlanılan fedâkârlıklar nisbetindedir. Ayrıca, Peygamber Efendimiz, bu îkazlarıyla, hayırlı hiç kimsenin kalmayacağını değil, azalacağını beyan buyurmaktadır.

Nitekim bir gün Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve selem ;

“–Kim temiz rızık yer, sünnete uygun amelde bulunur ve insanlar onun şerrinden emin olurlarsa, o kişi cennete girer.” buyurmuştu.

Bir kişi;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu tür insanlar günümüzde ümmetin arasında çok sayıda mevcut.” dedi.

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve selem

Efendimiz de cevâben;

“–Benden sonraki asırlarda da bulunacak.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2520; Hâkim, IV, 117/7073)

Evet, âhirzamanın fitneleri zuhûr etti. Şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olduğu günler geldi. Kredi kartlarının düşüncesizce kullanılması sebebiyle, pek çok kimsenin fâize bulaştığı günler geldi. Sadece kazanç ve rızık noktasında değil, kadın-erkek ihtilâtları, karma karışık lâubâlîlikleri, göz, kulak ve gönül muâmele ve münâsebetlerinde de haram-helâl ölçülerine dikkatsizlik had safhaya ulaştı… Âilevî yıkıntılar arttı, boşanmalar çoğaldı. Ortada kalan bir nesil sahipsiz kaldı.

Böyle bir zamanda helâli aramak ve bulabilmek dünkünden çok daha zor, buna dikkat etmek dünkünden çok daha mühim…

Çünkü kazanç ve gıdanın helâliyetine dikkat etmeksizin, kulluk vazifesini hakkıyla edâ edebilmek mümkün değil. Zira ibâdetlerin kıvam ve kabulü de helâliyeti gözetmekle mümkün;

HELÂLE BAĞLI

Eğer dikkat edilirse, müşâhede olunur ki Cenâb-ı Hakk’ın kullarına verdiği ilâhî talimatlar, birbiriyle tenâsüb içindedir.

Helâl lokma, ibâdette huşûu artırır.

Huşû içindeki bir ibâdet de kulu ahlâksızlıktan ve kötülükten alıkoyar.

Kötülükten alıkonan bir kimse ise helâli arar, helâli gözetir, onun ibâdete olan iştiyâkı daha da artar. Böylece saâdet ve huzur içinde bir ömür sürer.

Aksini düşünürsek;

Helâl-haram gözetmeyen kimse, ne yapsa ibâdetten zevk alamaz. Bu hâl üzere ibâdeti zâhiren yapsa da, bu namaz kötülükten alıkoyacak kıvamda olmaz. Kötülük ve ahlâksızlık kişiyi yine harama dûçâr eder… Fâsit daire hâlinde döner durur. Bu bedbaht kişi de; «Niye olmuyor, niye ibâdetten zevk alamıyorum? Seherlerin feyzinden uzakta kalıyorum…» diye yakınır durur. Zevk alamaz çünkü helâl;

İBÂDETTE HUŞÛUN
İLK ŞARTI…

Bahâüddîn Nakşibend ç’ya sordular:

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?” O da cevâben;

“–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti:

1. Helâl lokma,

2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,

3. İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,

4. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak; yani namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devam ettirebilmek.

Birinci ve dördüncü maddeler, bütün ömrü ihâta eden hâl ve tavrı işaret etmektedir. Hayat ile namazı birbirinin aynası hâline getirmektir. Ticarî, iktisâdî hayatında helâl-haram gözetmeyen, kul hakkını çiğneyen bir kişinin bu rezil hâli, namazına da yansır. Diğer taraftan namazda huşû ve huzur sahibi bir kişinin, çarşı ve pazardaki tavrı da mutlaka zarâfet, dürüstlük ve güzellik içindedir. Eğer değilse, «görünen ile olunan» hâller arasında tenâkuz var demektir.

Nitekim bu hakikati beyân eden Süfyân-ı Sevrî Hazretleri;

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.

Bir gün kendisine;

“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve şu cevabı vermiştir:

“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.”

Hazret-i Mevlânâ da helâl lokma ile haram lokmanın, insanın mâneviyatına tesirini şu misal ile ifade buyurur:

“İnsanın nûrunu, kemâlini artıran lokma; helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.”

Zâhiren benzese de, su ile yağ kandile konulduğunda birbirinin tam tersi netice verir. Biri kandilin nûrunu artırıp, sürdürürken, diğeri onu söndürür. Dışı itibarıyla aynı görünse de helâl lokma ile haram lokma arasında da böylesine derin bir fark vardır. Helâl lokma mâneviyâtın nûrunu artırırken, haram lokma nûru söndürür.

Namazda huşû kandilini helâl lokma nûru tutuşturduğu gibi, mâlî ibâdetlerde makbuliyetin şartı da helâl kazançtır.

Haram yoldan kazanılan bir kazançtan ne zekât, ne sadaka, ne hayır-hasenat, ne kurban ve ne de hac ibâdeti gerçekleştirilebilir. Yapılsa da kabul olmaz. Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itâatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

LÂ LEBBEYK!

«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! (Sen huzurdan retsin) Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!»

Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günaha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)

Cenâb-ı Hak, kazançlarımızı helâl, ibâdetlerimizi makbul eylesin.

Helâllik hususu sadece harama dikkatle değil aynı zamanda infak ile de sağlanır. Zâhiren haramdan sakınmanın yanında mânen de her ihtimale karşı bol bol infaklar, malın helâliyeti için şarttır. Bu, malı âdeta filtreden geçirmek gibidir. Efendimiz buyurur:

“Ey tâcirler topluluğu! Şüphesiz şeytan ve günah alışverişe karışır. (Vâkî olan yemin, lüzumsuz sözler vesâire için kefâret olmak üzere) ticaretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!

Tüccarlar kıyâmet günü fâcirler (günahkârlar) olarak diriltileceklerdir. Ancak Allâh’a karşı takvâ sahibi olanlarla, iyilik, dürüstlük ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…” (Tirmizî, Büyû, 4)

İbretle tefekkür edilmesi gereken bir husustur ki, Cenâb-ı Hak; kazanırken kendi rızâsını gözetmeyen kişinin, o kazançla yapacağı hiçbir hayrı kabul etmemekte, haramı telâfi için nefsin tevessül edebileceği hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Böylece, o mülevves kazancın menfî tesirinden hayır müesseselerini ve muhtaçları da muhafaza etmektedir.

Bu nükteden hareketle, hayır müesseselerini idare edenler; haramı hayra bulaştırmamakta gösterdikleri dikkati, kul hakkı bulaştırmamaya da göstermelidir.

Meselâ bir cami inşaatında, üç ayda ödemek üzere alınan demir kullanılır, fakat zamanında ödeme yapılmayarak, mal sahibinin gönül rızâsı incitilirse, o camide edâ edilecek namazların feyiz ve rûhâniyeti de zedelenmiş olur.

Bugün ecdâdımızdan kalan tarihî camilerde kılınan namazlarla, son devirde inşâ edilen camilerde kılınan namazlar arasında huzur ve huşû farkı varsa; biraz da sebebi bu gibi dikkatsizliklerde aramak îcâb eder.

Tarihî bir misaldir:

Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii inşâ edildikten sonra mimarlar, kalfalar ve bütün işçilerle helâlleşmiştir. İnşâ sırasında da hayvanlar için de şu talimatı yazdırmıştır:

«Yorgun hayvan dinlendirilecek ve aç bırakılmayacak!»

Hâsılı, helâl Rahmânî, haram şeytânîdir. Helâlde Cenâb-ı Hakk’ın feyiz ve bereketi, haramda ise, şeytanın bereketsizliği ve uğursuzluğu vardır.

Buna rağmen gafil kimseler, kazançta helâli gözetmek husûsunda çoğu kez şeytanın fakirlikle korkutmasına yenik düşerler. Haramdan uzak kalmanın, fâizden kaçınmanın, müşterisiyle, işçisiyle muâmelesinde kul hakkını gözetmenin kendilerini fakir bırakacağını zannederler. Hâlbuki, Allah Teâlâ helâl kazanca bereket verir, haramı ise perişan eder. Eğer haram kazancı dünyada helâk etmediyse, âhiretteki cezâsını kat kat ağırlaştıracağını ifade eder.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

ALLAH’TAN KORKUN!

“Ey insanlar Allâh’a karşı müttakî olun ve (rızık) talebinizde güzel davranın! Zira hiç kimse (Allâh’ın kendisine takdir ettiği) rızkı eksiksiz olarak elde etmeden ölmez. Rızkı gecikse bile sonunda ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve (rızık) talebinizde güzel davranın, helâl olanı alın, haram olanı terk edin!” (İbn-i Mâce, Ticârât, 2)

Evlâtlara helâl rızık yedirmek; babanın evlâdına karşı vazifeleri, evlâdın da babası üzerindeki hakları arasındadır. Evlâtların anne-babalarına, dîn, vatan ve milletine hizmetkâr bir sûrette yetiştirilmesinin ilk adımı ve rûhânî şartı da onlara helâl lokma yedirmektir. Hayırlı bir baba olmak isteyen ve evlâdının hayırlı bir evlât olmasını dileyen kişi; rızkını helâlinden aramalı ve helâle harcamalıdır.

Diğer taraftan, helâl ve temiz kazanç peşinde koşmanın insana bahşettiği derûnî bir haz vardır. Böyle kişiler kazançları az olsa bile dâimâ huzur içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak da onları sever. Nitekim hadîs-i şerîfte şu müjde verilmektedir:

ALLAH, SEVER!

“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

Helâl peşinde olan insanın hâlini; Cenâb-ı Hak sevdiği gibi, kullar da takdir ederler. Pek çok insan; nefsânî duygularına kapılmış olduklarından, menfaatlerini temin için, hırs ve ihtiras içinde birbirini ezmeye çalışırken, kul hakkına hassas, haramlardan, şüpheli şeylerden kaçınan, az da olsa helâl ile iktifâ eden, muâmelâtında dürüst, temiz, namuslu olan bir insana herkes hayran olur. Böyle bir insan, sadece davranışlarıyla mükemmel bir şahsiyet tevzî eder. Lisânıyla hiçbir şey söylemese de, İslâm’ın güzelliğini en güçlü hatip ve vâizden çok daha belîğ bir şekilde tebliğ etmiş olur.

Bunun güzel bir misâlini merhum pederim Musa Efendi ç şöyle anlatırdı:

“Mühtedî, yani sonradan müslüman olmuş bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine hidâyete nâil oluş vesilesini sorduğumda şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı sayesinde müslüman oldum. Rebî Molla, süt satarak geçimini temin eden bir zât idi. Bir akşam vakti elinde bir bakraç ile bize geldi ve;

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi.

Şaşırdım:

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.

O hassas ve zarif insan;

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi.

Ben;

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi.

Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu.

Kendi kendime;

“–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hakşinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.»”

İşte, hırs ve ihtirastan arınmış, kanaat ve tevekkül içinde yaşayan, şüpheli şeylerden kaçınan, yalnız helâle talip bir gönlün müstesnâ bereketi…

Yâ Rabbî! Bizlere helâli, râzı olduğun şeyleri sevdir; haram ve şüpheli olan, hoşnut olmadığın şeylere karşı ise gönlümüze buğz ve nefret ver.

Yâ Rabbî! Bizleri helâl rızıklarla rızıklandır. Helâl rızkın bereketiyle ibâdetlerimizi şuurlandır. Dünya ve âhiretimizi nurlandır.

Âmîn!..