HÜDÂYÎ YOLU…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Fatma Hanım, tekrarladı:

“Gönül dirilince hepsini hatırlıyor. Fakat bunca zamandan sonra ne kadar anlatabilirim bilemiyorum.”

Orhan, heyecanla ısrar etti:

“–Yengeciğim, büyük dedem tekrar tekrar anlattığına göre zihninde çok şey kalmıştır. Bense her şeyi ilk defa duyuyor ve öğreniyorum. Çok kez dinlediğin gerçekleri anlatmak zor olmasa gerek. Tabiî tekrarlamak seni sıkmazsa…”

“–Bilâkis! Hasretimi dindirir. Çünkü dedem derdi ki:

«Bu gerçekler hava ve su gibidir, tekrar ile devamlı olmalı ki, hayâtiyetimiz canlı olsun.» O hâlde başlayalım.

Bak, şurada bir levha var! Merhum Ali Haydar’a aitmiş. «el-Kâsibü habîbullah»1 yazıyormuş. Macaristanlı bir ressam onu görünce yanındaki refakatçiye demiş ki:

«–Dostum! Sizin hüsn-i hat dediğiniz bu yazılarda her bakımdan ayrı bir hâl var. İlk nazarda sade bir renk ve geometrik bir sessizlik göze çarpıyorsa da bunlar, baktıkça hareket ediyor, canlanıyor ve cilveleniyor. Onlardan muhataba evvelâ rûhu okşayan bir bakış, ardından yavaş yavaş içe süzülen canlı bir akış hissediyorum. Sessiz bir armoni içinde rûhu hazla titreten metafizik bir mûsıkî bu. Ancak bu mûsıkîyi kulaklar değil, gönüller dinliyor; dinledikçe de bambaşka bir âleme yükseliyor. Bu yazıları seyrederken ne oluyor anlamıyorum! Onlarda içimi içine çeken büyüleyici bir çehre, bir güzellik denizi, tatlı titreşimlerle gönlümü ferahlatan bir hava var. Siz de bunları hissediyor musunuz?..»

Yabancıları bile böylesine teshir eden bu tesir, bizi nasıl kuşatmalı? Bu sanat zirvesinin sırrı ve iç kudreti nereden? Şüphesiz ki, hak dînin bir hakikati bu. Hakkın üstünlüğünün sanata yansımış hâli.”

Orhan, anlatılanlar karşısında hayranlık duyduğu kadar yengesinin bildiği bu bilgiler karşısında da bir o kadar şaşkındı. Sanki Doktor Selim Bey’in yanında gibiydi. Meğer yengesinde hakikaten ne cevherler varmış. Yengesi, yeğeninin düşüncelerini okumuş gibi konuşmalarına bir parantez açtı:

“–Evlâdım, görüyorsun ya, bilgiler ancak onları yaşadıkça insana değer katmaya başlıyor. Yaşanmayınca da insan o değerden kıl kadar istifade edemiyor. Şeytanın âlimliği ne fayda? Fazîlet olmayınca bilgi nâfile! Bilginin dirilmesi, gönlün diriliğine bağlı. Gönül dirildikçe onlar bambaşka lezzetlere dönüyor. Sanat da böyle aslında. Ruh nasılsa, hangi bilgiyi yaşıyorsa ona göre vücuda geliyor.

Kiliselere dikkat et; mimarîleri kaktüs dikeni gibi. Sivri bitişler çok hâkim, rûha batan mızrak misâli. Fakat İslâm mimarîsine bak; semâ gibi tatlı kavisler ile rûhu dinlendiren güller misâli. İşte yan yana duran Sultanahmet Camii ile Ayasofya’yı bu yönden seyredelim istersen. Sultanahmet, uçmaya müheyyâ zarif bir güvercin. Ayasofya ise hantal bir hendese… Bu hâl, iki toplumun sanata yansıyan ruh hâlleridir. Benim iki gün önceki hâlim ile bugünkü hâlim arasındaki farkı da göz önünde bulundurursak, meseleyi daha iyi anlamış oluruz.

Aman yeğenim, yanlış da anlama. Bu cümleler, hep büyük dedemden. Dinleye dinleye meğer ezberime girmiş. Yoksa mahiyetini onun kadar idrâk etmiş değilim. Etmiş olsaydım; ömrümü değil, bir günümü, hattâ bir dakikamı bile gafletle ziyân edemezdim. Fakat…”

Fatma Hanım’ın gözleri tekrar buğulandı.

Damlalar, yüzünden aşağıya süzülmeye başladı.

Devam etti:

“–Bir şey daha hatırladım.”

Orhan heyecanlandı:

“–Buyur yengeciğim!”

“–Bu cami yapılırken temeline ilk harcı koyan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri olmuş. Sultan I. Ahmed Han da o gün sıradan bir amele gibi gün boyu çalışmış. Elinde kazma-kürek akşama kadar ter dökmüş.

Nitekim sultanın 27 gibi genç bir yaşta vefatından sonra kızı kendisini rüyada görür. Bakar ki babası I. Ahmed cennet-i âlâda çok ihtişamlı bir makamda. Merakla sorar:

«–Babacığım, hangi güzel ameliniz sizi bu makama ulaştırdı?»

Sultanın cevabı hakikaten düşündürücü:

«–Kızım, ben bu eserin inşasında tebdîl-i kıyafet ederek sırtımda taş taşımıştım. Rabbim o hizmetin hürmetine bu makamı ihsân eyledi.»

Evlâdım Orhan, ne kadar mânidar bir hakikat. Fikretmeli ki, bir sultan için taş taşımak, cami yaptırmaktan daha zordur. Hele o zamanlar Osmanlı coğrafyası 24 milyon kilometrekareydi. Osmanlı ordusu, dünya sathında ciddî hiçbir mağlûbiyet görmemişti. Bütün krallar 1. Ahmed Han’ın huzûrunda iki büklüm duruyorlardı. O, bunlara rağmen nefsânî arzularını tamamen bertarâf ederek zaman zaman tebdil-i kıyafetle taş taşımasını bildi. Öyle bildi ki, Cenâb-ı Hak, onun ihlâsı bereketine bu caminin câzibesini asırlardır devam ettiriyor. Yani bu cami, lekesiz bir ihlâsın dünyada bile asırlarca süren ihtişamı. Bunun bir de âhiretteki ihtişamını düşünürsek, muazzam ve ebedî bir saltanat müşahede ederiz. Yani I. Ahmed’in dünyada hiçlik hâlinde mütevâzı hayatı, âhirette ebedî bir ihtişam. O mütevâzılığın mükâfatını ve kıymetini Cenâb-ı Hak, şöyle ifade buyuruyor:

“Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkān, 63)

Fatma Hanım, derin bir nefes aldı. Anlattıkça gönlü inşirah buluyordu:

“–Bir şey daha hatırladım. Dedemin ağlayarak anlattığı bir husus.”

“–Onu da dinlemek isterim Fatma yenge.”

“–Sultan Ahmed, caminin inşâsı sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hazret-i Peygamber’in «Nakş-ı Kadem» denilen mübârek ayak izlerini Eyüp Sultan Türbesi’ne getirtir. Caminin inşaatı tamamlanınca da, bunu, camiye koydurur.

Ancak Sultan, bu nakil işleminin yapıldığı gece şöyle bir rüya görür:

Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştur ve Hazret-i Peygamber j de kadılık makamında oturmaktadır. Bir nevî mahkeme kurulmuştur. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyarete vesile olan bu «Kadem-i Saâdet»in alınıp İstanbul’a getirilmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcıdır. Allah Rasûlü j de, kadı sıfatıyla, «Kadem-i Şerîf»in, derhâl geri gönderilmesine hükmeder.

Sultan dehşet ve korku ile uyanır. Rüyasını içlerinde Hüdâyî Hazretleri’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirir. Yapılan tâbire göre denilir ki:

«Sultanım! Rüya gayet açıktır. Yoruma bile gerek yoktur. Emânet derhâl geri gönderilmelidir…»

Peygamber âşığı Sultan I. Ahmed Han, verilen karara boyun büker ve emâneti titizlikle ve mahzun bir şekilde yerine iade eder.

Ancak yüreği aşk-ı Peygamberî ile dilhûn olmuştur. Aşk-ı Muhammedî ile kavruk gönlünü teskin için Rasûlullah j’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırır. Hiç olmasa tedâîsinden feyz almak maksadıyla kavuğunun üzerine asar. Ayrıca yanık gönlünden de şu mısralar dökülür:

N’ola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün..
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün!..

Ve o Sultan Ahmed Han;

«Rasûlullâh’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.» deyip Türbe-i Rasûlullâh’ın kandillerinde yakılmak üzere gülyağı vakfetmiştir.”

Orhan’ın da gözleri yaşardı:

“–Yengeciğim, ne büyük bir aşk-ı Peygamber bu.”

“–Evet öyle Orhan. Eee, «Hüdâyî Yolu»nda yetişmiş bir sultan, böyle gerçek bir sultan oluyor işte. Biliyorsun, Sultan Ahmed, Hazret-i Hüdâyî’nin en sâdık talebelerinden. Hüdâyî yolu demişken yine hatırıma geldi. Bu ifadenin de şöyle bir hâtırası var:

Rivâyet olunur ki, Sultanahmet Camii ve külliyesi tamamlanınca, açılış merasimine başkanlık etmesi için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri davet edilir. O gün deniz, çok fırtınalı ve dalgalıdır. Bu sebeple kayıkçılar, denize açılmaya cesaret edemezler. Mahmud Hüdâyî Hazretleri ise;

Allâhümme yâ Hâdî
Sehhil ubûra’l-vâdî2

şeklinde şiirleştirdiği duâyı terennüm ile Üsküdar İskelesi’ne iner. Beş-altı mürîdiyle birlikte kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu’na doğru yol alır. Allah Teâlâ’nın izni ile kayığın ön, arka ve yanlarından deniz, bir kayık mesafesinde süt-liman olur, dalgalar kayığa hiç tesir etmez. Hiç kimse, korkudan denize çıkamazken, Mahmud Hüdâyî Hazretleri kayığıyla selâmetle karşıya geçer.

Sultanahmet Camii, muhteşem bir merasimle ibâdete açılır. Cuma hutbesi, teberrüken bu büyük velîye okutturulur.

Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna, «Hüdâyî Yolu» denir. Kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.”

Rûhu o devirlere kanat açan Orhan, yengesi susunca bu hakikati şükürle tamamladı:

“–Fatma yenge, biz de çalkantılı ve fırtınalı bir hayatın ortasındaydık. Tam helâk olacaktık ki merhameti sonsuz olan Rabbim, bizleri de o «Hüdâyî Yolu»ndan selâmete eriştirdi.”

___________________________________

1 “Çalışıp elinin emeğiyle geçinen Allâh’ın sevgili kuludur.”
2 “Ey Allâh’ım, ey hidâyet edici, yol gösterici Rabbim! (Şu fırtınalı) vadiden geçişimizi kolaylaştır.”