HARAMI KİM HELÂL KILABİLİR?!.

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz Eylül ayının sonunda bir fuar yapıldı, ama kimsenin haberi olmadı. Çünkü fuar, medya vasıtalarında haber mevzuu edilmedi. Genellikle fuarlar medya tarafından genişçe haber konusu yapılırken; bu fuarın neden haber yapılmaya değer bulunmadığı ilgimizi çekti.

Acaba bu fuar, sadece küçük bir kesimin ihtiyaç duyacağı veya alabileceği cinsten malları mı tanıtıyordu?

Hâlbuki hiçbirimizin alamayacağı lüks ve pahalı ürünlerin veya sadece belli meslekleri ilgilendiren teknik malzemelerin tanıtıldığı fuarlardan da haberimiz olurdu. Ama nedense 25’i yurt dışından gelen 55 firmanın katıldığı «Helâl Gıda Fuarı»ndan hiçbirimizin haberi olmasına gerek görülmedi.

Keşke medyanın bu fuarı görmezden gelmesinde, hiçbir art niyeti olmadığını düşünebilseydik. Ama ne yazık ki geçtiğimiz günlerde, bir televizyon kanalında rastladığım tartışma programı bu kadar safdil olmamıza imkân vermedi.

Bahsettiğim programın mevzuu, «Helâl Gıda Sertifikası» idi. Münazara havasında geçen programda davetlilerden biri, gıda teknisyeni olarak tanıtılan bir hanımdı. Program boyunca;

“Bir kısım firmaların helâl gıda sertifikası edinmesinin haksız rekabete ve dînî duyguların istismarına sebep olacağını; hem, asıl ehemmiyet verilmesi gereken konunun, gıdaların sağlıklı olup olmadığı bakımından denetlenmesi meselesi olduğunu…” ileri sürdü.

Programa davet edilen hocaefendi, gayet güzel bir şekilde; helâl gıdanın da zaten sağlıklı olması gerektiğini, çünkü âyette;

“Size verdiğimiz rızıkların helâl ve temiz olanını yiyin!” (el-Mâide, 88) buyurulduğunu izah etti.

Bu sırada programın yöneticisi tarafsız kalmayıp hocaefendinin sözlerine itiraz ederken aslında helâl sertifikasının lüzumuna delil olabilecek bir delili bizzat kendi ağızlarıyla söyleyip durdu:

“Helâl bir gıda sağlıklı olmayabilir. Yahut sağlıklı bir gıda helâl olmayabilir.”

Öyle ya. Tarım Bakanlığı kesimhaneleri kontrol ederken, sadece etlerde mikrop olup olmadığını inceler. Yoksa İslâmî kurallara uygun bir şekilde ve besmele ile kesilip kesilmediğini inceler mi?

Öyleyse, halkımız ve ticaret yaptığımız ülkelerdeki müslümanlar bunu nasıl öğrenecekler?

Gerek bu programda, gerek hâkim dünya görüşünün seslendirildiği her ortamda bazılarının müslümanların hassâsiyetlerini anlamamasının asıl sebebi açıkça görülüyordu: Bu kesimler «helâl» kavramını anlamıyor ve hiçbir kıymet atfetmiyorlardı. Onlara göre nesnelerin akıl ölçüsünde faydalı olması yeterli bir ölçüydü, Allâh’ın kelâmı ile helâl sayılmasının lüzumuna akıl erdiremiyorlardı.

Zaten onların dünya görüşünde, hayatın hiçbir sahasında Allâh’ın kelâmının geçerli bir kıymeti yoktu. Hayatın ne mânâsı ve gayesini söylemekte ne de maddesine ve biçimine değer kazandırmakta «kelâm»a kulak vermiyorlardı.

Hâlbuki müslümanlar; bedenî olarak nasıl ki Allâh’ın yarattığı bir kâinat içinde yaşıyorlarsa, zihnî ve kalbî olarak da Allâh’ın yazıp, değer takdir ettiği bir değerler âleminde yaşamak gerektiğine îman ediyorlardı.

Müslümanlar, hayatı; Allâh’ın kelâmına îman ile değerli hâle getirdikleri gibi, hayatlarındaki her bir nesneyi veya fiili de O’nun kelâmına göre bir kıymete kavuşturmaya çalışıyorlardı. Bir başka deyişle müslümanlar; sırf maddî bir eşya yığını içinde yaşadıklarını düşünmüyor, Allah ile çeşitli ilişkiler kurmaya vesile olan, -tabiri caizse- bir yazılım içinde yaşadıklarına inanıyorlardı.

Müslüman için; haram olan bir malı, menfaati veya münasebeti… Allâh’ın kelâmına muvâfık bir «îcâb ve kabul» (teklif ve tasdik), yani bir çift kelâm/söz helâl hâle getiriyordu. Kelâmdaki bu mânevî güç, bizzat Allâh’ın kelâmından kaynaklanıyordu. Çünkü insan, Allâh’ın ruh nefhetmesi/üflemesi sonucu eşyaya isimler verip konuşmaya başlamış bir varlıktı. «Nâtık» yani düşünen ve konuşan bir nefse sahip olması onun ayırt edici vasfıydı.

Madem öyleydi, öyleyse insanın diğer mahlûkat gibi nesneye sırf madde gözüyle bakması düşünülemezdi. Bir kedi için çalıntı bir ciğerle, kendisine bağışlanmış bir ciğerin farkı olmayabilirdi. Yahut besmele ile boğazlanmış bir tavukla, kendi kendine ölüp gitmiş bir tavuk fark etmeyebilirdi. Ama insanın bir farkı vardı.

İnsan için nesne, sadece fizikî özellikleriyle anlaşılan bir varlık değildi. Her insan, içinde yaşadığı kültür sâikıyle bir kısım nesnelere bazı sembolik değerler veriyordu. Bir hıristiyan da yılbaşında çam ağacı yerine üzüm asmasını süslemezdi. Hele müslümanın ölçüleri, daha belirgin bir şekilde «işitilen ve itâat edilen» bir kelâma dayanıyordu. Bir nesnenin adının Allâh’ın kelâmında yahut Peygamber’in sünnetinde helâl veya haram olarak anılmış olması, müslümanın o nesneyle alâkasını belirliyordu.

Bu ise, kâinata menfaatlerle dolu bir yığın gözüyle bakan maddeci görüşün anlayamadığı bir şeydi. Etin pahalılığından şikâyetle;

“Hınzır da koyun gibi bir hayvan. Ne var yani böyle kolayca beslenen ve bol bol üreyen bir hayvanın etinden istifade etsek…” demeye gelen haberleri yaparlarken bir gerçeği anlayamıyorlardı:

Müslüman, bir varlığa zâhir gözüyle bakmıyor; o varlığın Allâh’ın kitabındaki adı ve yaratılış gayesi nazarından bakıyordu.

Esasen bütün varlıklar birer yazılımdan ibaret değil miydi?

Fen ilimleri de her bir canlının hususiyetlerinin, her bir hücresinin çekirdeğindeki DNA’sında yazılı olduğunu bildirmiyor muydu? Her bir hayvanın yaratılışı farklıydı ve bu farklılık kromozomlarının sayısında dahî görülüyordu. Öyleyse Allâh’ın haram yazdığını kim helâl kılabilirdi?

Zamanda ve mekânda hürmetlerin olması, varlığın her bir tabakasında çeşitli kuralların bulunması; aslında müslüman için Allah -celle celâlühû-’nun hükmüne ve bu vesileyle de O’nun dînine, yani hâkimiyetine itâat ve hürmet etmenin bir vasıtasıydı. Bu hürmet ve itâat ise ilâhî muhabbetin bir tezâhürü olarak değer kazanıyordu.

Helâl-haram hassâsiyeti, Allah sevgisinden bahseden ama hürmet ve itâat deyince yüzünü ekşitenlerin anlayamadığı bir sırrı saklıyordu aslında:

Her muhabbetin farklı bir ruh hâli ve tezâhürü vardı. Nasıl ki insan; hanımını başka bir sevgiyle sever, anne-babasını başka türlü bir sevgiyle… Birine gösterdiği sevgi tezâhürünü aynen diğerine göstermeye kalkışması münasip olur mu?

Eğer insan çocuğuna sevgi göstermek için sergilediği tavrı hocasına karşı gösterse yakışık alır mı? Her sevginin ruh hâli de âdâbı da farklı farklıdır. Arzulu sevgi, şefkatli sevgi, merhametli sevgi olduğu gibi hürmetli sevgiler de vardır.

Sevginin mücerred ve mânevî varlıklara karşı tezâhürü daima daha hürmetkârdır. Meselâ vatanını, devletini seven; onun sembollerine saygı gösterir, vazifelerini îfâ eder, yücelmesine gayret eder.

Öyleyse Rabbinin bu kâinat dediğimiz yazılımın içine yerleştirdiği nişânelere de hürmet etmek, O’nu sevmekten ayrı olabilir mi?