Kazancımız, Alışverişimiz, Gıdamız HELÂLİNDEN Mİ?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hayat çarşısında;

Her birimizin şahit olduğu bin bir hâdise vardır! Biri diğerinden daha şaşırtıcı, dehşet verici.

Yazılsa; sayfaların kalınlığı, kilometrelerce uzunluklar oluşturur. Her gün eklenen yenileri de mevzunun bitmek bilmeyen ibretlerini tekrar tekrar gözler önüne serer.

Dostun dosta, kardeşin kardeşe yaptıkları; satırlara girse sayfaları tutuşturacak derecede acılar, hainlikler, kötülükler, aldatmalar, sahtekârlıklar ve daha niceleri…

Hep;

Bir lokma uğruna… Bir lokma, âdeta dünyadan büyük.

Fânî bir ten uğruna… Fânî bir ten ki, ölüme kör.

İki nefeslik rahat uğruna… İki nefes ya, sanki asırlardan fazla.

Yalancı bir saâdet uğruna…Yalancı fakat yaldızlı.

Eee, yaşamanın zaruretleri de devreye girince; insanların en büyük imtihanı ve girdabı, hayat çarşısındaki kazançlar, alışverişler, gıdalar ve maddî imkânlar etrafında yoğunlaşıyor.

Bu yoğunlukla;

Nice şahıslar, aileler, köyler, şehirler, hattâ ülkeler çalkalanıyor. Münasebetlerde sabır küpleri kırılıyor, metanet ve doğruluk damarları çatlıyor, haram ve helâl kaideleri iflâs ediyor. O zaman insanlık kan ağlıyor, dostluklar kan ağlıyor, akrabalıklar kan ağlıyor, can-ciğerlikler bile kan ağlıyor.

Hâlbuki sadece helâl ve harama dikkat ve riâyet edilse, hiçbir mesele olmayacak. Ama nemrut nefis, firavun misali bir türlü buna râzı olmuyor. Şeytânî fısıltılara yenik düşerek kul hakkı yemeyi kâr sayıyor. Hiç yorulmadan haram sayesinde köşe olmayı uyanıklık sayıyor.

Bunu anlamayanlar alabildiğine rahat.

Onların bu rahatlıkları karşısında anlayanlar da alabildiğine rahatsız.

Biri, boğazına kadar harama batsa da; sürekli yemenin, çırpmanın, biriktirmenin ve yığmanın derdinde. Diğeri, hiç kalmasa da; sürekli vererek tertemiz olmanın, sadece helâl çerçevesinde pırıl pırıl yaşamanın derdinde.

Biri kabir taşına yazdırır ki:

Şu kabirde yatandan azcık ibret al bugün,
Gül değil diken oldu bıraktığı mal bugün.
Dün onun helâlinden kazandığı ne varsa,
Evlâtlar arasında en haram vebal bugün… (Seyrî)

Diğeri de yazdırır:

Şu kabirde yatanın hikmet dolu sırları,
Ölü değil diridir, aşmıştır asırları;
Haram-helâli çünkü meşk etti evlâdına,
Tâ ölümsüz eyledi yaptığı hayırları… (Seyrî)

Helâl ve haram hususunda rahatlık ve rahatsızlığın, hassâsiyetsizlik ve hassâsiyetin doğurduğu neticeler, doğuyla batı kadar farklı. Rahatlık ve hassâsiyetsizlikten iki cihan felâketi ve hüsranı doğarken, hassâsiyete riâyetten de ebedî saâdet ve kurtuluş vesilesi İbrahim-i Ethemler doğuyor.

Anlatılır:

Ethem adında bir derviş; yaptığı bir yolculuk sırasında, önüne çıkan bir derede; güzel, kırmızı bir elma görür. Karnı da hayli açtır. Elma ise derede akıp gitmektedir. Yani sahipsizdir. Dînen alması caiz olduğu için açlığın da verdiği cesaretle alır ve hemen bismillâh ısırıverir. Tam tadını almıştır ki, bir anda kendine gelir. İçinde fırtına kopmuştur:

“–Ey Ethem! Haram yiyen harâmî olur. Önce bu elmanın sahibini bulup ondan izin almalı değil miydin? Sen nasıl dervişsin? Dervişlik fetvâ değil, takvâ yoluyken ne diye böyle bir gaflete düştün?”

Gönlü bu şekil feryat edince zavallı derviş, hemen ısırdığını ağzından çıkarır ve dere boyunca o elmanın ağacını arar. Ne görsün! Elma, padişah sarayının bahçesine aittir. Telâşla varır kapıya ve huzura destur ister. Nöbetçiler; salmak istemeseler de çaresiz, yalvarmaları karşısında merhamete gelip, padişaha durumu haber verirler.

Yaşlı padişah durumu anlayınca kendi kendine;

“–İşte aradığım şahsiyet. Güvenip de kızımı nikâhlayacağım, helâl süt emmiş samimî bir derviş. Sırf bir elma ısırığı için benimle helâlleşmenin derdine düşmüş bir Hak âşığı!” diye düşünerek Derviş Ethem’e hakkını bir şartla helâl edeceğini ifade eder.

Derviş Ethem, çaresizdir:

“–Sultanım, ne şart olsa râzıyım. Yeter ki hakkınızı helâl edin.”

Padişah bunun üzerine düşüncesini açıklar. Bu hâl Derviş Ethem’de ihtilâca döner. Mecbur kabul eder, ancak onun gönlü Hak huzûrundaki vuslattadır. Samimî bir yanık duâ ve ibâdet ile Hakk’a yönelir. İzdivâcın gerçekleşmesinden sonra, emr-i Hak vâkî olur. Daha sonra bu izdivaçtan doğan yavru, İbrahim-i Ethem Hazretleri’dir. Önce dedesinin yerine padişah olur, ardından da babasının yolundan devam ederek tâcı ve tahtı terk ile Hak yoluna baş koyar ve mâneviyat padişahı olur.

Helâl hassâsiyetine dair tarihimizin sayfaları, buna benzer sayısız misallerle doludur.

Osmanlı; fethettiği topraklarda helâl ve haram ölçülerine göre hareket ettiği için, sadece ülkeleri değil gönülleri de fethediyordu. Kazandığı zaferlerin özünde daima ilâhî rızâ yer alıyordu. Sultan Mehmed bu ölçülerle Fatih oldu, Kanunî bu ölçülerle Muhteşem Süleyman oldu.

Ordu, Avusturya’ya sefer hâlinde idi. Başlarında Kanunî vardı. Düşmana doğru bir mûsıkî zarâfetinde ilerliyorlardı. Hıristiyan köylerinden müslümanca geçişleri, müstesnâ bir karakter ve heybetle doluydu. Uygun bir yerde mola verildi. O esnada hıristiyan bir köylü geldi ve padişahın huzuruna destur diledi. Müsaade buyuruldu, hıristiyan köylü huzura çıktı ve sultana şunları söyledi:

“–Ey Muhteşem Sultan! Size sadece teşekkür ve tebrik için geldim. Çünkü şu ana kadar duymadığım ve görmediğim bir hakkāniyete şahit oldum. Benim üzüm bağım var. Askerlerinizden biri, o bağdan ihtiyacı kadar üzüm almış ve parasını da kopardığı üzüm dalına tastamam asıvermiş. Bu ne büyük adalet, ne müthiş hakkāniyet!”

Başkalarını çok memnun edecek bu takdir cümleleri; hayret ki, Muhteşem Süleyman’ın kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Basîretli padişah, hemen o askeri buldurttu. Bilgiyi doğruladı ve ona seferden men cezası verdi. Hıristiyan köylü, iyice şaşırdı. Dedi ki:

“–Sultanımız! Beni hayran bırakan ve teşekkür etmeme sebep olan bir davranışa mükâfat yerine ceza vermeniz niye?”

Muhteşem Süleyman, şu tarihî cevabı verdi:

“–Efendi! Askerimizin hâli ve özelliği, zaferlerimizin ve Hak desteğinin ilk şartıdır. O asker; şayet aldığı üzümün yerine ücretini asmasaydı, bu ordu zalimler ordusu olurdu. Onun da kellesi giderdi. O, kul hakkı yememekle kellesini kurtardı; fakat parasını verse de sahibinin izni olmadan alması dînimizde caiz olmadığı için seferden men ettim.”

Çünkü;

Her şey kendi özelliğini sergiler.

Hayrın neticeye yansıması kendi gibi, şerrin de kendi gibidir.

Bu bakımdan insanlar için güzel-çirkin, doğru-yanlış, sevap-günah, helâl ve haram gibi çok belirgin ve şart olan ayarlar takdir edilmiş. Kişi; bunlardan hangileriyle hemhâl ise, şahsiyeti ona göre.

Yeryüzünde dökülen ilk kan, ham insandaki harama meylin çirkinliğini ve felâketini gösterir. Aynı hâdise, çilesine rağmen olgun insanda da helâle meylin güzellik ve ebedî mükâfatını ortaya koyar.

Gerek fertlerin gerek cemiyetlerin ve milletlerin tarihî gidişatı hep bu yönde bâriz. Hayra ve helâle göre rota belirleyenlerin tarih sayfaları, altın harflerle yazılan destanlarla dolu; şerre ve harama göre rota tutturanların sayfaları ise, kanlı ve irinli harflerle yazılan berbatlıklarla, felâketlerle, zulüm ve çöküşlerle dolu.

Maalesef;

Her zaman en çok gaflet, hata ve cürüm, mevzubahis uç noktalar ve zıtlıklar arasında. Sevapla günah arasında, doğru ile yanlış arasında, helâl ile haram arasında, kısaca hak ile bâtıl arasında.

Üstelik şimdi;

Zamane; iki kutbu da tek bir noktada eriterek, o değişmez zıtlığın kaygılarından kurtulmaya çalışıyor. Helâl ve haramın sınır duvarlarını yıkmak fikri ve gayreti ile çırpınıyor. Bunda muvaffak olursa güya rahatlayacak. Sınır tanımaz hâle gelecek. Sınırsız bir çapa ulaşacak.

Hâlbuki bu anlayış, insanı tamamen sınırlayan ve tıkayan, daracık bir çıkmaz sokak.

Zira;

Şahsiyetlere iki ayrı uç eksende şekil veren o artı ve eksi kutupları yok saymak; insanın sonsuzluk tarafındaki imkânlarını, fırsatlarını ve nimetlerini yok eder. Güdükleştirir. Geçici bir ânın darlığında aklı da rûhu da boğar.

Böyle olmasa;

Şu iki günlük dünyada ve ecelin o hiç yenilmeyen kudreti karşısında bir sinek kadar âciz ve cılız olan insanlığın içinden, sırtlanları geçen yırtıcı ve azgın tipler çıkar mıydı? Vampirden daha fazla kan içici kimseler mevcut olur muydu? Canavardan daha zalim ve leş yiyici ham ruhlara rastlanır mıydı?

Hâlbuki;

İnsanın yiyeceği bir lokma. Fakat endişesi ve telâşı sayısız lokma. Hiç yiyemeyeceği kadar lokma. Bu kaygı, ona her şeyi mubah zannettiriyor. En ağır haramları da mubah zannettiriyor. Zulmü, gaspı, her şeyi…

Bu sebeple;

Helâl ve haram hassâsiyeti, aslında insan olmanın vazgeçilmez şartı.

Çünkü insan demek, hassâsiyet demek.

Bedenimiz, bir canavarın yediği leşi yiyebiliyor mu? Asla! İşin ucunda ânında zehirlenerek ölüp gitmek var. Malûm; insanın yiyebileceği şeyler ve onları yeme şekli, belirli ve sınırlı bir çerçeveye bağlı. Bu hususta aptallar bile sınırsızlık yapmaya cesaret edemiyor.

Fakat insan, rûhuyla insan.

Öyleyse rûhu diri tutmak meselesi, daha mühim. Bu dirilik de maddî hassâsiyetleri, mânevî hassâsiyetlere göre tanzime bağlı. Yani doğru ve yanlışa, helâl ve harama göre yaşayışa bağlı.

Hazret-i Mevlânâ bu gerçeği şöyle ifade eder:

“İnsanın nûrunu, kemâlini artıran lokma; helâl kazanç ile elde edilen lokmadır.

Haram lokma ise, kandilimize konunca kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmadan meydana gelir.

Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse; sen o lokmanın haram olduğunu bil.

Hiç buğday ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür?

Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir.

Ağza alınan helâl lokmadan, Allâh’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.”

Bu sebeple âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, açıkça ikaz buyurur:

“Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin, onların mallarıyla kendi mallarınızı karıştırarak yemeyin, çünkü bu büyük bir suçtur.” (en-Nisâ, 2)

“Ey mü’minler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.” (en-Nisâ, 29)

“De ki: «Helâl ile haram; haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit değildir.» Ey akıl sahipleri, Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (en-Nisâ, 100)

Yüce ikazları anlamayıp da hâlâ helâl ve harama dikkat etmeyenlere Mevlânâ’nın hitabı keskindir:

“Ey bu yalan dünyada; «Ticaret yapıyorum, helâl-haram gözetmeksizin kazanıyorum.» diyen gafil! Sen hayırlı işler, faydalı eserler ortaya koymadan; elin boş, kesen boş, kendin ise yorgun-bitkin bir hâlde mezara girersin.

Ey akılsız kişi! Din kazancı Allah aşkıdır; gönül cezbesidir. Onun için de kabiliyet ve istîdat demek olan Hak nûru lâzımdır.

Fakat bu alçak nefis; seni geçici, fânî kazanç elde etmeye çalıştırır. Ey zavallı! Ne zamana kadar geçici kazanç arkasında koşacaksın? Onu artık bırak!

«Çoluk-çocuğun rızkını kazanmaktan başka bir şey yapmıyorum, başka çarem yok. Dişimle tırnağımla çalışıyor, çabalıyorum; helâl kazanıyorum!» diyorsun.

Ey sapıklara karışan kişi! Haram yollarda yürüyerek kazandığını söylediğin nasıl helâl olur?

Unutma;

Sapıklığa düşmüş olduğu hâlde, sapıklığını bilmeyen kişilerin çaresi Allah’tandır; yiyecekten, lokmadan değil! Çaresi dindendir; dünya sevgisi putundan değil!”

Fakat insan, şeytanın göz kamaştırıcı hileleri yüzünden bu gerçeği görmez. Görmediği için de insana Hazret-i Allah, temiz ve helâl mevzuunda şeytana karşı dikkati emreder:

“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size; kötülüğü, hayâsızlığı ve Allâh’a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” (el-Bakara, 168-169)

Cenâb-ı Hakk’ın rızık hususundaki teminatına rağmen;

“Şeytan; insanın nefsini yoklukla, yoksullukla korkutur. Onun sabır beygirini keser, öldürür.

Kur’ân’dan duy; şeytan başa gelebilecek kötülükleri söyler, seni çetin bir yoksullukla korkutur.

Böylece sen, acele ile helâl-haram demeyip toplarsın. Ne adamlığın kalır, ne ihtiyatın, ne de sevap düşünmen.” (Mesnevî)

Adamlık, ihtiyat ve sevap düşüncesi kalmayınca da, insan; bu dünyada tuzaktaki yeme aldanan gafil bir kuşa döner. Şöyle ki:

“Kuş, tuzakta gördüğü buğdayları göstererek avcıya sordu:

«–Bu buğdaylar kimin?»

Avcı;

«–Vasîsi bulunmayan bir yetimin. Bu yetim malını, beni emin bildikleri için bana emanet ettiler.» dedi.

Kuş dedi ki:

«–Ben pek açım, pek perişanım; şu anda leş bile bana helâl olur. Ey emin, ey zâhid, ey muhterem kişi! Haydi izin ver, müsaade et de şu buğdaylardan yiyeyim.»

Avcı ikaz etti:

«–Zaruret olunca, haramın bile helâl olacağına dair fetvâ veren sensin ama; zaruret yok iken yersen, suçlu sayılırsın. Zaruret olsa da yememen daha iyi, ama yiyeceksen bari parasını ver.»

Kuş o anda kendinden geçmiş, aklını kullanamaz hâle gelmiş, iradesini kaybetmişti.

O; buğdayları yedi ama, tuzağa düştü kaldı. Başı derde girince kurtulmak için ne kadar Yâsîn okudu, ne kadar En’âm okudu.

Belâ gelip çattıktan sonra; ağlamak, feryat etmek, sızlanmak ne işe yarar. Bu ah ve feryat, tuzağa düşmeden önce gerekirdi.

Hırsın kabardığı, hevesin coştuğu zaman; «Ey feryada erişen Allâh’ım!» demelisin.

Basra’nın yıkılmasından, harap olmasından evvel pişman olmak gerek. O pişmanlık belki de Basra’yı harap olmaktan kurtarırdı.

Ölmeden evvel benim için feryat et, başına toprak saç, ölümden sonra ağlama, sabret!

Ben felâkete düşmeden, helâk olmadan önce, bana ağla! Felâket tufanından sonra ağlamayı bırak!

Şeytan yolunu vurmadan önce Yâsîn okuman gerek.” (Mesnevî)

Bu hakikat, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan edilir:

“Hayır; yetime karşı cömert davranmıyorsunuz.

Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.

Size kalan mîrâsı hak gözetmeden yiyorsunuz.

Malı pek çok seviyorsunuz.

Ama yeryüzü, çarpılıp paralandığı zaman…

Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin buyruğu gelince…

O gün, cehennem ortaya konur. O gün insan, öğüt almaya çalışır ama artık öğütten ona ne?

«Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım!» der.” (el-Fecr, 17-24)

Yazık ki, ecel eşiğinde olmasına rağmen;

İnsan; ne zaman, ne kadar yaşayacağını bilmeden, binlerce yıl yaşayacak gibi haris.

Üstelik bu hırsı ona neler yaptırıyor neler!

Haramın her çeşidine, boylu boyunca hiç düşünmeden dalıyor. Helva diyerek ateş yiyor. Ateşten haz! Büyük hüsran! Tabiî bu ateş, başlangıçta buz gibi leziz bir zevk hâsıl ediyor da o sebeple koşan koşana. Fakat sonrası bir alev ki, ne alev!

Doğrusu;

Cehennem, insanı öyle rastgele yutmuyor; dünyada ateş yiyenleri yutuyor. Başlangıç zevki, buz gibi leziz diye ısrarla ateş yemeyi tercih edenleri yutuyor. Sanki; «Madem bu kadar ateş düşkünüsün, al o hâlde istediğin ve seçtiğin ateş sana hayırlı olsun!» dercesine…

Yani, yeme aldananlar tuzağa yakalanıyor. Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Yeme aldanan kuş; kanadı açık olarak damdadır ama o, tuzağa düşmüştür.

Değil mi ki, gönlünü canla başla yeme vermiştir. Sen onu tuzağa tutulmamışsa bile, tuzağa tutulmuş bil.

Kuşun yeme bakışları, kendi ayağını bağlamak için birer düğüm gibidir.

Yem ona der ki: «Ey kuş, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama, hele sen sabret, asıl ben seni çalıyorum. O hırsla bakışın seni benim ardıma düşürdü. Bilmiş ol ki, ben senden gafil değilim.»

Kuş, o yeme bakmaktan hoşlanır. Yem de uzaktan onun yolunu vurur.

Kuşun yeme baktığı gibi, sen de bir güzele bakıyorsan, göz zinâsından zevk duyuyorsan, sen kendi kendine kötülük yapıyorsun. Kendini zarara sokuyor, âdeta kendi yanından kopardığın eti, kebap edip yiyorsun demektir.

Dünya malı zayıf kuşların, âhiret mülkü de üstün kuşların tuzağı…

Hattâ pek büyük bir mülk olan âhiret tuzağı öyle büyük bir tuzaktır ki, onunla en büyük kuşlar avlanır.”

Büyük kuşların da büyük tuzaklara düşme ihtimali var. Zira:

“Hazret-i Âdem her şeyi bilirdi. Fakat, ilâhî kazâ ve kader gelip çatınca; «Yaklaşma!» emrinin hakikatini bilemedi, hataya düştü.

Hazret-i Âdem, şöyle düşündü: «Acaba, dedi; Hakk’ın bu; ‘Yaklaşma!’ emri, haram olduğundan mı verildi, yoksa korkutmak için mi?» Bu yorum, bu tevil onu vehme düşürdü.

Gönlünde tevil üstün gelince, şaşırdı da, bu şaşkınlıkla; «Yaklaşma!» emrini unutup «buğday»a koştu.

Hazret-i Âdem; ayağına diken batan bahçıvan gibi, kendi derdi ile meşgul iken, hırsız şeytan onun elbiselerini çaldı, kaçtı.

Âdem şaşkınlığından kurtulup kendine gelince, eşyasının alınıp götürüldüğünü gördü.

«Rabbimiz! Gerçekten de biz, nefsimize zulmettik.» deyip, ah çekti; «Karanlık bastı, yolumuz kayboldu.» deyip tevbeye sarıldı.”

Tevbeye sarılmasa idraki de insanlığı da ziyan olacaktı. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dünya, bizim boğazımızı adamakıllı sıkar; keşke şu boğaz ve şu ağız sadece toprak yeseydi de, haram şeyler yemeseydi!

Zaten bu ağız, toprak yer durur. Fakat ağzın yediği toprak; başka şekle girmiş, başka renge boyanmıştır!

Oğlum! Bu kebap, bu şarap ve bu şeker; renklere boyanmış, süslenmiş topraktan başka bir şey değildir!

Fakat;

Anlayış su gibidir. Beden testidir. Beden testisi; nefsânî arzular yüzünden kırılınca, içindeki su, akıl, zekâ dökülür gider.

«Gözlerinizi haram şeylere karşı sımsıkı kapayın!» emrini işittiğin hâlde, ey mü’min, adımını doğru atmadın.

Dünya işlerine bu kadar çok daldıkça, bu çeşit yüzlerce gaflet tohumu ektikçe; yorgun başını uykudan nasıl kaldırabilirsin?

Ölüm gibi ağır olan uyku (gaflet), haram lokma (günah) birbirleri ile sıkı dost oldular da, ev sahibini uyuttular. Gece hırsızı (şeytan) da bu hâlden yararlandı. Gönül evine girdi, işe girişti.

Bu durumda;

Bir ateşe odun attıkça, o ateş hiç söner mi? Hiç odunu yakmaz olur mu?

Fakat odun atmazsan, ateş söner. Allah’tan korkmak, çekinmek; şehvet ateşine su serper.

Kalplerdeki Allah korkusundan pembeleşerek güzelleşmiş olan yüzü, ateş nasıl karartır?

Namaz ehli olmayanı, gönül namazı kılmayanı; öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı, tamah rüzgârı kapıp götürür.”

Ama:

“Herkesin kötülüğünün cezasını göreceği kıyâmet gününde, hasetçiler şüphe yok ki kurt şeklinde haşredileceklerdir.

Haram yiyen, gözü hırsla dolu kişi de o hesap gününde domuz şeklinde görülecektir.” (Mesnevî)

Bunu fark etmeyen gafillere Hazret-i Mevlânâ haykırır:

“Ey gafil! Sen uyuyorsun; fakat, yediğin veya işlediğin bir haramın kokusu, gökyüzüne yükselir durur.

Senin çirkin, kötü nefeslerinle birlikte o haram kokusu göklere yükselir. Gökyüzünde o kokuları kontrol etmekle vazifelendirilmiş olan meleklere kadar gider.

Sonunda, o kötü kokular yüzünden, ettiği duâlar reddedilir ve gönlün yanlış adım attığını, dili ortaya koyar.

Öyle duâların cevabı; «Sesinizi kesin!» hitabı olmuştur. Çünkü, her azgının cezası ret sopasıdır.”

Bu noktada ilâhî ikaz yürekleri yerinden hoplatacak mahiyettedir:

“Yaratan bilmez olur mu? O; Latif’tir, haberdardır.

Yeryüzünü, size boyun eğdiren O’dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allâh’ın verdiği rızıktan yiyin; sonunda dönüş O’nadır.

Gökte olanın, sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer sarsıldıkça sarsılır.

Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Ben’im uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.” (el-Mülk, 14-17)

Yüce Allâh’ın bu hitabı karşısında her ârif gönlün nefesi kesilmiştir. Haramın tozuna bile el sürmedikleri gibi, o âgâh gönüller; helâle karşı da bambaşka bir uyanık hâl içinde olmuşlardır. Basîret ve idrak nümûnesi olan Hazret-i Mevlânâ da titrek bir kalp ile der ki:

“Yarattığı şeylerde Allâh’ın sıfatlarını, yaratma gücünü, kudretini, sanatını görmeden ekmek yiyecek olsam, lokmalar boğazımda kalır!

O’nun yarattığı güzellikleri seyretmeden, O’nun gülünü, gül bahçesini görmeden yediğimiz lokma nasıl içimize siner?

Allâh’a kavuşma ümidi olmadan, bir an bile olsa bu yemeği yer, bu suyu içer?

Ancak öküzler, eşekler ve onlar gibi olanlar!..

Onlar hayvan gibidirler, hattâ hayvandan da aşağıdırlar. Onlar hile ile dopdolu olsalar da; pis, murdar, kokmuş kişilerdir.

Onların hileleri de baş aşağı olmuştur. Kendileri de, zamancıkları da geçmiş gitmiştir.

Düşünceleri körleşmiştir. Akılları bunamıştır. Ömürleri tükenmiştir. Hiçbir şeyleri kalmamıştır.

«Ben de bu düşüncedeyim.» dese bile, bu da onun nefsinin masalıdır.

Bir kimsenin kullukta bulunmayıp, dînî vazifesini yapmadan, farzları îfâ etmeden «Allah Gafûr’dur; günahları bağışlar. Rahim’dir; kullarına acır.» demesi de yine nefsinin hilesinden başka bir şey değildir.”

Ona göre helâl ne, haram ne!

Karışık bir husus. Sebebi de, helâl ve haramın belirsizliği değil, kendisine rahatlık alanı açmak niyeti. Bu tutmazsa, devreye mecburiyetler giriyor. Çünkü mecburiyetler, işin içine şeytan ve nefsin de dâhil olması ile hayatî bir hâle de dönüştürülünce yine meydan haramlara kalıyor. Üstelik olmazsa olmaz zaruretmiş gibi…

Oysa;

Bir şeyi yorumlarken maksat çok mühim. Bilhassa iç maksat çok mühim. Çünkü yorumların neticeye dönüşmesi, maksatlara göre tamamen farklı olur. Yüz seksen derece değişen hüküm ve son noktalar karşımıza çıkar. Meselâ helâl ve haram mevzuunda o kadar maksatlı yorumlar yapılıyor ki, neredeyse haram diye bir şey kalmıyor. Hattâ bazen haramlara helâllerden daha çok saygı ve itibar sağlanıyor. Âdeta irtikâp edebilmek daha kolay olsun diye! Helâllerse, alabildiğine zorlaştırılıyor. Üstelik helâle sarılmak, başa en büyük belâ imiş gibi yansıyor, yansıtılıyor. Medenîlik anlayışları değiştirilmek istendiğinden beri bu böyle. Sefil ve garabet dolu yansımalar karşısında da Faruk Nafiz’in tespiti tam yerinde:

Dağda adam soymaya haramîlik diyorduk,
Mukaddermiş şehirde bunun sevap olması!
İhtikâr şöyle dursun, ehl-i vicdana hattâ
Günahtır muhtekirle uzak ahbap olması.

Tabiî zaman, âhirzaman.

Haramlar, çok kolay ve serbest. Helâller ise öyle ağır düzenleme ve şartların kıskacında ki âdeta gizli bir şekilde yasak. Doğrudan yasaklamak mümkün olmadığında, dolaylı yasaklama mantığı ile bin bir kıskaç içinde yok ediliyor.

Ne diyelim:

«Helâlzâde barıştırır, haramzâde karıştırır…»

Mayası temiz olan kimse, herkesin iyilik ve hayrı için gayret sarf eder. Ancak mayası bozuk olan kimseler ise; durmadan bozmaya, yıkmaya ve dağıtmaya uğraşır.

İkisinin de tavrı, ebediyetteki neticeleri düşünüp düşünememeye göre. Haramzâde son neticeden gafil. Helâlzâde ise her neticenin farkında ve kaygısında.

Yûnus Emre Hazretleri bu idrak ve kaygı ile şu muhasebeyi yapar:

Helâline ola hesâb,
Harâmına ola azâb,
Âsîye olıcak ikâb,
Ben n’ideyim, n’eyleyeyim?

Müthiş bir helâl terbiyesi.

Zaten hayatın tamamı, o terbiye paralelinde güzel.

Helâl olanı bile yememek şeklinde gerçekleşen oruç ibâdeti de, aslında bu terbiyenin en zirve hâli. Yani oruç; helâli bile yememe terbiyesi olunca, haramdan uzak duruşun tenbihi daha açık. Haram bir kenara, yılda bir ay helâli bile yememek, ayrı bir mânâ ve işaret.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Oruç der ki: «Allâh’ım, bu kişi helâl lokmayı bile Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi. Bu kişi nasıl olur da harama el atar?»”

Yani her ibâdet, önce helâl ile mayalanmayı temin.

Çünkü «helâl» tabiri, gerçek temizliği ifadenin yanında meşrûluğu da vurgular.

Ayrıca;

Helâl kelimesinden hareketle;

Bir hakkı bağışlamaya «helâl etmek» ya da «helâl ü hoş etmek», bir hakkın bağışlanmasını istemeye «helâllik dilemek», bunu kabule de «helâllik vermek», karşılıklı hakları bağışlamaya ise «helâlleşmek», alın teriyle meşrû kazanca «helâl kazanç», gönül hoşluğu ile ve helâl olarak olana «helâlinden», haramdan uzaklığa «helâl olmak», asil ve ahlâklı kimseye «helâl süt emmiş», nikâhlı eşe «helâlli» ve «helâllik», meşrû evlâda ve dürüst, temiz kimseye de «helâlzâde», beğenip takdir etmeye «helâl olsun» tabirlerinin kullanılması, özle sözün mânidar bütünleşmesi.

Bir de helâl, insanın sırtından hiç çıkarmayacağı bir elbise olarak düşünülmüş olmalı ki, pamuk ipliği ve ham ipekten karışık olarak yapılan dokuma ve bu dokumadan dikilen gömleğe de «helâlî» denilmekte.

Şimdi kendimize soralım:

Kazancımız, alışverişimiz ve gıdalarımız HELÂLİNDEN Mİ?

Diyelim ki:

Helâllere, haramların bir şekilde tozunun bulaştığı şu devirde verilecek bütün müsbet cevaplara helâl olsun!