YÂSİR AİLESİ -2-

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamber Gülistanı’ndan gül devşirmeden önce herhangi bir garip genç olan Ammâr; Allah ve Rasûlü’ne îman ve itâat ile beraber, adı kıyâmete kadar hayırla anılacak Hazret-i Ammâr -radıyallâhu anh- olmuştu. Oturmuş kişiliği ve istikrarlı duruşu neticesinde aile efrâdının da topluca müslüman olmasına vesile olmuş, bize bir başka boyut açarak bir de bu buuttan seslenmiş oluyordu.

Onun şu veciz ifadesi sönmez bir meş‘ale olarak duruyor önümüzde:

“İlk işimiz Allâh’ın emir ve yasaklarını öğrenmek, Allah ve Rasûlü’nün istediği gibi yaşamak olmalı. İnanan insan, inandığı değerlere göre yaşamalı. «İnandım.» dediği dînini ciddî bir şekilde öğrenmeli ve bütün hayatını ona göre düzenlemelidir. Bunun için de Allah ve Rasûlü’nü dinleyelim ve O ne derse onu yapalım artık!”

Hazret-i Ammâr -radıyallâhu anh-, Mekke’de yabancı bir adamdı. Annesi garip bir câriye iken, babası da Mekkeli değildi. Bunun içindir ki, onun bu şehirde malı ve mülkü olmadığı gibi, iktidar ve nüfûzu da yoktu. Mahzumoğullarının câriyelerinden biri olan annesi müslüman olunca, efendileri çileden çıkmış ve ona işkence ve cefâ etmeye başlamışlardı. Fakat îman şuuru; Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ- gibi ilk müslümanların kalbinde o kadar derin bir şekilde yerleşmişti ki, bunlar îmanları yüzünden uğradıkları her mihnet ve meşakkati nimet sayıyorlardı. Îman, onların iliklerine işlemişti ve bu yüzden İslâm’ın yayılıp yaşanması için insanüstü bir çaba sarf ediyorlardı.

Allah ve Rasûlü’ne îmân etmiş; «Lâ ilâhe illâllah» demişlerdi. Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüydü. Bu söz, ciğerleri dolduran nefes ve kalpten yükselen aşkla haykırıldıktan sonra; yeni bir dünyanın kapısı açılmış ve insanın var olma sebebi, gayesini bulmuş demekti. Bundan dolayı «buyur» denilen bu saray kapısından gireni, hiç kimse ve hiçbir sebep geri döndüremezdi.

Mahzumoğulları, daha nice şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdi. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefislerinin gafletinden dolayı felâketlerine sebep olacak işlerin peşindeydiler. İşlerini güçlerini bırakmış, Yâsir ailesinin peşine düşmüşlerdi. Her gün yeni bir işkence ile çıkıyorlardı karşılarına.

Nasipsiz müşrikler; Hazret-i Ammâr’ı yalnız yakaladıkları zaman Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirlerdi. Günün sıcağında kızmış taşlarla, bazen da ateşle sırtını dağlar, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakıp;

“İslâm’dan dön ve kurtul!” diyerek eziyetlerini artırdıkça artırırlardı. Hazret-i Ammâr -radıyallâhu anh- ise her seferinde gönül dolusu bir aşkla aynı şeyi haykırırdı:

“Rabbim Allah -celle celâlühû-, Peygamberim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dînim İslâm’dır!”

Bu amansız işkenceleri çeken sadece Yâsir ailesi değildi tabiî. İslâm ile şereflenip müslüman olan her sahâbî benzeri işkence ve eziyetleri çekiyordu.

Yâsir ailesi ise, ailece işkenceye tâbî tutulmuşlardı. Müslüman olan herkesin mutlaka bir veya birkaç düşmanı oluyordu. Yâsir ailesinin düşmanlarının başında Mahzum kabîlesi geliyordu. Bu kabîlenin ileri gelenleri, Hazret-i Yâsir ile Hazret-i Sümeyye’ye dayanılmaz işkence edip, havanın en sıcak olduğu anlarda onları götürüp kuma gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları, üzerlerine dizerler;

“İslâm’dan dönün kurtulun!” diye diretirlerdi. Saçlarından tırnaklarına kadar bütün her şeyleri ile birer îman âbidesi olan bu seçkin aile, en küçük bir kayma göstermedikleri gibi, daha da artan bir îman coşkusu ile haykırırlardı:

“Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız yine de dönmeyiz! Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed -aleyhisselâm- O’nun kulu ve Rasûlü’dür!”

Mekke dışındaki Ramda kayalığı çok sıcak olurdu. Hâinler hâinlik yapacak yerleri iyi bilirlerdi. Yâsir ailesi birçok yerde dayanılmaz işkence ve eziyetlere uğratıldığı gibi Ramda adlı kavurucu yere de götürülmüşlerdi. Güneşin en yakıcı olduğu saatlerdi. Ortalık ateş gibi alev alev yanıyordu.

Mahzumoğulları; dört kişilik Yâsir ailesini kıskıvrak bağlamış, Ramda’da kızgın sacdan farksız alevden kayaların üzerine çıkarmışlar, üstlerine de yine alevden taşlar koymuşlardı. Sadece bedenin dayanmadığı değil, aklın bile almadığı bir tarzda bu cehennemî yerde her türlü işkencelerle eziyet ederek, İslâm’dan döndürmeye çalışıyorlardı. Bu dört kişilik aile; baba Yâsir, anne Sümeyye ve kardeşler Ammâr ile Abdullah idiler.

Mekke’de kimi kimsesi olmayan bu garip ailenin dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden sızan kan, ayaklarına doğru süzülüp akıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor ama îmândan küfre dönme tekliflerini reddediyorlardı. Cevap hep aynıydı:

“Derimizi yüzseniz, hattâ etimizi dilim dilim doğrasanız biz yine İslâm’dan dönmeyiz!”

Bir direniş öyle bir sadâkatti ki, tarihin ender şahit olduğu olaylardandı. O gün ölgün ve bitkin hâle gelen Yâsir ailesi bîtap bir şekilde bırakılıyor, fakat sâir günlerde yine dinlerinden döndürüp mankafa putlara taptırmak için yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyordu.

Bütün fertleriyle saâdet dairesine giren bu aileye başta Mahzumoğulları olmak üzere, bütün müşrikler; çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları; îman ve İslâm’dan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

Yine bir gün Yâsir ailesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında, sabır tavsiyesinde bulundu:

“–Sabredin, ey Yâsir ailesi! Sabredin, ey Yâsir ailesi! Sabredin, ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir; sabredin, ey Yâsir ailesi!”

Peygamberler Peygamberi’nin bu mânidar sabır tavsiyesi karşısında, işkence altında kıvranan Hazret-i Yâsir, yüreklere işleyen bir soru sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?”

Rasûl-i Kibriyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu suale yine duâ ile cevap verdi:

“–Allâh’ım! Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme!”

“–Biz, Allah ve Rasûlü’nden râzıyız!”

“–Unutmayın ki ey Yâsir ailesi, Allah ve Rasûlü de sizden râzıdır!”

“–Allâhu Ekber!”

Bütün mesele bu değil miydi; Allah ve Rasûlü’nün bizden râzı olması! Allah ve Rasûlü râzı olduktan sonra, hiçbir mesele kalmazdı. Peygamberimiz böyle müjdeliyordu çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-