Ruhları Dirilten Zaman Dilimi HAC MEVSİMİ -2-

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz «hicret» emri ile Mekke’den ayrılırken, mübârek gönlü hüzünlenmiş; derûnundan kaynayan şu sözler sâdır olmuştu:

“Sen, Allah katında beldelerin en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım…”

Bu hislerle Medîne-i Münevvere yoluna koyulmak; Mekke-i Mükerreme’ye takılıp kalan gönlü, yeni bir heyecanla dalgalandırır. Zira Allah Teâlâ’nın Habîbi, kâinâtın halk olunma vesilesi, Âlemlerin Efendisi’ne götüren yoldur bu.

Hicret esnasında, her adımı tahammül üstü bir çileye bedel olan; dostluğun en muhteşemine, nice mûcizeler ve rahmet tecellîlerine şahâdet eden yollar… Salâvât-ı şerîfeler ve duâlarla kat edilen, mukaddes beldeyi saran nûr hâleleri aşıldıkça; O Varlık Nûru’na yaklaştıkça mânevî serpintiler yoğunlaşır. Kâinâtın gözbebeği olan mukaddes mekâna vâsıl olurken, ne ile müşerref olunacağının şuuru içerisinde gafletten tamamen sıyrılıp, kemâl-i edep ile taçlanılır. Bu hâlle alâkalı mâzîdeki muhteşem misaller idrâki aydınlatır.

Osmanlı; o kutsî beldelere karşı edep tâcını, tâ pây-i tahtta takardı. Öyle ki; o zamanlar hac seferinde, Avrupa kıtasından Anadolu’ya çıkıştaki ilk adım atılan ve «Harem» ismi verilmiş olan bölgede toplanılır ve mübârek yolculuğun mâneviyat ve edebine orada bürünülerek yola çıkılırdı. Bir defasında; konaklama yerinde bir paşanın ayağını Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını gören şair Nâbî, fevkalâde müteessir olarak, o meşhur şiirini yazmaya başlar:

Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu.

Bahis mevzûu kafile; bir seher vakti Medîne-i Münevvere’ye girerken, bu na‘tın Mescid-i Nebî’nin minarelerinden okunduğunu duyan şair heyecanlara gark olur. Bunun -aleyhissalâtü ve’s-selâm- Efendimiz’in müezzinlere emirleriyle vukû bulduğunu öğrenen Nâbî;

“Demek ki bana Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Ümmetim!» dedi…” diyerek hıçkırıklara boğulur.”*

Âşık gönülleri hasretiyle yakan mukaddes belde, ufukta görününce; hâlet-i rûhiye, ihtirâmın zirvelerinde vuslat heyecanıyla sekr hâlini yaşar âdeta.

“Rabbim, gireceğim yere dosdoğru girmemi sağla… Kıyâmet günü beni, Rasûlü’nün şefâatine nâil olanlardan eyle…”

Hak dostlarının, ecdâdın, kâbına varılamaz hürmet tezâhürleri zihinlerde canlanır; o Varlık Nûru’nun semtinde ayakkabı ile dolaşmaktan kaçınanlar, ihtiyaç gidermek için edeben şehrin dışına çıkanlar, adım adım O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izlerini takip etme gayretini cana minnet bilenler, dünya kelâmı konuşmayı terk edenler… Ve cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Han’ın, kendisini «Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn» olarak tanıyan halîfenin verdiği unvânı, büyük bir mahviyet duygusu içerisinde «Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn» olarak düzeltmesi…

Hicrî takvime esas olan mübârek yolculukla teşrif edilen mekânda yaşanan heyecan, zihinde canlanır… Mekke’nin kaba cahiliye zihniyeti, bağrında yetişen paha biçilmez ihsânı takdir edemeyip O’na harp açmışken; Yesrib’in ipek letâfetindeki gönlü, O’na kucak açmıştı. Medeniyet tarihinin en bâriz bir nirengi noktası olan «hicret»in başlamasıyla, şehrin Mekke’ye bakan zirvelerinden günlerdir hasretle ufku tarayan gözler; nihayet beklenen mübârek yolcuların sezilmesiyle aydınlandı. Yesrib’in fedâkâr, vefâlı ve firâsetli halkı gönüllerinden taşan kasîdelerle yollara döküldüler:

Ay doğdu üzerimize Vedâ Tepelerinden
Şükür gerekti bizlere Allâh’a dâvetinden.

Artık tarihin en muhteşem ve köklü inkılâbının tezgâha konduğu Yesrib, «Medine»leşir; çağları aydınlatan ve medeniyetin yüksek değerlerinin neşv ü nemâ bulduğu bir nümûne olur.

Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bağrında bulundurmakla şereflenen Medîne-i Münevvere, «asr-ı saâdet»in mübârek hâtıralarıyla, insanı huzûrun zirvelerine kanatlandırır. Artık hayaller bile huzûrun rengiyle boyanır; sıkıntı veren izler hâfızadan silinir. İbâdet maksadıyla ziyaret edilecek ikinci mekân olduğu ifade buyurulan Mescid-i Nebevî, ilâhî tecellîlere mazhar mekânı ile gönülleri sekînete gark eder. Hadîs-i şerîfte;

“Beni vefatımdan sonra ziyaret eden kimse, sanki beni hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” buyuruluyor. İnsanı bir anda zaman tünelinden «asr-ı saâdet»e çıkaran bu vuslat; beşeriyet muktezâsınca idrâki perdeleyen acziyet olmasa, yine hâlet-i rûhiyenin tahammülünü aşacak bir vâkıadır. Böyle bir lütufla mest olan derûnî âlem, gül kokulu meltemlerle ferahlar.

Gönül ehli, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aşkıyla kendinden geçmiş; O’na lâyık ümmet olamama endişesi, kalplerini titretmiştir. Es‘ad Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri, hasretle yanan gönlünü şöyle dillendirir:

N’ola bir kerre şâd olsam cemâl-i bâ-kemâlinle,
Ki kemter bendeniz Es‘ad Sana olmak fedâ ister.

Fuzûlî de aşkına nişâne olarak, her zerresiyle «fedâ olma»yı âbideleştirir:

Bin cân olaydı kâşki ben dil-şikestede,
Tâ her biriyle bir kez olaydım fedâ Sana.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüksek huzurlarına varabilmek; edep ve tevâzu muvâcehesinde, âşıklar için hiç de kolay bir mesele değildir. Bu cümleden olarak;

Hevâ-yı nefsime tâbî olup pek çok günâh ettim,
Huzûra hangi yüz ile varayım yâ Rasûlâllah.

diye mahcûbiyetini arz eden rikkatli şair de, sadâkat zirvelerinden esen umut meltemleriyle teselli bulur:

Kulun Leylâ’ya, şâhım, vâr iken dergâh-ı ihsânın,
Varıp ben hangi şâha yalvarayım yâ Rasûlâllah.

Mü’minlerin göz bebeği mesâbesindeki Mescid-i Nebevî; nezâheti, heybeti, sükûneti… ile gönle ilham ettiği derin mânâları ifade edebilmek mümkün olmayan; gönlü kırık ümmetin adım atmaya mecal bulamayacağı mübârek bir mekân. Havsalanın idrak edemeyeceği, benliğin yok olduğu, ufukları kaplayan bir nur ummanı… Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda, günahlar hamalı, taş kalpli bir hakîr…

Ehl-i hâl pervâne olur nâr-ı aşkına,
Yûnus sürer yüzünü izinin tozuna;
Bu kemterin öyle devlete cüreti yok,
Kerem kıl o da sürsün, tozunun tozuna.

Ancak; «Raûf ve Rahîm» olarak ifade buyurulan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefâatlerine mazhar olup, ilâhî tecellîlerden nasiplenebilmek ümidiyle, âcizâne boyun büküp, yüz sürmekten başka bir yol olmadığı da malûm. Şair Nâbî bu makama girebilmek için bürünülmesi gereken hissiyâtı şöyle dile getiriyor:

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyandır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

Usûl ve âdab dairesinde Mescid-i Nebevî’ye girip Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek huzurlarına çıkabilmek; rûhu saâdet ufuklarına, gül bahçelerine kanatlandırır:

“Es-Selâmü aleyke yâ Rasûlâllah…”

Tazarrû ve niyazlarla gönderilen selâm ve hürmetler arz edilir. O Varlık Nûru’ndan kabir hayatında da ayrılamayan; O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «yâr-ı gār»ı, kâbına varılamaz fedâkârlık ve vefâ âbidesi, «Altın Silsile»nin ikinci halkası Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-…

Ve ikinci halîfesi; adâlet, hassâsiyet ve tevâzuun zirvelerindeki Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-… Hücre-i saâdetin nur çağlayan penceresi önünde zaman ötesine derinleşen tefekkür, mâverâdan esintilerle ruhları dalgalandırır:

“Es-Selâmü aleyke yâ Ebâ Bekri’s Sıddîk… Es-Selâmü aleyke yâ Ömer…”

Bu ânı hep hayâl eder ümmet,
Zaman dursa, bitmese bu devlet.
Meltemler eser o gül asrından,
Var mıdır bundan öte saâdet?

Mü’minlerin bereketli bir arı kovanı gibi kaynadığı Mescid-i Nebevî… Cennet bahçesinde, lâyık olmayarak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek izleri üzerinde îfâ edilme saâdetine nâil olunan ibâdetler, tazarrû ve niyazlar… Gönül âlemi «gülistân-ı Nebî»nin râyihasıyla mest olur. Suffa’da, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve her biri birer ferâgat âbidesi olan ashâb-ı güzîn -radıyallâhu anhüm- hazerâtının tahayyülleri ile hissiyat galeyâna gelir.

Asırları aydınlatan bir medeniyetin çekirdeği mesâbesindeki Medîne-i Münevvere; Hazret-i Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ın ipekten süzülen, yürek yakan ezanlarının sindiği, mübârek hâtıralara şahâdet eden her karışı ile, zihni tefekkür ufuklarına sevk eder.

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de zaman zaman ziyaret edip duâ buyurdukları Cennetü’l-Bakî kabristanı; on bin civarında ashâb-ı kiram hazerâtı ve sonraki devirlerden muhterem zevâtı barındırmakla cenneti tedâî ettiren esrara sahip. Güzel hasletlerde zirvelere yükselen mümtaz şahsiyetlerin, temsil edildikleri basit işaret taşlarında, onları yücelten tevâzûları da tecessüm ediyor. Başucunda ağıtlar yakılan «ehl-i beyt» hazerâtı, hayâ ve edep timsâli Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Uhud şehidleri, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sütanne ve halaları… ve diğer gönül sultanları, uhrevî bir âleme dalan zihni, huzur ikliminde seyran ettiriyor.

Kuba; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hicret esnasında, Medîne-i Münevvere’ye girmeden önce sevinç çağlayanları ile karşılandığı ve iki hafta kaldığı mübârek belde. Burada, cemaat için yapılan ilk mescid olan Kuba Mescid’i, sünnete uygun olarak Cumartesi günleri ziyaret edilerek bir sünnet-i seniyye de ihyâ ediliyor. Bu vesile ile; hadîs-i şerîfle müjdelenen «umre sevabı»na nâil olmak da umuluyor.

Uhud’da fedâkârlık ve şecaat destanlarının yazıldığı vadi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir kısım sahâbe ile çekildikleri ve ağır imtihanlara mâruz kaldıkları Uhud Dağı ve Okçular Tepesi’nde ibretâmiz hâtıralar zihinde resm-i geçit yapar. Uhud şehidliğinde, aralarında şehidlerin efendisi Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- ve ilk muallimlerden Mus‘ab bin Umeyr de dâhil 70 sahâbî bulunuyor. Rasûlullah Efendimiz’e ittibâen ziyaret edilen mütevâzı şehidlikte, hüzünlü gönüllerden duâlar ve şefâat dilekleri yükselir.

İslâm’ın kıblesini Mescid-i Aksâ’dan Kâbe-i şerîfe değiştiren vahyin indiği Kıbleteyn Mescidi de, bu aziz hâtıranın yâdıyla ziyaret edilen bir diğer mübârek mekândır. Burada da duâ ve ibâdetlerle «asr-ı saâdet» ikliminden bir nefes çekilmeye gayret edilir.

Hendek Savaşı’nın yapıldığı bölgede, tâkatin son haddine kadar zorlandığı o dâsitânî mücadeleden artık fizikî bir iz kalmamış olmakla beraber, Allah Teâlâ’nın yardımı ile kazanılan zaferin sevincine, asırların ardından teselsülen ortak olunarak şükredilir. Zaman tünelinde Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının kahramanlık ve fedâkârlıkları yâd edilir.

Abdülhamid Hân’ın büyük emekler ve ümitlerle inşâ ettirdiği Hicaz Demiryolu’nun son durağı olan tren garı, metruk ve mahzun… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hürmeten kemâl-i edeple örülen tesis, hâtıraları ile baş başa; eski günleri yâd ediyor âdeta. Hurdası çıkmış vagonlar ve lokomotifler, sanki dirâyetli bir el mârifetiyle silkinip tekrar yürüyüverecekler gibi tetikteler âdeta. Garın hemen yanındaki, o zamandan kalma Osmanlı üslûbundaki cami de, garın hâli ile mahzun görünüyor.

Mübârek hac vazifesinin îfâsı ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyaret ile taçlanan mukaddes yolculuk; şu geçip giden fânî hayatın en kıymetli bir zaman dilimi olarak yerini alır zihinde. Havaalanında tekrar hemhâl olunan ma‘şerî kalabalıktan kopan, hâfızaları aziz hâtıralarla yüklü kafileler, memleketlerine kanatlanırlar birer birer. Artık huccâcın hayatında, kazandığı semereleri tekâmül ettirme, en azından kaybetmeyip koruma devri başlamıştır.

Pakistan’ın gönül ehli şairi Muhammed İkbâl, hacıları ziyaretinde şu suali sorarmış:

“Solmayan, gönüllere hayat veren Medine’nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebûbekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin heyecan ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ıstırap içinde kıvranan İslâm dünyasına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?” Bu hususla ilgili olarak rikkatli edip merhum Ali Ulvî KURUCU Hocaefendi de, gönülleri titreten şu beyti terennüm ediyor:

Eğer şâd olmak istersen Livâü’l-Hamd’in altında,
Mukaddes yolculuk bir inkılâb olsun hayâtında.
________________
* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi -4, Erkam Yay., İst., 1998, s. 342.