«ÂŞÛR»,«AŞURE» VE BİRLİĞİN DİRLİĞİ…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Muharrem ayının onuncu gününe, Arapça «onuncu» anlamında «âşûrâ» denmektedir. Muharrem ayı ve Âşûrâ günü İslamiyet’ten önce de, ehl-i kitap olan yahudiler ve hıristiyanlar tarafından da mukaddes sayılmış, Muharrem’in onuncu gününde «şükür orucu» tutulmuştur…

Yahudiler, Musa -aleyhisselâm-’ın düşmanlarından kurtuluş günü ve Firavun’un ordusuyla birlikte denizde boğularak helâk olduğu gün olan Âşûrâ gününü, şükür orucuyla ihyâ ederler. Hıristiyanların Âşûrâ günü tuttukları oruç ise; Hazret-i İsa’nın zalimlerin zulmünden kurtulup, semâya yükselişinin şükrüdür…

Âşûrâ günü, sadece kitap ehli tarafından değil, Hazret-i Nuh -aleyhisselâm-’dan beri her inançtan kimselerce mukaddes bilinen bir gündür… Hazret-i İbrahim’den beri, İslâm öncesi cahiliye dönemi Arap kavimlerince de Âşûrâ günü mukaddes bilinip, o gün oruçla geçirilmiştir…

Rasûlullah Efendimiz de o dönemde, o geleneğe uymuştur. Ramazan orucu farz oluncaya kadar Muharrem orucu tutan ve ümmetine de emreden Allah Sevgilisi, Ramazan orucunun farz kılınmasıyla birlikte, Muharrem orucunu serbest bırakmış, bu oruç müslümanların nâfile ibâdetlerinden biri olarak yerini almıştır…

Hazin bir tecelliyle, yine bir Âşûrâ günü yüreklere bir kor gibi düşen Kerbelâ ateşini Hazret-i Hüseyin’in sabır tavsiye eden kevser gibi sözleriyle söndürürken; o mübârek şehidlerin aziz ruhlarına Fâtihalar yolluyoruz…

Biz, bu yazımızda; güzel Anadolu’muzun güzel insanlarının, engin gönüllerindeki inançla gelenek arasındaki o çok ince çizgiyi belirtmek; Sevgili Peygamberimiz’in «Şehrullah» (Allâh’ın ayı) olarak nitelendirdiği Muharrem ve Âşûrâ gününün feyziyle birliğin önemine temas etmek istedik…

Çok ince bir çizgiyle «Âşûrâ»da inanç, «Aşure»de gelenek boyutunu vermeyi amaçladık. Hassas bir konudur. Sürç-i lisan eyler, amacını aşan bir kelâma dilimiz dokunursa, şimdiden bağışlanmayı dileriz…

İslâm inancında «Âşûrâ»nın, Türk geleneğinde «Aşure»nin yeri ve önemi büyüktür. Ol sebeptendir ki; âşûrâ inanç boyutuyla, aşure gelenek ekseninde birçok rivâyet, hikâye ve efsânelere konu olmuştur. Ve bu hikâyeler nesilden nesile aktarılıp süregelir…

***

Rivâyet edilir ki…

“Hazret-i Nuh -aleyhisselâm- ve kendisiyle birlikte yüce Rabbimize inanıp sığınanların içinde bulundukları gemi, o korkunç tufanın meydana getirdiği çalkantılı denizde bir ceviz kabuğu gibi sallanıp durmaktadır… Yağmurlar, deli sağanaklar, gökleri yırtan yıldırımlar durulup dinmişse de, henüz görünürde bir kara parçası yoktur… Gemiye alınmış olan hayvanların yiyecekleri az çok idare edecek durumdaysa da, Allâh’a inanmış olan o bir avuç seçkin insanın yiyebileceği erzak tükenmiştir… Nuh -aleyhisselâm- ve yanındakiler, o gece kilerdeki son erzakla sahur yiyip, Allah rızâsı için oruca niyetlenirler…

Bazı rivâyetlere göre iki, bazı rivâyetlere göre ise üç gün oruçlu olarak duâ ve ibâdetle vakit geçirirler. Derken, dünyayı yeniden kuracak, coğrafyayı yeni baştan şekillendirecek olanlar ve onlarla birlikte yeryüzüne taze bir başlangıçla yayılacak olan diğer canlıları taşıyan gemi; Ağrı veya Cûdi Dağı’nın tepesine oturuverir… Gayrı tabanları toprağa değmiş ve selâmete ermişlerdir… Başta Nuh -aleyhisselam- olmak üzere hepsi çok sevinir, yüce Yaratan’a şükrederler… Bu onlar için büyük bir bayramdır. Ancak, oruçlu ağızlarına koyacak bir lokma yiyecek yoktur. Hazret-i Nuh, kilerde yenebilecek ne varsa getirilmesini emreder. Sandıkların, torbaların dibinde ne varsa silkeleyip getirirler… İncirden üzüme, buğdaydan nohuda kadar ayrı ayrı orta yere koyarlar. Ne yazık ki; hiçbir yiyecek, eşit olarak insanlara dağıtılacak ve doyuracak miktarda değildir… Nuh -aleyhisselâm-, ilâhî ilhamla bir çare bulur. Birbiriyle bağdaşmaz gibi görünen onca tahıl, bakliyat ve kuru meyveler bir kazana konup pişirilir… Ortaya râyihası nefis, tadı leziz bir yemek çıkar…

Rivâyet edilir ki; bu şükür ve bayram yemeği on çeşit yiyecekten oluştuğu için «âşûrâ» denmiştir… Kim bilir? Asıl önemli olan şey, birbiriyle uyumsuz gibi görünen onca tahıl, bakliyat ve meyvenin sabırla bir kazanda kaynayıp pişmesi, coşması, kendini aşması ve aynı ateşte kaynayıp, aynı kazanda kaynaşmasındaki ilâhî hikmet değil midir?..

Bir başakta omuz omuza yaslanan buğday tanelerinin, bir salkımda birleşip aynı dala tutunan üzümlerin; tatları, tenleri, özellikleri, yetiştikleri ortam çok farklı olan nohut, fasulye, fındık, ceviz gibi yiyeceklerin bir «aşure kâsesi»nde kendi özelliklerinden, güzelliklerinden bir şey kaybetmeden nasıl yepyeni ve ortak bir tad oluşturduklarındaki hikmeti düşünmek gerekmez mi?..

***

Derler ki…

Kalanın onmadığı, gidenin dönmediği savaşların yüzükoyun düşürdüğü köylerden bir köy… Sefere gidenlerin ekip de biçemediği ekinlerin ve sevda güllerinin üzerine yağan kar; umutları dondurmuş, gelecek hayallerinin üzerine, bir karış toz kondurmuştur… Sandıkta-çuvalda, elde-avuçta ne varsa tüketilmiştir. Güneşler batmış, kuşlar dönmüş, ama gidenler dönmemiştir yuvalarına… İşte, böyle babasız bir yuvada, bir ana kuş gibi yavrularının üzerine titreyen Elif Gelin’in eli koynunda, sabîlerinin sorumluluğu boynunda kalmıştır…

Ağalar, beyler!.. İki sabîsiyle, şu yirmisindeki Elif Gelin ne yapar, n’eyler?.. Mevsim kurak, tarla çorak, yakar firak… Elif Gelin eksik etek… Sakal yok, bıyık yok; başında büyük yok… Yâr yok, yâran yok; arayıp soran yok… Uğrayan yok kulübesine yaşlı haladan gayrı. Sığınacak kimse yok Kadir Mevlâ’dan gayrı… Cemre kışa düşer, iş başa düşer. Yekinir yerinden yaralı ceylân gibi… Esiverir izbe kulübeciğinde yel gibi. Ne devrik tencere altı kalır, ne derin küp dibi. Arar durur… Torbaların kıvrımında, sandığın köşesinde, çıkının düğümünde ne bulursa çıkarır… Tutun ki bir avuç döğme, bir avuç nohut, şuncağız fasulye, birkaç kuru üzüm, iki kuru kayısı, haydi bir de ceviz diyelim…

Elif Gelin, üçtaşı kuytuya kurar, vurur üstüne dibi kara tencereyi, yakar altına ateşi… Besmeleyi bereket, sabrı lezzet eder de aşına; oturtur şehid emâneti olan yetimlerini sofranın başına… Mevlâ verince bereketi; azlar çok, açlar tok olur… Üç tahta kaşık, dalıp dalıp çıkar tasa. Çocuklar doyururlar karınlarını tıka basa… Fakat doyamazlar tadına. Ağızları şıralı-şıpırdak; «aşure» derler adına… O akşam da karınları tok, gönülleri huzur içinde, yatmadan önce, çocuklarıyla birlikte fedâkâr ana; şükreder rızkı gönderen ol yüce Yaratan’a…

***

İslâm âleminde, özellikle güzel yurdumuzda Muharrem ayındaki ibâdetler, tutulan oruç ve duâlarla pişirilip dağıtılan aşure yemeği elbette inancımızın bir gereğidir. Tutulan oruçta da, dağıtılan aşure yemeğinde de İslâm inancının sabrı tavsiye eden ve yardımlaşmayı emreden aslî desenlerini ve güzîde nakışlarını görebiliyoruz… Ancak; Allâh’ın rızâsını kazanmak için yapılan bu ibâdete, millî geleneğimizin de bir tül gibi sarıldığını belirtmek gerekir… Bir yetimin başını okşamak, küçük bir hediye ile küçük bir çocuğu sevindirmek… O gün de iş bulamadığı için eve eli boş dönmekte olan omuzu çökük, umudu yıkık komşuyu görmeden geçmemek… Okuldan istenen dergi veya karton ücretini temin edemediği için, umutla kapıya koşan çocuğuna o gün de bu üç kuruşluk parayı verememenin ezikliğiyle ezilenin yanından geçip gitmemek… İşte, İslâm inancının yanı sıra, Anadolu insanının İslâm’a dayalı insanca hasletlerinden bazılarıdır bunlar… Aksini düşünmek bile merhametli yürekleri çelik bir cendereyle sıkar… Sevinmek bir bağış değil, haktır. Ya sevindirmenin sevinci?.. Gerçek insan ve gerçek inanan; gücüne güvenip, başkasının elindekini alan, sinsice çalan değil; yoksulu gözetip görenler, elindekilerden olmayanlara da verenler ve var oluş gayesindeki ilâhî sırra erenlerdir…

***

Aşure; insanlar arasında dostluğu pekiştiren, husûmetleri gideren ve yeni dostluklara kapı açan bir davetiyedir…

Aşure; yalnız başına yenilen bir yemek ya da tatlı değildir. Sosyal yardımlaşmanın en «tatlı» örneklerinden biri olan Aşure, insanî boyutuyla birlikte, inançla takviyeli soylu bir gelenektir…

Aşure yemeğinin; içinde çok değişik tahıl ve meyveleri uyumla barındırması, bunların aynı kazanda birlikte kaynayıp, kendi özelliklerinden hiçbir şey yitirmeden, topluca aynı tad üzerinde birleşmiş olmaları birlik ve dirliği sembolize eder… Onun konu komşuya dağıtılması ise, sosyal dayanışmanın, paylaşmanın ve dostluğun gönül lisanındaki ifadesidir…

Nefretin sevgiye, nobranlığın saygıya, hoyratlığın en güzel duyguya dönüşmesi dileğiyle…