KIRIK SANDIK…
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Yol kenarında gelenin geçenin ayağına takılan, kırık bir sandık vardı. Kaç kişiyi yere düşürdü. Kaç kişiyi tökezletti. Bir sürü âh aldı, yığınla kötü söz işitti. Fakat hâlâ kaldırımın üzerinde duruyor, hiçbir yere ayrılmıyordu. En sonunda kaldırım taşlarından biri öfkeden patladı:
“–Gidi kırık sandık! Nedir insanlara da bana da şu çektirdiklerin? Yeter artık, çek git tepemden!”
Bu feryâda kırık sandık sadece dudak büktü:
“–Senin değerin, hepimizi başında taşımak değil mi?”
“–Öyle de, karmaşa işin tadını bozuyor!”
“–Ben karmaşa filân çıkarmıyorum ki!”
“–Nasıl çıkarmıyorsun? Gelene takılıyor, geçene çelme vuruyorsun.”
“–Hayır, aksine! Gelen geçen bana çarpıyor, beni tekmeliyor. Ne yapayım, bende birazcık derslerini vermeye çalışıyorum.”
“–Bu nasıl ders? Ortada benim canım çıkıyor!”
“–Hele kaldırım taşı! Yürüyenlerle benim aramdaki meseleden senin canına ne?
“–Görmüyor musun? Ayaklar; senin yüzünden düzgün yürüyemeyince benim üstüme yıkılıyor, ters basıyor, kötü darbeler vuruyor ve olan hep bana oluyor. Bak omuzum kırıldı, başım çatladı, sırtım mıcıra döndü.”
Kırık sandık, dikkatle bakınca hak verdi:
“–Aslında haklısın da…”
“–Da’sı dahası var mı bunun?”
O esnada yine oradan geçen başka ayaklarla yeni bir kargaşa yaşayan ve alabora olmuş bir kayığa dönerken rakibini de tepetaklak düşüren kırık sandık boğuk bir sesle cevap verdi:
“–Dahası işte ey kaldırım taşı! Şu akılsız ayaklardan neler çektiğimi görmüyor musun?”
“–Ne çekmesi, çektiriyorsun sadece.”
Kırık sandık, boynundaki yeni çatlağın gıcırtılarıyla acı acı güldü:
“–Nihayet sadede geliyorsun da, yanlış görüyorsun hâlâ!”
“–Nedenmiş o?”
“–Bakıyorsun, fark etmiyorsun! Fakat bilesin ki, şu ayaklara çektiren ben değilim. Bilâkis kendi kafaları ve elleri. Çünkü beni buraya onlar attı. Kafaları da akıl edip kaldırmadı. Hâlâ da kaldırmıyor. Bu durumda ben de senin gibiyim. Biri kaldırmadan kendi kendime kıpırdama imkânım yok. Malûm senin de yok. Çünkü biz ayaklı varlıklar değiliz. Yoksa senin tepende horon tepmek bana zevk vermiyor. Hem sen yıpranıyorsun, hem ben. Hem de beni buradan kaldırmayan ayakların elleri ve kafaları.”
“–Galiba doğru söylüyorsun. Peki; neden kimse seni de, beni de ve kendini de bu eziyetten kurtarmıyor.”
“–Sebebi uzun. Yine de geçenlerde kulak misafiri olduğum bir konuşmayı aktarayım istersen. O zaman daha iyi anlarsın.”
Aralarındaki didişme, yavaş yavaş dostluğa dönüyordu.
Kırık sandık, duyduklarını tam anlatacaktı; üzerinden yeni bir kalabalık grup daha geçti. Tabiî aynı şeyler yaşandı. Aynı kargaşa. Aynı bağırtılar. Ayrıca yere düşen birinin kolu fena burkulmuştu. Hırsla kırık sandığın üstüne çıktı ve mıncıklayıncaya kadar tepindi, tepindi, tepindi. İyice çiğnedi. Yanındakilerden biri koluna girdi:
“–Bu kadar yeter!”
“–Yetmez! Hıncımı alamadım.”
“–Suç bu kırık sandığın değil ki. Onu buraya atanın. Sonra da kaldırmayan diğerlerinin.”
Beriki öfkeyle karşı çıktı:
“–Niye kaldırsınlar? Atan atmasın canım! Kim attıysa onun kaldırması gerek. Başkaları enayi mi?”
“–Değil ama başkaları da bundan zarar görüyor. Gel biz kaldıralım şunu.”
“–Hayır olmaz. Olan oldu bir kere. Zarar gördüm, kolum burkuldu. Bunca kötülüğe karşı bir de iyilik yapamam artık.”
“–Öyle ama hiç olmazsa başkası düşmesin!”
“–Düşerse düşsün, ben düştüm ya. Hem buraya atan ben olmadığıma göre…”
“–O zaman bari ben kaldırayım müsaade et.”
“–O da olmaz. Kanıma dokunur. Küserim. Başıma bu işi açan şu belâyı kim hazırladıysa o temizlesin. Biz elimizi bile sürmeyeceğiz.”
Diğer bir şahıs araya girdi:
“–Evet evet, başkasının rezâletini biz mi süpüreceğiz? Olmaz öyle şey!”
“–Atan nerde, kim?”
“–Nerde olursa, kim olursa olsun, gelsin görsün, halletsin!”
“–Olmayacak iş.”
“–Olsun efendim, olsun. Benim canım yandıktan sonra onu-bunu mu düşüneceğim bir de?”
“–Yahu biraz akıllı olalım.”
“–Akıllı olalım da, biraz da başımıza gelene göre hareket edelim. Kim yolu dağıttıysa düzeltmesini de o yapsın!..”
Diğerleri de buna katıldı:
“–Evet o yapsın!”
“–O yapsın!”
“–O yapsın!..”
Doğruyu tavsiye eden adam yalnız kaldı. Herkesin yüzüne üzgün üzgün baktı;
“–Siz ne derseniz deyin, siz nasıl düşünürseniz düşünün, bir şey diyemem. Fakat ben vazifemi yapacağım. Çünkü yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmak îman meziyeti.” dedi ve kırık sandığı kaldırımın üstünden uygun bir köşeye çekti, sonra yürüdü gitti.
Ona itiraz edenler, arkasından bir müddet sessiz kalakaldıysa da birisi yine ortamı karıştırdı:
“–Çok bilmiş herif! Onun gibiler oldukça, yola durmadan böyle kırık sandık atanlar da tükenmez. O enayiler yüzünden yolu batıran arsızlar da artar, bir türlü yola gelmez.”
Beriki tasdikledi:
“–Çok doğru. Öyleyse kırık sandığı gerisin geri yola atalım. Asıl atan kim ise gelsin o kaldırsın.”
Kolu burkulan fırladı ve yine tekme üstüne tekme atarak sandığı kaldırımın üstüne aynı yere fırlattı.
Biraz ferahlamış vaziyette tam ayrılıyorlardı ki, az evvel aralarında olup da sandığı yoldan alan şahıs geri döndü. Anlaşılan basîretli bir kimseydi. Olanları görünce âdeta kahroldu:
“–Efendiler, bu yaptığınız insanlığa sığdı mı? Atan şahsa demincek o kadar sövdünüz. Şimdi ise sizin ondan ne farkınız kaldı? Ben eziyeti yoldan kaldırdım. Niye tekrar yola attınız?”
Oradaki herkes sustu. Fakat içlerinden arsız bir çenebaz, hopladı:
“–Birader; biz sana, senin şu davranışın bu işi ilk yapanları azdırır ve artırır demedik mi? Anlasana, biz onlara ders vermek istiyoruz.”
“–Yahu nasıl bir ders bu? Yüzlerce insanı cezalandırarak kime ders? Atan adam belki buradan hiç geçmeyecek bir daha. Hiç görmeyecek olanları… Böyle lâkırdılara nasıl kapılıyorsunuz anlamıyorum. Çekilin kenara…”
İnsaflı adam, tekrar kırık sandığı yerden alıp yine uygun bir kenara bıraktı ve üzüntü içinde yoluna devam etti. Bir daha aynı hatayı yapmazlar düşüncesiyle de artık geri dönmedi.
Fakat…
Berikiler ne yazık ki aynı arsızlığı tekrar sergilediler. Aynı şekilde söylendiler:
“–Bu işi kim bozduysa düzeltmeyi de o yapsın, başkası değil, yoksa herkes yola sandık da atar leş de.”
Yine aynı tasdikler yükseldi:
“–Evet evet, o yapsın!”
“–O yapsın!”
“–O yapsın!”
Bu bağırtılar kesilip vakit ilerlediğinde kaldırımda kimse kalmamıştı. Kırık sandık, üzerinden tonlarca ağırlıkta dozerler geçmiş gibi pestil vaziyetindeydi artık. Nefes alacak mecâli bile kalmamıştı. Toparlanmak istedi, başaramadı. Pelte bir hâlde konuşmaya çalıştı:
“–İşte ey kaldırım taşı! Herhâlde anlatmama gerek kalmadı. Gerçeği gözlerinle gördün. Herkes «o» diye birini suçluyor ve «o»ndan bekliyor çözümü. Fakat o denilen o, meçhul durumda. Kimse onu bilmiyor, tanımıyor, görmemiş. Ben de tanımam. Ama herkes «o yapsın» deyip geçiyor. Ben de burada kalakalıyorum. Kargaşalar da peş peşe devam edip gidiyor. Ayaklarım olsa, ben yapacağım ya gerekeni…”
“–Evet ben de. Şimdi «o yapsın» ifadesinden nefret etmeye başladım.”
“–Haa, bir de şu var: Bütün «o yapsın» diyenler var ya, eğer ben kırık sandık değil de dolu bir sandık olsaydım, beni o zaman kimseye bırakmazlardı. Hepsi kendi kapmaya koşardı. Ama ne çare ki, hem boş, hem de kırık bir sandığım…”
“–Desene hayli çekeceğimiz var… Hayli çekecekler var…”
Evet;
Farklı ve ibretli bir gerçek bu.
Pek çok sahadaki işleyişlerin hâl-i pür melâlini de gösteren mecazlar aynası.
Uzun tahlile gerek yok.
Yine de bazı püf noktaların altını uzunca çizmek lâzım.
İlk göze çarpan nokta, sorumsuzluğun yol açtığı zincirleme aksamalar. Sonra da o aksamalar karşısında zincirleme ters yaklaşım ve yanlış bakışlar. Sonra da asıl yapılması gerekeni başka gerekçelerin arasında eritip de sadece bir kişinin üzerine iş bırakılması, üstelik çoğu kere de meçhul ve olmayan bir kişinin üzerine. Bir de, üstlenen çıksa bile onun faydasını hiçe düşürecek şekilde tuhaf bir mantıkla hareket edişler.
Bunların hele eğitimde yaşanması…
Kayıp zamanlar, kayıp enerjiler, kayıp imkânlar ve kayıp nesiller…
Dolayısıyla;
Yığınla gayretten önce kırık sandıklar husûsundaki ayarların ve şuurun doğrulması şart. Evet, dolu sandıklarda problem yok. Ancak insanı eğitirken kırık sandıklar noktasında gündeme düşen müşkilât, sıkıntı, dert, yoğunluk, yorgunluk, çile, ıstırap ve fedâkârlık mevzularında çokları el çekiyor. Ayaklar kafasız yürüyor. «Herkes niye, sadece biri yapsın!» cümlesi fikirleri dolduruyor.
Biri yapsın.
Kim?
O yapsın!
O kim?
Ben değil, o!
Hayret! O da; «Ben değil!» diyor.
O zaman kim?
Bazen; «hiç olmazsa ben» diyebilenler çıkabiliyor. Ama yeterli değil. Hedefler açısından eğitimde kâfî değil bu.
Çünkü;
Eğitim vazifesini bir kişi tam ve noksansız yapsa bile, yapılmamıştan farkı olmaz.
Çünkü;
Eğitim müşterek bir gayretin müşterek bir neticesidir. Tek bir gayretin müşterek neticesi olmuyor. Olmamıştır hiç, olmaz da.
Çünkü;
Müşterek bir çalışma gerektiren yerde sadece bir kişinin gayreti, işin tamamını noksansız yapsa da yansımasının noksansız olması imkânsızdır. Yirmi kişilik bir ekipte bir kişi her şeyi halletse, iş zâhiren yüzde yüz tamam olur, fakat neticeye mahiyet olarak yansıma itibarıyla ancak yüzde beştir. Çok mükemmel yapılsa bu oran, sadece üç-beş puan daha yükselme sağlar o kadar. Çünkü muhatapta, onun yüzde beşlik bir istifade alanı vardır. Diğer yüzde doksan beşlik alan, diğerleri ile dolacak bir alandır.
Kaldı ki, olumlu ve olumsuz davranışlara tek bir kişiden tepki gelmesi, büyük bir ağırlık oluşturmaz. Buna başkalarının tepkisizliği ve ilgisizliği de eklenince; okkalı bir kişinin en ağır tesirini bile yok eder, etmese de iyice azaltır. Yüzdesi de zaten az olan tesir, sonunda ehemmiyetsiz ve kayda değmez bir noktaya kadar düşer.
Böyledir.
Bir talebenin ıslahı veya gelişmesi yolunda gerekli özellikleri ve başarıları gerçekleştirmek için yalnız bir tek hoca şuurla emek veriyor, işin sıkıntı ve çilelerini göğüsleyici şekilde elini taşın altına koyuyor da; buna mukabil diğerleri, sadece politik yaklaşımlar sergileyerekten öğütücü ve eğitici zorlukların dışında kalıyorsa, o talebede arzu edilen netice ve hedef kesinlikle gerçekleşmez. Gerçekleşemez.
Zira aynı noktaya yirmi tesir lâzımken tek tesir ne kadar güçlü de olsa maksadı hâsıl edemez.
Zira talebe, böyle bir eğitim işleyişinde sadece bir kişiye karşı sorumluluk hisseder. On dokuz kişiye karşı da cilâlı ve politik bir rehâvetin dağınıklığı içinde olur. Candan inandığı ve kabullendiği meselelerde bile rûhunda ve nefsinde bir yaptırım ve müsbet hareketlilik yaşamaz.
Bu hâl, verimsizliğin nişânesi olduğu kadar muhatabın kişiliğini de bozucu bir gaflettir. Çünkü sadece bir kişinin karşısında dikkatli olup diğerlerinin yanında darmadağın olan bir karakter, bu durumun devamlılığı neticesinde gitgide münafıklaşır, iki yüzlü, beş yüzlü, on yüzlü bir tip olur çıkar.
Yani;
Sadece bir kişi yanında düzgün; diğer kişiler ve ortamlar içinde tamamen rastgele ve ipsiz olmak gibi bir vaziyet, nasıl bir üretim ortaya koyar? Nezdinde darmadağın olunan zaman, mekân ve kişiler, hayli çoksa yetişen taze dimağlar ne kadar mesafe alabilir?
Çok ciddî düşünmek gerek.
Böylesi bir hâle imkân tanıyan ortamlar, gerçek bir eğitim ortamı mıdır?
Asla!
Bu hakikati, herkesten çok eğitimcilerin anlaması zarûrî. Onlar, insanı yetiştiren yetişmişler olmak mecburiyetinde. Müşterek bir bütünlük ile üstünde durulması gereken hususlarda ne olursa olsun duruş ve liyâkat, sabır ve gayret erbabı olmasını ve ziyanı da kâra çevirmesini bilmeliler.
Tabiî pirincin taşını ayıklamayı, tencereye konmayacak atıkları çöpe dökmeyi ve ancak gıdaya dönüşecek enerjiyi de muhafazayı idrak ederek…
Bilhassa şuna tam vâkıf olarak:
İnsanın yetişmesi, doğrular ve husûsiyetleri sadece bir kişinin talimi ile, yalnız bir kişinin uğraşması ve duruşu ile gerçekleşmez. Bir tane gül ile baharın gelmeyeceği gibi.
Hâsılı;
Eğitimde doğru, müsbet ve devamlı olan netice, ancak müşterek bir gayretin neticesidir. Müşterek gayret de, müşterek şuur ve müşterek mes’ûliyet titizliği ister.
Çünkü;
Bir şeyin doğruluğundan çok, onun ancak müşterek bir eğitim bütünü hâlinde işlenmesi ve neticeye dönüştürülmesi, hedefleri hayalden hakikate yükseltir. O zaman eğitim, insanı bütünüyle kuşatır ve dört dörtlük bir kıvam sergiler. Zemindekini zirvedeki hâline getirir. Zira müşterek gayreti aynı şuurla gerçekleştiren yapıda yetişmekte olan kişi A, B, C, D, E şıklarının her mekân, zaman ve şahısları yanında da aynı doğruluğun ağırlığı ve geçerliliği ile karşılaşacağından en nihayet hakikat ve doğrularla şevk ve iştiyak içinde harman olur, yoğrulur, pişer…
Böylece;
Yüce haslet ve fazîletler, kaldırımların ortasında ayaklar altında savrulan kırık sandıklara dönüşmez.
Eğitimde;
Hedeflerin neticeye yansıması için müşterek ve aynılık içerisinde aynı gayretler, o kadar mühimdir ki; Allah bile insanı bu hakikat çerçevesinde öğütmekte ve eğitmektedir.
İnce bir dikkatle kolayca görülür:
Bir insanın hidâyeti için Cenâb-ı Hak, tabiri câizse ilâhî bir faaliyet ekibi kurmakta ve onlarla birlikte bir icraat gerçekleştirmektedir. Başta Allah olmak üzere nice melekler, kitaplar, peygamberler, mûcizeler ve daha birçok unsur hep beraber bir bütün hâlinde insanın hidâyetine yönelik bir gayretin müşterek tecellîsindedirler. Öyle ki, bir ve tek olduğu hâlde Cenâb-ı Hak, gerek azametine gerekse bu gerçeğe işaretle kitabında yer yer «Biz» tabirini de kullanmaktadır.
Demek ki, eğitimde çalışma bütünlüğü oluşturmak; insanı bütünüyle eğitebilmek için olmazsa olmaz bir şart. Yoksa varlığın eşrefi ve ahseni derecesinde olan insan, en hayırlı telkinlere rağmen de varlığın esfeli ve erzeli derekesine yuvarlanabiliyor.
Onun için Allah, insanın eğitimine o kadar ehemmiyet atfetmiş ve ilâhî bir faaliyet ekibi ile onu her yönden hakka ve hayra sevk etmiş.
Aynı doğruyu Allah;
Bir yandan mûcizelerinin diliyle anlatmış, bir yandan kitapları ile bir yandan da peygamberlerinin yaşayış güzellikleri ve mükemmel şahsiyetleri ile hem idraklere, hem gönüllere sergilemiş. Aynı doğruda ayrı ayrı vazife yapan pek çok unsur ile bir eğitim bütünlüğü oluşturmuş ve kişilikleri çok üstün nice müthiş âbide şahsiyetler olarak yetiştirmeyi tahakkuk ettirmiştir. Bu, aynı zamanda insanın eğitiminde emsalsiz bir eğitim metodu ve eğitimde de semeresi her bakımdan görülmüş bir başarı nümûnesidir.
Hakikaten bu ince nokta, tanzim ve bütünlük; müstesnâ ve göz kamaştırıcı eğitim neticeleri doğurmaktadır. Her bir unsur, vazifesini tam ve liyâkatle, yani tembellikten uzak bir gayret ve ihmali olmayan bir sorumluk ile yerine getirdiği nisbette öyle mükemmel ve yüksek neticeler meydana gelmektedir ki, akıllar sadece hayret denizlerine gark olur.
Bunun yolu da her şeyden önce;
«Ben değil, o yapsın!» lâkırdısını bırakmak.
Şu idrâk ile:
Her şeyin yegâne hâkimi ve kādiri olduğu ve de bir şeyin olması için yalnızca «Ol!» demesi kâfi geldiği hâlde Allah bile; görüyoruz ki, insanın irşad ve eğitiminde müşterek bir faaliyet gerçeğine göre tecellî oluşturuyor. Bu vazifeyi yalnız kitaba yüklemiyor. Yalnızca peygambere de. Sadece mûcizelere de. Sadece «Ol!» emriyle işi çözmek yoluna da gitmiyor. Hepsini bir bütün hâlinde insanın akıl, fikir ve gönül dünyasına yerleştirerek her zaman ve mekânda bütünlük tesiri ve güzelliği oluşturuyor.
Zaten O; vahiy götürüp getirmeyi de bir meleğe, kâinattaki hâdiselerin sevk u idaresini de bir meleğe, can almayı da bir meleğe ve daha nice işleri hep birer meleğe yaptırmakla; bizlere hem eğitim hem organizede uygulamalı örnekler göstermekte ve âdeta bu hususlarda yol-yordam öğretmektedir.
O, fâil-i mutlak olduğu hâlde böyle yaparken insanoğlu âciz-i mutlak olarak bu hususta başka türlü hareket ederse, doğru olur mu?
Kesinlikle olmaz.
Olur diyenler çıktıkça, yollar kırık sandıklarla dolar. O sandıklara takılan ayaklar da sonunda birer kırık sandık hâline döner ve âkıbet ateşte noktalanır.
Zaten;
Ne diye şu yolları dünyaya kırık sandık,
Üzerinde yığıldı bir sürü kırık sandık!.. (Seyrî)
Ne diyelim;
Kırık dolu kör nefsin hayat budur sandığı,
Bari sağlam teslim et, gönül denen sandığı… (Seyrî)
Çünkü bizden istenen;
Fânîden ebediyete kırık sandıklar değil, gönül gönül dolu sandıklar…
Sağlam ve dolu sandıklar…
Ayak altında değil, baş üstünde taşınası sandıklar…