Hicret, Gazâ ve Şehâdette İlklerden ABDULLAH İBN-İ CAHŞ -2-

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

Hicretin üçüncü yılı…

Bedir’den tam bir yıl sonrası…

Harp için bütün hazırlıklar tamam…

Üç binden fazla müşrik; develerine, atlarına binmiş geliyorlar…

Bedir’de yaşadıkları hezimetle daha da kinlenmiş bir hâlde geliyorlar…

Müşriklerin gayzlarının sebebi, sadece kaybedilen bir savaş değildi elbette. Daha dün türlü işkencelerle yaşama hakkı tanımadıkları mü’minlerin, her geçen gün güçlenmesiydi asıl sebep. Bâtıl düzenlerine ciddî bir tehdit olarak gördükleri bu tehlike, bir an evvel bertaraf edilmeliydi.

Rasûlullah Efendimiz derhâl ashâbını toplayarak onlarla istişâre etti. Gönlü, Medine’de kalarak müdafaa yapmaktan yanaydı. Lâkin çoğunluğunu Bedir’e katılamayanların teşkil ettiği sahâbe efendilerimizden bir grup, şehâdet arzusuyla meydan harbinde ısrar ettiler.

Nebîler Sultanı bir müddet sükût etti. Sonra cevap vermeden hücre-i saâdete girdi. Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer Efendilerimiz de içeri girip sarığını sarmasına ve zırhını giymesine yardım ettiler. Rasûlullah zırhını gömleğinin üzerine giydi. Beline, kayıştan bir kılıç kemeri (palaska) bağladı. Kılıcını boynuna asıp kalkanını da sırtına yerleştirdi.

Bu esnada ensarın büyüklerinden Sa‘d İbn-i Muaz ve Useyd İbn-i Hudayr -radıyallâhu anhümâ-, saf saf dizilmiş Efendimiz’i bekleyen ashâb-ı kirâmı îkaz ettiler:

“Medine’den çıkmak istemediği hâlde, sizler Allah Rasûlü’ne ısrar edip durdunuz! O’na emir gökten iner! Bu işi O’na bırakın ve O’nun emrettiği şeyi yapın!”

Bu yerinde îkaz karşısında pişman olan ashâb, evinden zırhlı ve silâhlı bir vaziyette dışarı çıkan Cenâb-ı Peygamber’den özür dilediler:

“Yâ Rasûlâllah! Biz sizin arzu etmediğiniz bir şeyi yaptık. Bize yakışan Allah ve Rasûlü’ne itâat etmektir. Eğer Medine’de kalmayı murâd ediyorsanız, Medine’de kalalım!”

Ashâbına tebessüm buyuran Allah Rasûlü şu mukabelede bulundu:

“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra; müşriklerle karşılaşmadıkça ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermedikçe, zırhını sırtından çıkarıp yere koyması yakışmaz! Allâh’ın izni ve inâyetiyle Medine’den çıkalım! Sizlere ne buyurursam, onu işlemeye azmediniz! Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde, Allâh’ın yardımı sizinledir!” (Dârimî, 2. c. 2, s. 55; Taberî, c. 3, s. 12; Beyhakî, c. 3, s. 226)

İslâm ordusu Bedir misâli bir zaferin ümit ve şevkiyle yola çıktı. Mücâhidler geceyi Şeyhayn’de geçirmişti. Seher vaktiydi. Vâlidelerimizden Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- biraz et pişirerek Allah Rasûlü’ne göndermişti. Etin yanında bir miktar su da vardı. Peygamber Efendimiz eti yedikten sonra suyu içti. Artan suyu mücâhidlerden biri aldı. O da biraz içtikten sonra Abdullah İbn-i Cahş -radıyallâhu anh-’a verdi. Hazret-i Abdullah kendine sunulan çok az miktardaki bu suyu teberrüken içti. Sonra ellerini semâya kaldırıp Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Bir cümleyle gönlünde sakladığı arzuyu Rabbine arz etti:

“Ey Allâh’ım! Bu susamış hâlimle huzûrunda suya kanmayı arzuluyor ve Sen’den şehâdet diliyorum!”

Artık şehâdet özlemi aşka dönüşmüştü. Bu aşk, kalbinin üzerindeki gayb perdelerini kaldırmış; ona âdeta şehâdet ânını seyrettiriyordu. Sanki şehid olacağını biliyor ve bundan dolayı seviniyordu. Allah için maruz kalınan her sıkıntının karşılığının kat kat verileceğinden adı gibi emindi.

Uhud Dağı…

Eteklerinde yiğitleri, bağrında şehidleriyle…

Kalplerimize nakşolmuş nâmı, gözlerimize sürme taşı toprağıyla…

Seven ve sevilen bir dağ…

Vefâlının vefâsızdan, yiğidin korkak ve kalleşten ayırt edildiği bir er meydanı…

Karşı karşıya gelen iki ordu savaş düzeni alırken Hazret-i Abdullah, Hazret-i Sa‘d’ın yanına yaklaştı. Birisi Allah Rasûlü’nün halazâdesi, diğeri dayızâdesiydi. İkisi de O’nun âşık pervânesiydi. Abdullah İbn-i Cahş -radıyallâhu anh- şu teklifte bulundu:

“Biraz benimle gelir misin? Önce sen, sonra da ben, birlikte Allâh’a duâ edelim ve birbirimizin duâsına; «Âmîn» diyelim! Olmaz mı?”

Onun bu teklifi Sa‘d İbn-i Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-’ın çok hoşuna gitmişti. Uhud’un bir köşesinde oturarak duâ etmeye başladılar. Önce Hazret-i Sa‘d duâ etti:

“–Ey Rabbim! Savaş başlayınca, beni son derece azılı ve iyi savaşan bir düşmanla karşılaştır. Sen’in rızan için onunla savaşıp gāzi olayım. Sonra bana zaferi nasip et, onu öldürüp, ganimetlerini alayım.”

Sa‘d -radıyallâhu anh-’ın duâsına «Âmîn» diyen Hazret-i Abdullah, kendi duâsına başladı:

“–Ey Allâh’ım! Savaş başlayınca; beni son derece, çetin, muhârib ve gaddar bir adamla karşılaştır. Sen’in için onunla savaşayım. Harbin hakkını vereyim. Sonra o, beni şehid etsin. Sonra bununla yetinmeyip burnumu, kulaklarımı kessin. Ben bu hâlimle Sen’in huzûruna geleyim. Sen, bana kesilen uzuvlarımı göstererek;

«–Ey Abdullah! Burnuna, kulaklarına ne oldu?» diye sorasın. Ben de;

«–Ey Rabbim! Bunlar Sen’in ve Rasûlü’nün uğrunda kesildi.» diyeyim. Sen de;

«–Doğru söyledin» diyerek beni tasdik edesin!”

Hazret-i Sa‘d hiç ses çıkarmadan şaşkın bir hâlde Hazret-i Abdullâh’ın duâsını dinliyordu. Duâsı duâsından daha hayırlı idi. Şehâdet elbette büyük bir kazançtı. Lâkin Abdullâh’ın kaybı, ehl-i İslâm için büyük bir kayıp demekti.

Hazret-i Abdullah;

“–Âmîn desene!” diyerek onu; «Âmîn» demeye zorladı. Hazret-i Sa‘d da onu kırmayarak;

«–Âmîn!» dedi.

İbn-i Cahş -radıyallâhu anh-’ın şehid olmayı istemesi, düşmanın üstün gelmesini temenni etmek değildi. Zira o, mücerred ölüm istemenin bir günah olduğunu biliyordu. Bu temennisi, Allah korkusu ve sû-i âkıbet endişesiyle dünyevî arzulardan kaçışın terennümünden ibaretti. Onun sözlerindeki asıl maksat; Hak yolunda va‘dedilmiş hakikate şehidlik rütbesiyle ermekti.

Uhud’da cenk başlar başlamaz daha ilk hücumda müşrik ordusu dağıldı. Savaş bitmek üzere idi.

“Burada durmamızın sebebi, düşmana mânî olmaktı. Düşman kaçıp gittiğine göre, Allah Rasûlü’ne varalım. Ne emir buyurursa onu yapalım.” diye düşünen okçular, yerinde duramadı. Efendimiz’in kat’î emrini unutup, tuttukları Ayneyn Tepesi’ni terk ettiler. Hareketlerinin hata olduğu sonradan anlaşıldı. Rasûlullah Efendimiz bunun anlatılmasını bile yasakladı. Uhud ile alâkalı herhangi menfî bir duygu ve düşüncenin zihinlere gelmemesi için daima mesaj verir, defâatle tekrar ederdi:

“Zinhar! Uhud öyle bir dağdır ki; biz onu severiz, o da bizi sever.”

Düşman tarafından sarılan İslâm ordusu, Uhud’un eteklerinde dağıldı. Bu herc ü merc içinde, yıkılmadan dimdik ayakta kalan ve hücumu göğüsleyen Allâh’ın arslanı fedâîler vardı. Onlardan biri de; Hazret-i Abdullah idi. Yaydan boşanmış ok misâli fırladı. Allah Rasûlü’nün yanına koşarak vücudunu O’na siper etti. Bir yandan dayısı Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- ile omuz omuza birlikte savaşıyor, bir taraftan da mücâhidleri şevklendirerek orduyu toparlamaya çalışıyordu.

İndirdiği kılıç darbeleri öylesine berkti ki; önüne geleni ya buduyor yahut deviriyordu. Sonunda kılıcı ona ayak uyduramayıp paramparça oldu. Bir anda kılıçsız kalmıştı. Bu durumu fark eden Rasûlullah Efendimiz hemen kendisine elindeki hurma dalını uzattı:

“Al bununla savaş!” buyurdu. Allah Rasûlü’nün mübârek ellerinden aldığı bu hurma çubuğu bir anda murassâ bir kılıca dönüşüverdi. Hazret-i Abdullah, elinde bu mûcizevî kılıçla, azılı müşriklerden Ebu’l-Hakem bin Ahnes tarafından şehid edilene kadar, arslanlar gibi savaştı.

Ümit edilmeyen ancak yaşanılan ve mağlûbiyet gibi görünen bu sarsıntı ashâb-ı kirâmı hayli mahzun etmişti. İlâhî îkazlarla hemen kendilerine geldiler:

“(Ey mü’minler!) Sakın gevşeklik göstermeyin ve (Uhud’da başınıza gelene) üzülmeyin. Eğer (hakikaten) inanmışsanız, (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüz. Eğer (Uhud Harbi’nde) size bir yara değmişse (bir acıya uğramışsanız, Bedir Harbi’nde de düşmanınız olan) o kavme benzeri bir yara değmişti. Sizlerden îman edenleri ayırt etmek, (hayatları ile şahitlik yapan) şehidler edinmek, mü’minleri tertemiz yapıp, kâfirleri de helâk etmek için Biz, o (zafer) günlerini (kâh lehlerine, kâh aleyhlerine olmak üzere nöbetleşe) insanlar arasında evirip çeviririz. Allah zalimleri asla sevmez. Yoksa! Allah içinizden cihad edenler (ile etmeyenler)i belli etmeden, sabredenler (ile etmeyenler)i ortaya çıkarmadan (kolayca) cennete girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 139-142)

Uhud Harbi hakkında tam altmış âyet-i kerîme inzâl oldu. Galibiyet veya mağlûbiyetin her şeye hükmeden Kādir-i Mutlak’ın takdîrinde olduğunu beyan eden bu âyetler, mü’minleri teselli ederek toparladı. Onların hüzünlerini giderip onlara yeni ufuklar açtı. Bu toparlanma karşısında müşrikler öyle bir korkuya kapıldı ki; hiçbir netice alamadan kaçar gibi çekilip gittiler.

Harbin sonunda, kâfirlerin yirmi iki leşi, cehennemde ebedî azaba dûçâr olurken, mü’minlerin hepsi birbirinden kıymetli yetmiş iki şehidi cennet ve rıdvâna nâil oldular.

Şehidlerimizin müşrikler tarafından âzâları kesilerek (müsle), cesetleri parçalanmıştı. Hazret-i Hamza ve Hazret-i Mus‘ab tanınamaz bir hâldeydi. Hazret-i Enes İbn-i Nadr doksan küsur kılıç darbesiyle öyle bir doğranmıştı ki, kız kardeşi onu ancak parmak uçlarından tanıyabildi.

Hazret-i Abdullah İbn-i Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince işte o zaman; «Bu, odur!» diye hüküm verilebildi. Günün sonunda, tıpkı temenni ettiği gibi kulakları ve burnu bir ipte dizili olarak duruyordu. Duâsı aynen kabul olmuştu.

Sevgili Peygamberimiz, gözyaşları içinde «Şehidlerin Efendisi» amcası Hazret-i Hamza ile Hazret-i Abdullâh’ı aynı kabre defnetti. Şimdi hususî başka bir hayatta, dayı ve yeğen yan yana, Şühedâ-i Uhud -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ile birlikte, Rableri onlardan râzı, onlar da Rablerinden râzı olmuş bir vaziyette haşri bekliyorlar.*

Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun! Şefâatlerine cümlemizi nâil eylesin…

_______________

* İbn-i Sa‘d, Tabakāt, 3:89; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gābe, 2856. Sahâbe; İbn-i Hacer, İsâbe, 4585. Sahâbe; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:239.