GEÇMİŞTEN BİR HÂTIRA…

Dr. Naif ÖZKUL

1966 senesinde Beyazıt’taki İstanbul Tıp Fakültesi Anatomi amfisinde, yaşı ileri hekimlerin yakından tanıdığı Prof. Dr. Sami ZAN Hocanın «urogenital organlar» konulu dersin açılış merasiminde, amfi her zamankinden farklı lebâleb dolu idi. Öğrencilerden; bu dersi takibe, izlemeye gelenler arasında tıp öğrencileri dışında iktisat ve hukuk öğrencileri de vardı. «Urogenital organlar / üreme ve böbrek anatomisi» dersi; birtakım maket, şekil ve modellerle anlatıldığından; dersin takibi, izlenişi anlaşılır bir anlatımla verildiğinden; tıp dışındaki öğrencilerin de katılımını celp ve teşvik ediyordu.

Değerli hoca bir alkış tufanı arasında beyaz önlüğüyle ve uzun asâsıyla içeri girdi. İdrarın süzüldüğü küçük mikroskobik «tubulus»ların uzunluğunun kilometreleri bulduğunu, bu süzme olayı seçici olduğundan toksik ve zararlı maddelerin idrara verildiğini, faydalı olan iyonların ise tekrar emilerek kana geçtiğini, bu seçimi koordine eden gücün ne muazzam bir güç olduğunu, tıp otoritelerinin bu tasfiyeyi (arıtmayı) sadece hayranlıkla seyir ve müşâhede ettiğini anlattı.

Prof. Dr. Sami Hocamızın temas ettiği konuyu biraz daha açarsak, her iki böbreğin takribî ağırlığı 250 gramdır. İçinde taşıdığı mikroskobik «tubulus»ların (küçük tüplerin) her birinin uzunluğu 55 milimetredir. Adedinin iki milyon olduğunu hesaba katarsak, tüplerin toplam uzunluğunun 110 kilometreyi bulduğunu tespit ederiz:

(55 mm x 2.000.000 = 110 km)

Bu da İstanbul-İzmit arası kadar bir mesafeye tekabül eder.

Kandan süzülüp 110 kilometre uzunluktaki tüplerin içine dökülen sıvıda şu maddeler mevcuttur: Sodyum, potasyum, kalsiyum fosfor, hidrojen, üre kreatin, ürik asit ilh…

24 saatte bu 110 kilometre uzunluğundaki küçük kanalların (tüplerin) içine dökülen 180 litre süzüntü sıvının %99’unun tekrar emilip kana verilmesi; bu arada zararlı, toksik, ihtiyaç fazlası atık maddelerin 1,5 litre idrarla dışarı atılması çok muhteşem bir sanatı gerektirir. Ve bu hassas denge hiçbir sapma göstermeden Kur’ân’da geçen ifade ile söyleyecek olursak;

«ilâ ecelin müsemmâ» belirlenmiş bir hayat, ömür süresince devam etmesi; sanatkârının, Yaratıcı’sının her türlü övgü ve senâya elyak, sonsuz kere lâyık olduğunun bir göstergesidir. Burada izaha çalıştığımız vücudumuzun sadece bir tek uzvu / organıdır. Karaciğer, göz, kulak gibi izaha değer daha birçok uzuvlarımız vardır.

Daha sonra hocamız buna dair çok basit bir örnek verdi. Birdenbire;

“–Beyler!” dedi. “Şu önümdeki masayı görüyorsunuz.”

Masanın üzerine, piyesler, şekiller maketler, dosyalar konurdu.

“–Bu masanın kendi kendine oluştuğunu, bunun bir doğramadan geçmediğini, bir marangozun elinden çıkmadığını, bir sanatkârının olmadığını söylersem, ne dersiniz? Bu soru belki tuhafınıza gidebilir.

«–Hocam olur mu öyle şey!.. Bunun elbette bir marangozu, bir sanatkârı var, bunun aksini söylemek akıl ve mantık dışı bir şey olur.» diye cevap verirsiniz.

–Eh çocuklar! Şu basit dört ayaklı sandalyenin bir sanatkârı olur da şu anatomi ve fizyolojisi harika, muhteşem âzâların, organların bir sanatkârı, bir yaratıcısı olmasın, bu mümkün mü? Bunların yaratıcısını, sanatkârını inkâr etmek akıl ve mantığı inkâr etmek olur. Öyle değil mi?” dedi.

Hocanın bu basit muhakeme ve mukayesesi bizi derin düşünceye sevk etmiş, inancımızı takviye etmiş, Allah -celle celâlühû-’ya inancı zayıf olan kişileri de uyarmış, onlara Cenâb-ı Hakk’a inancın zorunluluğunu göstermişti.

Evet, dört ayaklı masa; insanın en basit eseri, yeryüzünde insanın yaptığı eserler arasında daha gelişmişleri var. Meselâ son yüzyıla damgasını vuran uçak, uzayda dolaşan kapsüller, otomobil, bilgisayar ve daha birçok şey… Bunlar güzel eserler.

İlkbaharın gelişinde Mayıs ayında boğazın Anadolu yakasında bir gezinti yaptınız mı? Bu yakanın sahil şeridindeki yamaçlarında yemyeşil yapraklı ağaçların arasına serpilmiş erguvan ağaçlarını, onun hemen yakınında kar beyazı çiçeklerin bezediği ağaçları görürsünüz. Bu nefis, canlı manzara bir nimet değil mi? Peki meyve veren ağaçların dallarında taşıdığı, yüklendiği kayısılar, erikler, narlar… birer nimet değil de nedir? İnsanın hem gözüne hem tat alma duyusuna hitap ediyor.

Bazen müzâyedelerde tanınmış bir ressamın bir buket çiçek yağlı boya tablosuna milyarlar değer biçilir. Ama onun asıl gerçek canlısını görmezden geliriz. Gerçek ilâhî sanata ibretle bakılmaz.

Yüce Allâh’ın sanatına gelince; toprağın bir karış altında karanlık bir zeminde tohum veya bir çekirdeğin toprağı yarıp bir fidan hâline gelmesi, ondan da koca koca ağaçlar gelişmesi. Eğer Allah Teâlâ dilemeseydi o tohum gelişemeyecek, kuru çer-çöp hâlinde yok olacaktı.

Âyet-i kerîmede ifade edildiği gibi:

“Ektiğiniz o tohumu gördünüz mü? (Şimdi onu bir düşünün!) Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız. «Doğrusu biz çok ziyandayız. Daha doğrusu büsbütün mahrumuz!..» (derdiniz.)” (el-Vâkıa, 63-67)

Bunlar insan için yaratılmış nimetler…

Diğer yandan insan, ana rahmindeki yaratılışından bile habersizdir. Çok defa derin ve ibretli bakıştan mahrum oluyoruz. İnsanı, döllenmiş tek bir hücre demek olan nutfeden halk eden, her safhası birbirinden farklı bir yaratılışla şekilden şekle dönüştüren ve karanlık, sağlam bir mekânda yaratılışı tamamlayan Allah Teâlâ; ne büyük bir yaratıcıdır.

Bu gelişim ve yaratılışta hiçbir tıp otoritesinin dahli ve müdahalesi yoktur. Onlar bu harika yaratılışı sadece seyir ve temâşâ etmektedirler. O hâlde insanın hâlâ Allah -celle celâlühû-’yu tanımıyor olması, onun ancak kendi nefsine haksızlık ve zulmetmesi mânâsına gelir.

“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 6)

İlâhî nümûneler, örnekler o kadar çok ki saymakla bitmez. Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği üzere;

“O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Zihnimde sık sık hatırladığım değerli bir söz var ki burada zikretmeyi uygun buluyorum:

“Allâh’ım, Sen’i bütün eksik sıfatlardan tenzih ederim, Sen’i hakkıyla tanıyamadık.”

Dövünmek vakti gelmeden, saymakla bitmeyen nimetleri ibret ve basîret gözüyle görüp Sen’i anmayı, anlamayı, Sana şükretmeyi ve hakkıyla ibâdet edebilmeyi nasip eyle…

Bu vesile ile rahmetli Dr. Sami Hocamın bu güzel hâtırasını anarak kendisine Allah -celle celâlühû-’dan rahmetler diliyorum.