GÖNÜL DİRİLİNCE…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

O günden sonra Orhan gerçekten ve gönülden yeni bir «bismillâh» çekti. O vakte kadar almadığı hem maddî hem de mânevî bir eğitim için kollarını sıvadı. Doktor Selim Bey’in rehberliğinde bir yandan lise derslerini dışarıdan ikmâle gayret ediyor bir yandan da Kur’ân eğitimi alarak kendisini iki kanatlı olarak yetiştirmeye çalışıyordu.

Gece-gündüz gayret hâlindeydi.

Onun bu güzel gayretleri karşısında taş kalpli amcasının tavırları hiç değişmese de yengesinin gönlü gitgide yumuşamaktaydı. Kapı aralığından onun çalışmasını hayran hayran seyreden yenge, Orhan’a âdeta gıpta etmeye başlamıştı.

Bir gün bir seher vakti Orhan’ın yeni öğrenmesine rağmen tatlı tatlı Kur’ân okuyuşuna denk geldi. Hiç fark ettirmeden sessizce dinledi. Dinledikçe hislendi. Dalgınlaştı, eski zamanlara aktı gitti. Mırıldandı:

“Büyük annemle dedem de bu saatlerde kalkıp böyle hafif bir sesle Kur’ân okurlardı. İkisinin de yüzleri nurla parıldardı. Bu hâlleriyle onlar, evimizi aydınlatan birer dolunay gibiydiler. Onlarla yaşamak, bambaşka bir huzurdu. Ya şimdi? Onlarsız hayat, kasvetlerle geçip gidiyor.”

Düşüncesine biraz ara verdikten sonra yine devam etti:

“Helâl olsun şu yavrucağıza. Bizim hiçbir faydamız olmadan nerelerden nerelere yükseldi. Çukurlardan çıktı, zirvelere kanat açmayı bildi ve başardı. Hem de bize rağmen. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, büyük annemle dedemin yanındaki huzûrun kaynağı şu yavrucağızın elindeki yüce kitaptan geliyormuş. Allâh’a yönelmekten geliyormuş.”

Sonra içi titredi:

“Yâ Rabbim, günahlarla dolu bir ömür geçirdim. Sana yönelmeye yüzüm yok. Şu yetim yavrucağa da yapmadığım eziyet kalmadı. Hem imkânlarını gasbettik, hem de kendisine zulmettik. Ne olur Allâh’ım bana bir çıkış yolu göster! Bana da onun gibi huzûrun kapısını aç! Çatlamak üzere olduğum şu kasvetli hâlden ve yaşayıştan beni de kurtar, gafil kocamı da Allâh’ım!..”

Farkında olmadan Orhan’ın yengesi Fatma Hanım’ın gözleri yaşarmıştı. Belki yıllardır ilk defa ağlıyordu. Ağladıkça da kendisine yıllardır kapalı olan bir kapı hafif gıcırtılarla aralanıyor gibiydi. Bir müddet sonra, âdeta yıllardır ağlamamak için zorla kapattığı göz muslukları, hürriyetine kavuşmuşçasına öyle akmaya başladı ki, gayr-i ihtiyarî hıçkırıkları Orhan’ın kulağına ulaştı.

Orhan şaşırmıştı. Kur’ân’ı hürmetle öpüp alnına sürdü ve merakla odadan dışarı çıktı. Ne görsün? Kapının eşiğinde yengesi başına bir örtü atıp oracığa büzülmüş sarsıla sarsıla ağlıyordu. Hafifçe eğildi:

“–Yenge?”

Fatma Hanım cevap veremedi. Orhan’ı karşısında görünce hâli büsbütün pür-melâl oldu. Sonra biraz kendine gelip de derin bir nefes aldı ve yalvaran gözlerle baktı:

“–Ah bu evin çilekeş yetimi! Sana yaptıklarımdan dolayı beni affedebilecek misin?”

“–O nasıl söz yengeciğim? Ben bu evde büyüdüm.”

Fatma Hanım başını iki yana salladı:

“–Yok yok evlâdım, biz seni büyütmedik. Seni harap ettik. Senin mîrasın üzerinde keyif çattık. Sana teşekkür hissiyâtıyla gül gibi bakacakken çamurlu sokakların kaderine yuvarladık. Hep horladık. Fakat Allâh’a şükür ki; ailemizin mânevî köklerinden seni, üstelik bize rağmen yepyeni bir filiz gibi yeşertti. Uzun zamandır seni seyrediyorum. Hâlindeki güzelliği, samimiyetini ve çalışmalarını gördükçe çocukluğumdaki huzur dolu ortamları görür gibi oluyorum. Nihayet bu seher vakti, okuduğun Kur’ân, yıllardır kapalı kalan gönül kapımın küflü kilitlerini kırdı. Bu sabah, başka bir sabah oldu; bu kararmış gönle de ilk defa sabahın nûru aksetti. Bizim kötülüklerimize karşılık senin bu hayırlı hâlin dolayısıyla da çok mahcubum. Orhan, ne olur kusurlarımızı bağışla. Bundan sonra…”

Yengesinden o güne kadar ilk defa duyduğu bu sözler üzerine Orhan, ne diyeceğini bilemedi. Ancak kendisi de yanlış bir hayattan istikamete yöneldiğinde Hak kapısında aynı hâl içerisindeydi. Hâlâ aynı hâl içerisindeydi. Gönül dünyasında Allâh’a sonsuz şükürler ediyordu. Mütebessim bir çehreyle yengesini teselliye koyuldu:

“–Yengeciğim, her birimiz Allâh’ın af kapısındayız. Ben kim oluyorum ki! Ben de kötü âlemlerin kötü çocuğu iken size az çektirmedim. Asıl sizler hakkınızı helâl edin.”

“–Ah be evlâdım, güzel ahlâkından böyle söylüyorsun. Oysa biliyorum ki, ben sana annelik yapmam gerekirken yengelik de yapmadım. Üstelik elimden gelen düşmanlığı ardıma komadım. Buna rağmen senden duyduğum şu güzel sözler, işte onlar benim uyanış ve huzur vesilem.

Benim çocuğum olmadığı için gerçek annelik nedir belki bilmiyorum, ama büyükannemin anlattıkları bir bir hatırıma geldikçe, kendi kendime; «Onların annelikleri nerde bizimkiler nerde?» diyorum.

Dünün anneleri, bambaşka birer vâlidelermiş. Şefkat, merhamet ve huzûrun medeniyetini kurmuşlar. Efendileriyle hayır yarışında önlerde koşuşturmuşlar. O vâlideler, o güzîde anneler, koca memleketi de âdeta vâlideler medeniyeti hâline getirmişler. Nereye baksak bir vâlide sultanın hayrâtı karşımıza çıkıyor. Vâlidelerin yaptırdığı camiler, çeşmeler, sebiller; yine vâlidelerin kurduğu hastahâneler ve su yolları, aslında bize o kadar şeyler anlatıyor ki… Onlar, âdeta en tesirli sessiz konuşanlar… O anneler, elmas ve pırlantalara gönüllerini çöplük yapmamışlar. Onlarla da gönül îmâr etmişler. Ya bizler?

Âh evlâdım!

Bunları bile bile, yıllarımı harap ettim. Bile bile gönlümü elmas ve pırlantalara çöplük yaptım. Az daha o çöplükte seni de ziyân edecektim. Fakat Allah, o vâlidelerin hatırına merhamet etti. Dedelerimiz, büyükannelerimiz hatırına merhamet etti.”

Orhan, hayranlıklar içinde dinliyordu:

“–Yengeciğim, meğer senin içinde ne hazineler varmış.”

“–Âh evlâdım, âh! Yetiştiğim ailede hepsi gönlüme îtina ile yerleştirildi ama, kâh farkına varmadığımdan kâh nefsime uyduğumdan bir mâneviyat yoksulu olarak yaşadım. Çok şükür, ilk defa bu sabah uyandım.

Artık senin gibi benim için de gayret vakti. Ama benim kayıp senelerim senden daha çok. O yüzden daha fazla gayret etmem gerekiyor. Hemen bugün başlamalıyım. Sahi, bugün çocukluğumdan beri gitmeye gitmeye unuttuğum ziyaretgâhlara beraber gider miyiz? Müsait misin?”

Orhan heyecanlandı:

“–Ne demek yengeciğim, seve seve. Nereye derseniz oraya gideriz.”

“–Önce Hüdâyî Hazretleri’ni ziyaret edelim. Büyükannem oraya gitmeyi hiç ihmal etmezdi. O mübâreği anlata anlata bitiremezdi. Oradan Sultanahmet’e geçeriz. Onun da farklı hâtıraları var. Sonra başta Eyüp Sultan olmak üzere sahâbeleri ziyaret ederiz.”

“–İnşâallah yengeciğim, büyük bir memnuniyetle…”

Onlar kapı önünde böylesine bir uyanış huzûru ve sabahla birlikte gelen yeni bir mânevî doğuşun heyecanı ile konuşurlarken amca Turgut bey, su içmeye kalkmıştı. Yenge ile yeğenin samimî ve heyecanlı konuşmalarını görünce gözlerine inanamadı. Yıllardır kedi-köpek misâli birbirini yemeye çalışan iki düşman, ne olmuş da böylesine yakın iki dost olmuştu. Onların son cümlelerini duyunca kan beynine sıçradı, asabîleşti:

“–Sabahın köründe ne bu lâklâk?”

Fatma Hanım geçiştirdi:

“–Bir şey yok Turgut. Yeğenimle öylesine konuşuyorduk işte.”

Turgut bey köpürdü:

“–Öylesine filân değil. Ne konuştuklarınızı duydum. Ne zamandır sana söylüyordum bu çocuğun softalığından memnun olmadığımı. Eroinin bir başka çeşidi bu, diye kaç sefer söyledim. İşte neticesi! Kendini daldırdığı yetmiyor gibi bu uyuz yılan, şimdi seni de mi zehirledi? Kendine gel hanım!”

Fatma Hanım’ın cevabı mânidardı:

“–Çok şükür kendime geliyorum!”

Amcanın tavrı eskisi gibiydi:

“–Onu bunu bilmem. Bu arsız yetmiyor gibi sen de başıma softa kesilmeye kalkışma. Örümcek kafalı bir hayat yaşamanın nesine özeniyorsunuz bir türlü anlamıyorum.”

Daha öfke kusacaktı, fakat uyku mahmurluğu üzerinde olduğu için amca Turgut bey, kendi kendine biraz daha söylenmekle yetindi. İçki kokulu ağzı ve nursuz çehresiyle sallana sallana yatağa döndü.

Onun arkasından yenge ile yeğen sadece bükük boyunla baktılar. Hiçbir yorum yapmaya gerek yoktu. Fakat az evvelki huzurlarının ortasına kasvetli bir gölge düşmüştü. İkisi de ellerini açtı:

“Rabbim, bizlere hidâyet yolunda uyanış verdiğin gibi Turgut kuluna da hidâyet ihsân eyle!..”

Birlikte; «Âmîn!» dediler.

Gündüz, seherde plânladıkları gibi ziyaretlerde bulundular. Orhan, Sultanahmet’te âdeta büyülendi. Eyüp’e gitmiş, ayrı bir mânevî saltanata şahit olmuştu; Süleymaniye’de hem maddî hem mânevî bir ihtişamı müşâhede etmişti; şimdi de Sultanahmet’te müstesnâ bir zarâfet meşherini temâşâ ediyordu.

Yengesine minnetle baktı:

“–Fatma yenge, buraya ilk defa geliyorum. Benim de ihmal ettiğim bir ziyaret sayende gerçekleşmiş oldu.”

Fatma Hanım iç çekti:

“–Âh evlâdım, asıl ben senin sayende buradayım. Şu an neler hissettiğimi anlatamam. Bak, büyük dedenle geldiğimizde şuracığa oturur, biraz nefeslenir, sonra her defasında hiç bıkmadan neler neler anlatırdı.”

Orhan merakla talep etti:

“–Hatırladıklarından dinlemek isterim yengeciğim…”

Yengesi, derin bir iç çekti:

“–Unutmuştum aslında. Fakat gönül dirilince hepsini hatırlıyor.”

Orhan perçinledi:

“–Evet yengeciğim, gönül dirilince ölüm bile dirilik oluyor…”