EHL-İ BEYTİN İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ

Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra on yıl gibi kısa bir süre içerisinde Cezîretü’l-Arab’dan çıkıp Mısır, Suriye, Irak ve İran gibi o zamanki dünyanın en mütemeddin yerlerine hâkim olan genç İslâm Devleti’nin üçüncü halîfesi Hazret-i Osman’ın, Mısır’dan ve başka yerlerden gelen memnuniyetsiz ve tahrik edilmiş bir grup tarafından şehid edilmesi; günümüze kadar sürecek bir fitnenin fitilini ateşledi. (h. 35) Hazret-i Ali bu hengâme içerisinde halîfe seçildi.

Ne var ki, önce Ümmü’l-mü’minîn Hazret-i Âişe ile aşere-i mübeşşereden Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvâm’ın başında bulunduğu, Cemel Savaşı’nı hazırlayan muhalefetle; sonra da Şam valisi Muâviye bin Ebî Süfyân’ın başlattığı isyanla uğraşmak mecburiyetinde kaldı. Ancak ilkeleri önceleyen Hazret-i Ali, çok pragmatist hareket eden ve İslâm ülkelerini kendi idaresine bağlamak için her yola başvuran «kurt politikacı» Muâviye ve taraftarlarının zaman kazanmak için ortaya attıkları hakemlere başvurma teklifinden sonra çok başarılı olamadı.

Muâviye’nin oğlu Yezid devrinde (h. 60-64) kendisine biat etmek için yapılan çağrılara uymak üzere Kûfe’ye hareket eden Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ denilen mevkîde şehid edilmesi, Hazret-i Ali taraftarlarının tepkisinin daha da artmasına sebep oldu. (h. 61)

Yezid’den sonra Emevî hanedanı Abdülmelik bin Mervân’ın duruma hâkim oluşuna ve bütün muhalifleri bertaraf edişine kadar yaklaşık on yıl süren ciddî bir sarsıntı geçirdi. Bu safhada Hazret-i Ali’nin Hazret-i Fâtıma dışındaki bir eşinden olan oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye adına hareket eden Muhtâr es-Sekâfî Irak’ta bir müddet hâkim olduysa da çok geçmeden Mekke’yi üs edinen Abdullah bin Zübeyr’in kardeşi Mus‘ab tarafından bertaraf edildi. Bu hâdiseden sonra Muhammed İbnü’l-Hanefiyye siyasî mücâdeleden çekilerek oğulları Hasan ve Ebû Hâşim’le birlikte Medine’ye yerleşti ve orada ilim ve ibâdetle iştigal etti. (h. 67)

Ehl-i beytin veya onlar adına hareket edenlerin isyanları bundan sonra da devam etti. Emevîler’e baş kaldıran Hazret-i Hüseyin’in torunu Zeyd bin Ali’nin başarısızlıkla sonuçlanan isyanı bunlardan biridir.

Abbâsî Devleti’nin kuruluşu da aslında ehl-i beyt adına yapılan bir hareketin neticesidir. Ne var ki, ihtilâl başarıya ulaşıp Emevî hanedanı yok edildikten sonra ehl-i beyt de bertaraf edilmiş ve Abbâsîler idareye el koymuştur. (h. 132)

Ehl-i beyt isyanları Abbâsî devrinde de sürmüştür. Hattâ Halîfe Me’mun, akrabası olan ehl-i beyt ile aralarındaki bu husûmete son vermek için İmam Ali er-Rızâ’yı kendisine veliaht yaptı. Ancak Ali er-Rızâ’nın şüpheli ölümü; Abbâsî hanedanının büyük tepkisini çekmiş olan bu teşebbüsün, Me’mun tarafından plânlanmış siyasî bir manevra olduğunu göstermektedir.

Şîa’nın siyasî bakımdan en güçlü olduğu devir, hicrî IV. asırdır. Bu asırda Endülüs ve Türkistan dışında neredeyse bütün İslâm dünyası Şîi hâkimiyeti altındadır. Fas’ta İdrisîler, Mısır ve Şimâlî Afrika’da Fâtımîler, Halep ve Musul’da Hamdânîler, Irak ve İran’da Büveyhîler hüküm sürmektedir. Ancak bunlar, -hermetik felsefeye dayalı bir itikat sistemi kurmuş olan Fâtımîler ve onların uzantısı olan Hasan Sabbah hareketi istisnâ edilirse- oldukça mûtedil bir düşünceye sahiptir. Meselâ Bağdat’a hâkim olmalarına rağmen Sünnî-Abbâsî halîfesini siyasî gerekçelerle koruyup kollamaya devam eden Büveyhîler, o asırda Şîa’ya sığınan Mûtezile mütefekkirlerinin yanı sıra Eş‘arîlere de kucak açmışlardır. Büveyhîler, Fars asıllı olmalarına rağmen Arap diline de unutulmaz hizmetlerde bulunmuşlardır.

Maksadımız siyasî tarihi anlatmak değildir. Ancak İslâm’da siyaset; düşünce ve ilimden çok keskin çizgilerle ayrılamadığı için yukarıdaki hâdiselere ana çizgileriyle değinmek mecburiyetinde kaldık. Asıl vurgulamak istediğimiz ise ehl-i beyt ve Şîa’nın tarihte siyaseten çok başarılı olamamakla birlikte İslâm düşüncesinin oluşması ve gelişmesinde bir hayli etkili olduğudur. İşte bunu gösteren birkaç örnek:

Bir ilim deryası olan Hazret-i Ali, yaşadığı o netâmeli hâdiselerdeki uygulamalarıyla İslâm hukuku için çok güzel örnekler bıraktı.

Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin, Muhtar es-Sekafî’nin başarısızlığından sonra Medine’ye çekilmesi ve yalnızca ilimle meşgul olmaya başlaması, Mısırlı felsefe tarihçisi merhum Ali Sâmi en-Neşşâr’ın belirttiği gibi İslâm’da felsefî düşüncenin doğuşuna önemli ölçüde ivme kazandırdı. Mûtezile’nin kurucusu Vâsıl bin Atâ, onun ve oğlu Ebû Hâşim’in talebesidir. Ma‘bed el-Cühenî (ö. 80) ve Gaylân ed-Dımeşkî (ö. 120) gibi insan hürriyetini savunan kişiler de onun medresesinin tesirinde kalmıştır. Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin diğer oğlu Hasan ise Mürciî fikirleri ilk ortaya atan ve bu hususta Ebû Hanife’yi etkileyen bir kişidir.1

Şîa içerisinde ehl-i sünnete en yakın mezhep olan ve bugün Yemen’de hâlâ varlığını sürdüren Zeydiyye mezhebinin kurucusu Zeyd bin Ali, Vâsıl bin Atâ’nın talebesi idi. Bu sebeple Zeydiyye, itikādî konularda büyük ölçüde Mûtezile ile örtüşür.

Ehl-i beyt imamları içerisinde Câfer-i Sâdık’ın çok büyük bir ağırlığı vardır. Ebû Hanîfe’nin hocası ve adına nispetle Câferiyye diye anılan fıkıh mezhebinin kurucusu olan bu zât, taraftarlarını açıkça siyasî muhalefet yapmaktan men ederek ilmî harekete öncelik vermiş ve imamlara ulûhiyet atfeden aşırı Şîi grupları reddetmiştir. Ehl-i sünnet; Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin başta olmak üzere on iki imama ve özellikle tasavvufta çok büyük bir ağırlığı olan Câfer-i Sâdık’a derin bir saygı duyar.

Son olarak başta Safevîler devrinde yetişen Molla Sadrâ olmak üzere işrâkî düşünceyi sürdürenlerin de Şiîler olduğunu not edelim.2

Kısacası İslâm düşüncesinin oluşmasında ehl-i beyt imamlarının ve onların taraftarlarının -tartışmaya açık birçok yönleri de olan- doğrudan veya dolaylı birçok tesiri vardır.

Kevser Sûresi’nde geçen «kevser» kelimesinin bir tefsiri de ehl-i beyttir. Ehl-i beytin bu feyiz ve bereketi, aynı sûrede müşriklerin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e «ebter!» demelerini çürüten delillerden birini oluşturur. Ona «ebter!» diyenlerin çocukları bile müslüman olup onların bu hakaretlerini tasvip etmezken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in adı her an Allâh’ın adıyla birlikte minarelerde ve namazlarda övgüyle anılmaktadır. Bu da, Kur’ân’ın gayba yönelik mûcizevî haberlerinden biridir.

_______________

1 Neşşâr, Ali Sâmi, İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu (terc. Osman TUNÇ), İst: İnsan Yayınları, 1999, s. 315, 324.

2 Uludağ, Süleyman, «İşrâkıyye», DİA, XIII, 438-9.