EHL-İ BEYTE ŞÜKRAN BORÇLUYUZ
H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Geçtiğimiz yıllarda İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinden bir grup genç kızımız, hem yabancı dillerini geliştirmek hem de İslâm’ı tebliğ etmek gayesiyle yabancı ülkelerden mektup arkadaşı edinmeye karar vermişler. İnternet sayesinde bu pek de zor olmamış. Türkçe Olimpiyatlarına katılmak için Türkiye’ye geldiğinde tanıştıkları Kanadalı bir yaşıtlarıyla elektronik posta vasıtasıyla yazışmaya başlamışlar. Fakat arkadaşları sinemadan, müzikten vesâire konulardan bahsetmeyi tercih ediyor, inançla alâkalı bahislere ise pek ilgi göstermiyormuş. Ne zaman;
“Sence bu dünyada bulunuş gayemiz nedir?”
“Yaratıcımız hakkında ne düşünüyorsun?” gibi bir soru sorsalar, mevzuu değiştiriyor, hiç o konulara girmek istemiyormuş. Nihayet bir gün bizim kızlara;
“Siz Türkler din konularına ne kadar meraklısınız. Bizim ülkemizde nüfusun yarısından çoğu ateist veya agnostiktir. Biz bu konulara ilgi duymayız.” deyivermiş.
Elbette bizim kızlar çok üzülmüşler.
“Neden bu insanlar; «Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz…» diye düşünmeye ihtiyaç hissetmiyor? Nasıl oluyor da, hayata hiçbir mânâ getirmeden, gayesizce yaşayabiliyorlar? Ölüm ötesini hiç mi merak etmiyorlar?” diye şaşkınlık içinde kalmışlar.
Onların başından geçen hikâyeyi duyunca söze karışmadan edemedim. Uğradıkları sukûtu hayalden ötürü biraz da teselli vermek istedim;
“Bu kadar üzülmeyin, sizin bir suçunuz yok.” dedim.
“Fertler, mensubu oldukları milletlerin meyvesi gibidirler. Bir meyveyi nasıl ki ağacı besler ve meydana getirirse, ferdin duygu ve düşüncelerini de milletleri meydana getirir. Her meyve nasıl ki ağacına ait ve onun cinsinden olursa fertler de öyledir.
Hattâ ilmî tetkikler de bunu tasdik eder. Bebekler beyinlerindeki ilk bağlantıların bir kısmını anne-babalarından miras olarak alırlar. Kalanların büyük bir kısmını da ilk üç yaşlarında kurarlar.
Anne-babadan ana dilini öğrenirken; dille birlikte bir kültür, bir dünya görüşü, bir düşünce biçimi de edinirler. Her millet, kültürünü hem dil hem de davranış biçimiyle çocuklarına aktarır. Meselâ biz gün boyunca defalarca;
«İnşâallah», «Allah izin verirse», «Allah korusun!», «Allâh’a ısmarladık», «mâşâallah», «Allah bağışlasın»… deriz.
Hayatımızda dînimizin icabı olarak yaptığımız birçok ibâdet veya âdet vardır. Yine bir şey yapmaya karar verirken sadece isteklerimize veya menfaatlerimize bakarak değil;
«Bu yaptığımız dînen doğru mu; Allâh’ın câiz kıldığı bir şey mi, yoksa yasakladığı bir şey mi?» diye düşünerek karar veririz. Çocuklarımız da hayata bakışlarını ve düşünce tarzını bizlerden öğrenerek kazanırlar.
Bunun haricinde söz ve davranışların özü mahiyetindeki inanç ve duygularımız da beyinden beyine ayna misali yansır. Tasavvufî tabirle, in’ikas dediğimiz bir yolla, hâller ve hisler insandan insana akseder.
Gerek anne-babadan öğrenerek gerek ayna nöronları vasıtasıyla yansıyarak çocuklarımızın beyninde belli başlı düşünce tarzları oluşur. Hani nasıl ki su aka aka bir toprağın üzerinde izler bırakır, işte beyinde de böyle düşünce izleri oluşur. Milletler düşünce bağlantılarını nesillerinden gelenlere aktarırlar. Her nesil bir önceki neslin getirdiğini bir adım daha ileri götürür.
Hattâ her milletin belli bir alanda diğerlerinden daha üstün başarı göstermesi de bundandır. Meselâ İngilizlerden daha çok bilim adamı, İtalyanlardan ressam ve heykeltıraş çıkması gibi… Türkler de oldum olası askerlik, siyaset ve devlet adamlığı sahasında başarılı olmuşlardır.
Büyük peygamberlerin çoğunun Orta Doğu milletlerinden, birbirine akraba olarak İbrahim -aleyhisselâm-’ın neslinden çıkması da hiç şüphesiz bir hikmet gereğidir. İbrahim milleti yeryüzünde tevhid inancının bayraktarlığını yapmak için seçilmiştir.
Zaten dünyanın başka yerlerinde peygamberlerin getirdiği bilginin unutulduğunu, kendilerinin ise eski inançlarından gelen alışkanlıklarına göre putlaştırıldıklarını görüyoruz. Romalıların Hazret-i İsa’yı eski dinlerindeki babalı oğullu tanrılara benzetmeleri gibi…
Biliyorsunuz Rabbimiz;
«Biz her topluma bir Rasûl gönderdik.» (en-Nahl, 16/36) buyuruyor. Kim bilir, belki de bugüne ulaşmış dinlerin ilk tebliğcileri de peygamberlerdi. Ama ne yazık ki milletler, peygamberlerin getirdiği inanç ve hükümleri az bir zaman içinde eskiden kalma itikadları ve alışkanlıklarıyla değiştirmişler.
Her milletin bir düşünce alışkanlığı var ve onları değiştirmek çok zor. Çünkü o nesilden gelen çocukların hayata bakışını çoğu zaman dillerindeki kavramlar ve beyinlerine kazınmış izler belirlemekte. Çocuklar hazır bulduğu bağlantılarda ustalaşmayı tercih etmekte, pek kullanmadığı bağlantıları ise yok olmaya terk etmektedir.
Aslında her bebeğin beyninde trilyonlarca bağlantı imkânı vardır ama aldığı ilk terbiye ile bir kısmı kullanılırken geri kalanı budanır, kaybedilir. İşte bu yüzdendir ki, ailesinden, milletinden;
«Biz bu dünyaya neden geldik? Yaratıcımızın bizden beklediği nedir?» gibi bir düşünce biçimini öğrenmeyen çocuğun zihninde böyle bir bağlantı kurulmaz. Bundan sonra da böyle bir düşünce kalıbı ona yabancı görünür. Onları tekrar kurması zor olur. Hattâ İslâm’a giren yabancıların çoğunun daha önce de geçmiş dinlerinde dindar kimseler olduklarını görebilirsiniz. Dînî veya fikrî bir arayış içinde olmayan insanlara doğru yolu göstermek kolay değildir…”
Gençler sözlerime hem hak verdiler, hem de itiraz ettiler.
“Zaten Peygamberimiz de;
«Her çocuk fıtrat üzere doğar, sonra anne-babası tarafından hıristiyan, mecûsî yapılır.» buyuruyor. Fakat yine de üzülüyoruz. Bu kadar insan sırf milletlerinin dünya görüşüne alışmaları neticesinde hiç sorgulamadan, inançsız, gayesiz bir hayat yaşıyorlar. Ne yazık ki bunun sonucunda da ebedî bir felâkete dûçâr olacaklar. Yazık değil mi?”
Bu gençlerin, başkalarının felâketi karşısında böyle samimiyetle üzüntü çekmeleri beni de hem üzdü hem sevindirdi. Bu yaştaki gençlerin böyle ulvî bir sancı çekmeleri bu millet için ümit verici bir manzaraydı. Onlara ümit aşılamak istedim:
“Arkadaşlar, ümidinizi yitirmeyin. İnsanlar arasında fıtratı fazla bozulmamış, nasipli kişiler her zaman vardır. Siz bir yandan kendinizi başkalarına tesir edecek kadar kuvvetli bir îmanla, bilgiyle ve hislerle donatın, bir yandan da daha tesirli tebliğ yolları üzerinde kafa yorun.” dedim.
Konuştuklarımız üzerinde tekrar düşününce, aklıma Peygamber Efendimiz’in ehl-i beyti geldi. Ecdadımızın onlara gösterdiği hürmet boşuna değildi elbette…
Onlar ki Peygamberimiz’in hücresinin bitişiğindeki küçücük bir evde büyüyen, mescidde oynayan, muhterem dedeleri hutbe îrad ederken etrafta koşuşturan kutlu torunların neslindendi.
Sonra; yine her biri Peygamberimiz’le akraba, O’nun yakın komşusu olan getirdiği dîni kabul edince de ümmeti, sohbet arkadaşı ve yoldaşı olmaya koşan olan sahâbesi… onların ardından ve neslinden gelen tâbiîn, tebe-i tâbiîn…
Onlar ki, eğer üstün gayretleri olmasaydı; ilâhî nur bizlere kadar ulaşamazdı. Bu yüzden başta ehl-i beyt olmak üzere sahâbe ve tâbiînden yetişen âlimlerin kıymetini bilmemiz lâzım. Eğer onlar ve sonraki asırlarda onları takip eden sâdık talebeleri olmasaydı İslâm dîninin kaynakları bize olduğu gibi intikal etmezdi. Onlar ilim ve irfan mektepleri teşekkül ettirip; kendilerine ulaşan kaynaklar üzerinde çalışarak ilim dalları, tasavvuf usûlleri, kültür ve sanat eserleri meydana getirmişler ve bize zengin bir medeniyet mirası bırakmışlar. Fıtrat bakımından saf, İslâm kültürüne yatkın milletler de onların kervanına katılmış. Meselâ Türklerin İslâm’dan evvelki dinleri, tevhid inancına benzediği ve oldum olası törelerine bağlı, kahramanlık ahlâkına meyyal bir millet oldukları için İslâm’ı benimsemeleri zor olmamış.
Gerçekten de fertler, mensubu oldukları milletlerin önemli ölçüde devamıdırlar. Hâl-i hazırda Anadolu insanının da, üzerinde oynanan bunca oyuna rağmen inancından ve kültüründen vazgeçmemesi, dünyaya bir hidâyet ışığı olmaya can atması da bunun ispatı değil mi?
Allah -celle celâlühû-; bizleri, peygamberin emanetlerine riâyet eden, yoluna sâdık ecdadımıza lâyık eylesin.
Diğer yandan, din büsbütün bir miras, bir kültür de değil… Efendimiz; «ataları uyarılmamış bir kavme» gönderildi. Onlara, geleneklerinde olmasa da fıtratlarında var olan dînî ihtiyacı hatırlattı. O’nun yetiştirdiği ehl-i beyti ve ashâbı da, eriştikleri lütfun şükrânesi olarak, ömürlerini yine «ataları uyarılmamış» kavimlere, Allâh’ı, âhireti, peygamberi anlatmaya vakfettiler.
Aynı idealleri taşıyan bir nesle ne mutlu…