EHL-İ BEYT ve AİLE

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsan doğduğunda âciz. Muhtaç. Zayıf. Dertlerini anlatamayacak kadar çaresiz.

Sadece ağlayabiliyor.

Karnı acıkınca ağlıyor.

Uykusu gelince ağlıyor.

Oynamak isteyince ağlıyor.

İlgi bekleyince ağlıyor.

Epey müddet, ağlamaktan başka hiçbir mahareti, gücü ve dili yok.

Tek imdâdı, anneciği. Sonra babacığı.

Yani bir aile ocağı.

Bir şefkat kucağı.

Bu gerçeği anlatabilen en tesirli lisan da, yetimlerin hıçkırıkları ve öksüzlerin sessiz gözyaşları.

O gözyaşlarına ve hıçkırıklara aile sıcaklığından başka çare var mı?

Yok.

Bu sadece fizikî bir ihtiyaç olarak mı böyle?

Hayır.

Bilâkis, rûhî ve kalbî bir ihtiyaç olarak.

Çünkü insanlık, bu şekilde aile temelleri üzerinde kuruldu.

Aileyle başladı.

Aileyle gelişti.

Aileyle yükseldi veya çöktü.

Yani;

En kuvvetli bağ, aile.

Eğer o; mükemmelse, herkes mükemmel. Değilse, hüsran.

Bu sebeple;

Toplumlardaki sancıların çoğu, aile kaynaklı.

Bozulmalar ve çözülmeler, ilk önce aile kaynaklı. Aksamalar ve yıkıntılar, yine aile kaynaklı.

Öyleyse;

Şifâlar da, çareler de, aile kaynaklı olmak zaruretinde. Tâ ki toparlanma mümkün olsun!

Ancak bir hususun altını düzgün çizelim:

O da;

Aile yapısıyla ilgili iç ve dış düzenleme, plânlama, prensip ve kaidelerin hareket noktası.

Onca müstesnâ ve de sağlamlığı denenmiş, tecrübe edilmiş ailevî nice temeller ve sütunlar, şimdilerde ne yazık ki hiç mesnedi ve dayanağı olmayan üç-beş sun‘î ve sahte gerekçelerle -maalesef- bertaraf ediliyor.

Öyle garâbetlere geçerlilik kazandırılıyor ki, ilk anda göz kamaştırıcı caziplik hüviyetinde, sonraları ise acı felâketlere dönüşen sinsi tuzaklardan ibaret. Üstelik bu tuzaklar, üzeri en güzel tablolarla süslenmiş kalın perdelerin arkasında gizli.

Araştırın:

Dünden bugüne aile müessesesi neler kaybetti?

Neler kaybetmedi ki!

Parçalanmalar arttı.

Boşanmalar arttı.

Fâcialar arttı.

Hayırsızlıklar arttı.

Fazîletler ise azaldı.

Huzur ve bereket azaldı.

Fakat düşmanlıklar çoğaldı.

Muhabbetin yerini mal hırsı işgal etti. İnsâniyet tahtına şeytâniyet kuruldu.

Dün Âkif şöyle diyordu:

Biz ki her mevcûdu yıktık, gāyesiz bir fikr ile;
Yıkmadık bir şey bıraktık… Sâde bir şey: Aile.

Bugünkü hâl ise şöyle:

Eski hâlin tersi tanzîm oldu heyhât âile,
Önceden cennetti lâkin şimdi bin bir gāile… (Seyrî)

Kiminde ateş bacayı sarmış.

Kiminde yangın henüz yeni çıkmış.

Kiminde çıktı çıkacak.

Fakat işin vehameti, aileyi kül edecek hususlar gül edecekmişçesine durmadan telkin ediliyor. Çökertme gayeli telkinler telkinler…

Bu tehlikede gayesiz kalanlar, cennet olması gereken aile yapısını yazık ki cehennem ediyor.

Oysa;

Her taraftan bir hücum var, rûha lâzım bir kale,
Tek çıkar yol ey gönül, cennet misal bir âile… (Seyrî)

Cennet misal bir aile.

Ortaya konan ve uygulanan her prensip için şart koşulması gereken bir yapı.

Bugün aile dengesini bozan, kadını kocasına rakip, kocasını da kadınına rakip, evleri ise birer ring hâline getiren cilâlı, göz boyayan moda prensipler de o zaman pul pul dökülecektir. Artıyla eksi, doğruyla yanlış, kendilerini daha net gösterecektir.

Biraz dikkat ve tefekkür gerek:

Dağlarda değil, ey baba, evlerde erozyon,
Bâzen çocuğun rûhuna hortum, televizyon!

Baykuş tünemiş, şimdi mezâr oldu konaklar,
Kim yatsa kefen giydi, tabut bekledi balkon…

Konmaz cici kuşlar; odalar, tilkinin ağzı,
İblis, dolabın fâresi; hâin kedi patron…

Artık, uyumak üzre yapılmış bir oteldir,
Gündüz defolun der şu binâlar, gece pardon…

Basmış rakı deryâsı; özeller, genel olmuş,
Artık ne harem var, ne selâm; battı bu kalyon!..

Kör felsefenin zelzelesinden nice hâne,
Dün sırça sarayken, bugün enkaz! Ne hazin son!

Artık dedeler yok, nineler yok, bu masalda,
Ev öldü çocuklar, bu nasıl bir operasyon?!.

Tekrar, gül ekilsin, kişinin cenneti evdir,
Ey anne, senindir bu görev, evleri sevdir!..

(Seyrî)

O cenneti kurmak, birinci derecede hakikaten anne mahareti ile mümkün. İkinci derecede baba gayreti ile. Fakat her hâlükârda;

Olmalı harcı sağlam, baba evin direği,
Olmalı sımsıcak gül, anne evin yüreği…

(Seyrî)

Bunun için de;

Yegâne örnek, ehl-i beyt.

Fahr-i Âlem’in şerefli ailesi.

O’nun tesis ettiği en nurlu, en şuurlu ve en huzurlu aile.

En hayırlı, en fedâkâr ve vefâkâr aile.

En âlicenap ve ehl-i sevap, en muhabbetli ve bereketli, en kıymetli ve fazîletli bir aile.

En sağlam ve medâr-ı İslâm bir aile.

Mukaddes bir aile.

Âbide bir aile.

Destan bir aile.

Bütün ümmete nümûne bir ev halkı.

Bütün ehl-i îmânın seyyidi bir ev halkı.

Âl-i Rasûl. Evlâd-ı Muhammed Mustafâ…

O’nun maddî ve mânevî yüce hayatının mübârek ehli.

En büyük özellikleri de;

Yüce Peygamber’in terbiyesindeki yüce mazhariyetleri.

O’ndan yansıyan yüce ahlâkları, O’ndan alınan ilimleri, O’ndan yeşeren basîretli irfanları, O’ndan demet demet derilen ihlâslı takvâları, O’ndan tahsil edilen bağlılıkları ve O’ndan özümsenen muhabbet ve aşkları.

Özetle, bu sıfatların kazandırdığı kıvam ile Hazret-i Peygamber’in izinden de hiç ayrılmamaları.

Yani;

Ten evinde değil gönül evinde ehl-i beyt olmaları. Kan bağıyla değil, can bağıyla aile olmuş bir ehl-i beyt olmaları.

Evet;

Bu tabir çok mühim.

Kan bağıyla değil can bağıyla.

Çünkü can bağı olmayınca kan bağı hiçbir şey ifade etmiyor. Tarih, birbirlerini boğazlayan kardeşlerle dolu.

İlk kardeşlerden Kābil, Hâbil’i öldürmedi mi?

Hazret-i Yûsuf’a kardeşleri neler yaptı? O kardeşler peygamber evlâdı oldukları hâlde nasıl bir çiğlik sergiledi! Çünkü kan bağı vardı ama henüz aralarında can bağı yoktu. Sonradan can bağı kuruldu ve bu sefer de Hazret-i Yûsuf’u baş tâcı yaptılar.

Aynı şekilde;

Kan bağı olup da can bağı bulunmayan Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber’e nasıl düşman kesildi!

Peygamber akrabalarında bile bunlar yaşanırken diğer insanlar arasında can bağı olmayınca kan bağına rağmen neler yaşanmış neler. Hâlâ devam ediyor.

Demek ki;

İşin özü, bütün yakınlıklarda en mühim bağ, illâ can bağı.

Elbette;

Her ailenin, her ev halkının bütün unsurları muhterem.

Ancak bu muhteremlik;

Biyolojik olarak değil, mânevî bakımdandır. Yani aile her ne kadar biyolojik bir yapı üzerinde teşekkül ediyorsa da onun canlılığı mânevî bağlar, rûhî kökler ve kalbî yakınlıklar ile gerçekleşir.

Nasıl ki can olmayınca cesedin hiçbir hükmü olmuyorsa, iç mahiyet olmayınca da aile aynı durumdadır.

İnsan en sevdiğinin bile canı göçtüğünde cesedini ne yapıyor?

Hiç bekletmeden bir çukura bırakıp üzerine toprak atıyor. Yani can olmayınca cesedin yanında en yakınlar da dâhil hiçbir cânan kalmıyor.

Ailede de bu böyle.

O mukaddes yapıda ilâhî bir can olmayınca yapı, yaşanmayacak bir ceset hâline dönüşüveriyor. Yani ailenin canlı bir yapı olması, mânen ve rûhen canlı unsurlar ile mümkün. Yani mânen canlı unsurlar aileden sayılır. Ölü olanlar bu kategoriye dâhil edilmez. Hele îman canı olmayan sırf biyolojik bir bağ, ebeveyn ve evlât arasında bile aynı aileden olmayı iptal eder. Peygamberlerin ailelerinde dahî bu hüküm cârîdir.

Nitekim Hazret-i Nuh, babalık duygusuyla, âsî oğlunu da gemiye almak niyetiyle bir an için;

«Rabbim! Oğlum benim ailemdendi.» (Hûd, 45) deyince yüce Allah tarafından îkaz edilmiştir:

“Ey Nuh! O senin ailenden değil. Çünkü o, sâlih olmayan (kötü ve azabıma müstehak) bir iş yapmıştır. Hakkında senin için bir bilgi (mânevî aitlik ve hayrı) olmayan bir şeyi Ben’den isteme. Ben’den sana nasihat: Cahillerden olma!” (Hûd, 46)

Bunun üzerine Hazret-i Nuh, hemen tevbe etti:

“Ey Rabbim! Hakkında benim için bilgi (mânevî aitlik ve hayrı) olmayan bir şeyi Sen’den istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamazsan ve de bana merhamet etmezsen, ben de hüsrana uğrayanlardan olurum…” (Hûd, 47)

Burada vurgulanan nokta, ailelerin temel yapıları açısından çok mühim. Hazret-i Nûh’un oğlu, öz evlât olduğu hâlde aileden sayılmadı. Çünkü amel-i gayr-i sâlihti / yaptığı iş sâlih değildi, kötüydü ve azaba müstehaktı. Neticede tufan dalgaları arasında helâk oldu, boğuldu gitti.

Vay hâline ki, dünyada Hazret-i Nûh’un ailesinden sayılmadığı gibi âhirette de sayılmayacak.

Diğer taraftan İslâm tarihinde;

Kan bağı olmadığı hâlde mânen aileden sayılmış olmanın örnekleri de var. Meselâ Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-… Hazret-i Peygamber, onun için;

“Selman bizden, ev halkımızdan…” buyurmuştur.

Niye?

Çünkü Hazret-i Selman, kandan daha kıymetli bir can bağıyla Hazret-i Peygamber’e bağlıydı.

O, bu can bağıyla göklerin üstüne yükselerek Güneşler Güneşi’nin mânevî hanesine ve halkasına dâhil olurken; amca Ebû Leheb, kan bağına rağmen;

«Ebû Leheb’in iki eli de kurusun!» âyetiyle yerin dibine geçti, halka dışı kaldı.

Yani;

Can bağı olmayınca kan bağı buharlaşıyor. Olunca da kan bağından daha kuvvetli bağlılıklar ve âbide güzellikler, fazîletler ve zirveler meydana geliyor.

Bu şekilde Hazret-i Selman’da tecellî eden şu Peygamber ahlâkı da, farklı bir zirve:

Selmân-ı Fârisî, Medâyin’de valiydi. Şehre Şam’dan gelen bir yabancı, ona rastladı. Mübârek sahâbînin sırtında sadece bir hırka vardı. Bu sebeple adam, onu bir hamal zannederek elindeki bir çuval inciri gösterdi:

“–Efendi, şunu yüklen bakalım…”

Hazret-i Selman, hem vali hem de yaşlı olmasına rağmen yüksünmedi; çuvalı şevkle omuzladı ve adamın gösterdiği yöne doğru yola koyuldu. Bu hâli fark edenler, hemen o yabancı şahsın koluna girerek kulağına fısıldadılar:

“–Hey yabancı, ne yaptığının farkında mısın? Yükünü taşıttığın şu insan, Selmân-ı Fârisî… Bu şehrin valisi…”

Adamcağızın yüzü bir anda kül rengine döndü ve Hazret-i Selmân’ın önüne geçerek büyük bir mahcubiyetle çuvala sarıldı:

“–Efendim, çok çok özür dilerim. Affedin, bilemediğimden…”

Hazret-i Selman ise, hiç istifini bozmadı:

“–Hayır ey kişi, bu sevaba gönülden azmettim. Çuvalı ben taşıyacağım.” dedi.

Dediği gibi yaptı.

İşte;

Aile itibarıyla bâğ-ı Peygamber’de yetişen bir gönül böyle olur. Ölçüleri ulvî olan her ailenin de meyveleri böyle kaliteli ve kıymetli olmaya namzettir. Değilse, gaileden başka bir meyve meydana gelmez. Şiirin diliyle:

Bâğ-ı Peygamber, mukaddes bir ocaktır âile,
Ölçüler olmazsa ulvî, eksik olmaz gāile!.. (Seyrî)

Zamanımızdaki gailelerin çoğunun sebebi de, ulvî ölçülerden mahrumiyet. Hangi hanede bu mahrumiyet varsa, kargaşa gırtlağa kadar.

Düşünün; bugün evlerin çoğalmasına mukabil aileler niye azalıyor? Çünkü içler boşalmış. Bu yüzden çoğalma gerçekleşmiyor.

İçlerin dolması için ne lâzım?

Sadece nebevî ölçüler.

İnsanlığın ehl-i beyt denilen en mübârek ailesini oluşturan Hazret-i Peygamber’in yüce prensipleri ve ulvî ölçüleri lâzım.

Sonra da;

O ölçülere zıt ve uzak olan her türlü kıt ve tuzak yaklaşımlardan kaçınmak.

Çünkü doğruya yakınlık, yanlışa uzak durmakla mümkün.

Bu sebeple;

Aile yapısını altüst eden yaklaşımların her birine Hazret-i Peygamber, bilhassa lâ çekiyor. O, aile temellerini sarsacak tüm olumsuzlukları merdut saymanın yanında özellikle ailedeki yüce tanzimi ve mayayı bozacak ifsat ve köksüzlükleri meşhur «Vedâ Hutbesi»nde çok ağır bir dille tâzir ediyor:

Bilin ki; çocuk kimin döşeğinde doğarsa,
Ancak ona aittir, katmayın başka tasa!

Babasından ayrı soy iddiâ eden soysuz,
Ve de efendisinden başkasına destursuz,

Bend olan nankör köle, Allâh’ın azabına,
Hem de tüm meleklerin kahırlı gazabına,

Ve hem de hak katında müslümanların bir bir,
Lânetine uğrasın, budur soysuza âhir…

(terc. Seyrî)

Hazret-i Peygamber’in, ailelerde herhangi bir nesepsizliğe karşı sarf ettiği bu sözlerin ağırlığı, meselenin ciddiyetini gösteren bir alârm.

Çünkü;

Her ağaç, köküyle vardır. Her kök de, toprağına bağlılığıyla.

Kendisini büyütüp de başında taşıyan toprağını çiğneyen gafil ve sefiller, sonunda o toprağın bağrında çiğnenen çaresiz ve cılız bir lokma oluyorlar.

Kişi o şekilde bir lokma olduğu an, üstelik yapayalnız.

O yalnızlık ânında hissettiği en büyük ihtiyaç da, imdâda koşacak bir topluluk ve ailenin bir ferdi olabilmek ve onları yanında görmek ihtiyacı…

Gerçekten;

Bilhassa tehlikeli ve felâketli, sancılı ve kötü anlarda yalnızlık, insanoğlunun kaldıramadığı ve dayanamadığı çok dehşetli korkuların tufan vakti gibi, canhıraş ürpertilerin boğucu girdabı gibi. O esnada herkese öncelikle gereken de illâ ki bir refik, ille bir dost, ille bir yardımcı ve yoldaş. Fakat ne çare? Her insan yalnız geldiği dünyadan yine yalnız gidiyor. Allah buyuruyor:

“And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak Biz’e birer birer geldiniz…” (el-En’am, 94)

Sadece bir istisnâsı var.

O da şu:

Dünya hayatında nasıl ki insanlar güzel ve sağlam bir aile ile yalnızlıktan kurtuluyorlarsa, âhiret için de aynı şekilde sağlam bir aile sayesinde yalnızlıktan kurtulurlar.

Nasıl bir aile bu?

İnsanın daima yanında kalan ve asla arkada bırakılmayan özel bir aile.

Maddî değil, mânevî bir aile.

Hayırlı ve sâlih amellerden oluşan, makbul namazlar ve oruçlardan oluşan bir aile. Allah için infak ve sadakalardan oluşan bir aile. Samimî hizmet ve gayretlerden oluşan bir aile. Merhamet ve şefkat tecellîlerinden oluşan bir aile. Güzel sözlerden, mütebessim yüzlerden, olgun özlerden oluşan bir aile. Kur’ânî bir yaşayıştan oluşan bir aile. Geceleri aydınlatıcı secdelerden oluşan ölümsüz bir aile. Bir âhiret ailesi.

Hayatlarında, yüce ve ölümsüz unsurlarla oluşan böyle bir aile tesis edebilen kimse, hiç yalnız kalmaz. Kimsesiz kalmaz. Çünkü böyle bir aile, insanı asla yalnız bırakmaz. Ceset toprağa gömüldüğünde o ailenin her bir unsuru insanın yanında yer alır. Biri; karanlık çukurların güneş gibi nûru olur, biri kapısı olur, biri penceresi olur, biri engin kubbesi olur, biri tezyinatı olur. Biri de melek çehreli bir dost olur. Böylece daracık kabri; bu özel aile, engin bir cennet bahçesine döndürüverir.

İnsanın hakikî ehl-i beyti / ev halkı işte budur. Diğer ev halkı, mecâzîdir. Eğer hakikî ev halkına sahip olunursa, tabiî mecâzî olanlar da hakikîleşiyor.

Bunun için;

İnsan önce kendi iç dünyasında sağlam aileler kurmalı. Akıl hanesinde doğru bir aile tesis etmeli; gönül hanesinde doğru bir aile tesis etmeli, şahsiyet ve kişilik hanesinde doğru bir aile tesis etmeli, ibadet hanesinde kezâ, muamelât hanesinde kezâ, ahlâk ve fazîlet hanesinde kezâ, hâsılı Hakk’a kul bir insanlık hanesinde kezâ…

Eğer;

İnsan kendini oluşturan bütün hususlarda hayırlı birer aile kurmayı idrak eder ve de gerçekleştirebilirse, her şeyi hayırdan ibaret güzel bir kul olur.

Ama bahsettiğimiz aileleri kötü bir şekilde kurarsa, her şeyi acı bir ibret olur. Neticeler, sadece eyvahlarla dolar.

O hâlde dikkat etmeli;

Aklın nasıl bir ailesi oluşuyor? Fark etmeli: Kalbin nasıl bir ailesi oluşuyor? Mutlaka görmeli, bilmeli ve şimdiden teraziye koymalı: Nefsin nasıl bir ailesi oluşuyor?

«Nasıl?» suali basîretli cevap ister.

Çünkü;

Her şeyde hayırlı veya hayırsız birer aile göze çarpıyor. Hayırsız olanlar, fânî zemine düşkün yapıdakiler. Hayırlı olanlar da semâvî bir yapı kuranlar.

Semâvî aile, gerçekten muhteşem bir aile.

Gökyüzü ailesini seyredip de hayran kalmayan var mı?

Merkezde müstesnâ bir güneş. Onun çevresinde de aldıkları nûru bütün cihana aksettiren gezegenler, dolunaylar, parıl parıl yıldızlar… Hepsi vazifesinde. Hepsi ayrı ayrı gayret hâlinde. Her birinden kâinata güzellik ve hakikat, gayret ve bereket tevzî ediliyor. Aralarında sadece tenâsüp var, huzur var, âhenk var, dengeli ve ihtişamlı bir irtibat var. Uyumsuzluk, kavga ve bozuşma hiç yok. En ufak çatlak bile mevzubahis değil. İdeal ötesi bir aile:

Bakın; güneş, ne muazzam harıl harıl çalışır,
Ve çevresindeki her şey, parıl parıl çalışır.

Saçar alın teri hâlinde nûru her birisi,
Uyumlu her biri hizmette varlığın dirisi.

Huzur veren şu tenâsüp, ne muhteşem âhenk,
Hilâli, yıldızı seyret, devamlı dengeli, denk!

Biraz kusur bile yoktur, bozuşma hiç yoktur,
Nasıl bir aile gökler ki, nûru hep billûr… (Seyrî)

Bu vasıfta yeryüzünde bir aile var mı?

Yok sanmayın.

Var.

Yedi kat göklerin de O’nun hürmetine yaratıldığı Hazret-i Peygamber’in tesis ettiği aile.

O aile, özel mânâda ehl-i beyti; genel mânâda ise bütün sahâbe ve onların izinden giden ümmet-i Muhammed.

Bundan dolayı O Güneşler Güneşi;

“Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine iktidâ ederseniz, hidâyete ulaşırsınız.” buyuruyor.

Hâsılı;

Aile tesisinde yüce tabloları nümûne almasını bilmek gerek. İster zâhirî aile olsun ister mânevî, ille O’nun aile tesisinden ilham ve rota almalı.

Çünkü Hazret-i Peygamber’in kurduğu aile, kum gibi çileler ortasında da dünyanın en mesut ailesi idi. Her türlü yokluklar içinde de cihanın kalben en zengin ve cömert ailesi idi.

O mübârek aile, en ağır dert ve kederlerin ortasında da sabır ve huzur kaynağı bir aile idi. O şerefli aile, en kötü günlerde de hiç sarsılmaz bir sadakat ve bağlılık timsali bir aile idi.

En çaresiz demlerde de, en acılı anlarda da mütebessim ve mükemmel özelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bir aile idi.

Bir de zamaneye bakın;

Eğer bir aileye çile kıvılcımı sıçramışsa; bu, berbat bir bozuşma ve dağılma sebebi. Yokluk kuşatmışsa, aynı şekilde çöküntü sebebi.

Dertler ve kederler bastırdığında kavga ve ihanet sebebi.

Çaresizlikler ve acılar sökün edince zehirli bahaneler ile kopukluk sebebi. Hele kötü günlerde meydana gelenler, insanlığı ağlatacak derecede.

İşte bunun için;

Ehl-i beyti iyi okumak lâzım. Okumak, idrak etmek, anlamak. O semâvî aileyi örnek almak, onların izinden gitmek. Yazık ki şimdilerde aile tesisinin rotası ve şablonu, batık bir batı dünyasının tekrar eden hatası ve perişan sonu.

Dün Mehmed Âkif diyordu ki:

Bu cehâlet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!
Başlasın terbiyeniz, âilelerden oğlum.

Şimdi demek lâzım ki:

O köklü terbiye köksüz bugünkü âilede,
Dehâ çıkar mı beşikten devamlı gāilede?

Hiç eskimezliği îmâra başlasın gayret,
Binâ-yı âile olsun yıkılmayan cennet!

Nefes nefes o zaman canlanır da terbiyeler,
Kıvâmı âilenin, muhteşem semâya döner… (Seyrî)

Bu millet, o kıvamı tarih boyu sergiledi.

Şimdi devran, bizden de aynısını bekliyor.

Sesleniyoruz:

Ard arda dehâlar, yeniden, sorma, gelir mi?
Müstakbeli sarsın, yetişir mâzinin azmi,
Her anne doğursun yine Fâtih’le Selîm’i,
Boş kaldı beşik, ey eli kundaklı yarınlar!

(Seyrî)

Eğer aileler,

Ehl-i beytten sayılma hâlini yaşayabilirlerse boş kalmayacak…