SIKINTI SAKIZI…

Eğitim Notları

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Eğitimin keskin virajları arasında hayli tablolar var. Gittikçe moda hâlinde yaygınlık kazanan «sıkıntı sakızı» kategorisindeki tablolar ise bilhassa dikkat çekici.

Bir tablo:

–Bu hâl ne böyle?

–Hiç!

–Yüzün dökülmüş, gözlerin pörsümüş, tebessümün bile mosmor, niye?

–Öyle işte!

–Hasta mısın?

–Değil.

–Bir eksiğin gediğin mi var?

–Yok.

–Birileri bir şey mi yaptı?

–Hayır.

–O hâlde?

–Elimde değil, canım sıkılıyor!

–?!.

Bir başka tablo:

–Bu tembellik? Kafan mı çalışmıyor?

–İstesem, herkesten daha başarılı olurum.

–Peki, niçin olmuyorsun?

–Bilmiyorum.

–O kadar zekisin de bilmiyorsun.

–Aslında bu durumu aşamadığım bir sebep var.

–Nedir o sebep?

–Ciddî bir sebep. O olmasaydı, kendimi gösterirdim.

–Merak ettim. Nasıl bir sebep bu böyle?

–İşte… Çok canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Bu bir zarar! Sonu da felâket!

–Öyle ama…

–Yani bile bile.

–Biraz.

–Neden? Zarar ve felâketi göze almana değecek kadar büyük bir gerekçen olmalı…

–Var, canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına nasıl yaparsın?

–Maksadım o değil.

–Ne demek? Yaptıkların kendi kendine maksat dışı mı olurmuş?

–Olmuyor aslında da…

–Eee?

–Canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Ettiğini beğendin mi?

–Benim için fark etmiyor.

–Nasıl fark etmez?

–Beğenmişim, beğenmemişim, ne değişir ki!

–Yahu söylediklerini kulağın duyuyor mu senin?

–Duysa ne, duymasa ne?

–Derin bir dengesizlik çukuruna atlıyorsun!

–Ne yapayım, canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Niye bomboş duruyorsun? Yapacak vazifen, dersin?

–Var, hem de çok.

–Öyleyse ne diye zaman öldürüyorsun?

–Kendimi toparlamaya çalışıyorum böyle.

–Yapacaklarını ihmal ederek mi? Vaktin baharını öldürerek mi?

–Elbette vaktimi değerlendireceğim, ama henüz içimden gelmiyor.

–Niye?

–Canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Onca nasihati kulak ardı etmek? Musibet mi lâzım?

–Değil de…

–Eee?

–Kendi kararlarımı kendim verip neticesine de katlanmak istiyorum.

–Bunun için seçe seçe hatalı davranmayı mı seçtin?

–Mecburum.

–Garip bir yaklaşım! Yahu hata, nasıl mecburiyet oluyor?

–Ne bileyim, ben mecbur hissediyorum.

–Allah Allah!

–Yoksa sıkıntıdan patlayacağım.

–Fakat bu, kaçmak istediğin sıkıntıyı ona katlayacak bir davranış!

–Ne yapayım, canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka tablo:

–Yahu iyiliğe karşı nasıl kötülük yapabiliyorsun? Hem de en vefâ gösterilecek yerde! Bu hâl, şeytanın hâli değil mi?

–Üstüme varma!

–Tamam da iyiliklere bakışın bu mu?

–Değil belki, fakat!

–Ne fakatı?

–Anlasana, canım sıkılıyor!

–Niçin?

–Canım sıkılıyor işte!

–?!.

Bir başka tablo:

–Senin ebedî faydana olacak bir hususta şu anlamsız tepki niye?

–Hepten de anlamsız değil ki.

–Nasıl yani?

–Bana ebedî fayda ama…

–Eee?

–Ben istemiyorum… Zorla güzellik olur mu?

–Olmaz elbette de. Sana hayatî derecede faydasını bilmene rağmen isteksizlik biraz tuhaf! Öldürücü bir hastalıkla boğuşan kimsenin kesin bir tedavi karşısında isteksiz durması gibi bir şey. Âdeta bile bile intihar. Bu durum, hem saçma hem de mantıksız..

–Belki saçma ve mantıksız.

–O hâlde?

–Yine de kendime göre geçerli sayılabilecek bir mantığım var.

–Neymiş o geçerli mantık?

–Canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka sahne:

–Bu hırçınlık ne böyle?

–Ne var ki!

–Her tarafı dağıtmışsın…

–Sessiz ve kös kös mü oturayım?

–Öyle de yapma fakat, biliyorsun ki marifet bu değil.

–Benimki bu!

–Olabilir de, eşeklik ve kargalık insanın talip olacağı bir kıymet olmadı hiç. Sana göre de hiç şüphesiz böyledir.

–Evet, aslında bana göre de öyle ama…

–Aması ne?

–Canım sıkılıyor…

–?!.

Bir başka sahne:

–Olur olmaz zıplıyorsun?

–Kanım kaynıyor fena mı?

–Buhar olacak birazdan. O zaman kansız yaşayabilecek misin?

–İşi nereye vardırdın öyle?

–Sen asıl, önünü sonunu doğru hesap etmeden zıpzıplık yapmanın nereye vardıracağını düşün!

–Ama ben değişiklik hastasıyım.

–Allah şifâ versin de, niye?

–Nasıl anlatayım, yadırgarsın belki.

–Belki yadırgamam, söyle!

–Canım sıkılıyor…

–?!.

***

Ne diyelim?

Yadırgamamak mümkün mü?

«Canım sıkılıyor» diye bir sakızı at ağzına, onunla beraber her şeyi çiğne. Doğruluğu çiğne, gayreti çiğne, hakikati çiğne, haklıyı çiğne, dostluğu çiğne, sadâkati çiğne, vefâyı çiğne, kulluğu çiğne, Yaratan’ın emirlerini çiğne, sınırları çiğne, sözü çiğne, özü çiğne, ahlâkı çiğne, doğru tefekkürü çiğne, dünyayı çiğne, âhireti çiğne, geçmişi çiğne, geleceği çiğne…

Çiğne babam çiğne…

Fakaaat;

Bu çiğnemelerin hiçbiri sakız çiğnemeye benzemiyor tabiî!

Her birinin neticesi, eninde sonunda insanı helâke götürüyor. Allah muhafaza.

Bu bakımdan eğitimde önce şunu iyi kavramak gerek:

Sıkıntı, hayatın en temel gerçeği…

O olmadan olmaz. Hayatın, tadı da tuzu da o.

Yani;

Sıkıntıyı; kötülükleri açmaya yarayan bir maymuncuk gibi değil, olgunluğu artırıcı bir sabır eğitimi olarak görebilmeli.

Eğitimde gerçekçi bir başarıyı yakalamanın şartı bu:

Sıkıntıyı normal hâle getirmek. Hamama girince terlemenin tabiî olduğunu kavratmak. Öğütülmeden eğitilmeyeceğini idrak ettirmek. Yemeğin pişmeden yemek olmayacağını yaşatmak. İtirazı doğruya değil eksiye yöneltmeyi hazmettirmek.

Yani özetle;

Saçmalık ve mantıksızlık ile dolu bir sıkıntı sakızı çiğnetmemek.

Ama maalesef;

Bugün, en çok çiğnenen sakızlardan biri, sıkıntı sakızı.

Evet, maalesef ki eğitim anlayışları da; daha ziyade hatalılara, tembellere, kötü damarlılara, çıkmaz sokakçılara, girdap virüslerine ve özü-sözü dökülenlere bu sakızı çiğnetiyor. Çiğneyişleri normal görüyor. Çiğnemeye müsaade ediyor. Bir de bu tavrı tavsiye ediyor.

Sonra;

Taze akıl ve idrakler de, işine gelmediği her yerde hemen sıkıntı sakızı çiğniyorlar.

Çünkü sıkıntılı olunca mazur olunuyor ya nasılsa.

İşte yığınla problemlerin asıl kaynağı:

Mazur görülen haksız sıkıntı.

Aslında, insanın başına daha büyük sıkıntılar açan bir sıkıntı sakızı.

Problemin ta kendisi!

Hem de büyük bir problem.

Hattâ, kendinden daha büyük bir problem. Kendinden daha büyük, çünkü eğitimciler onu problem değil ne yazık ki çözümün temel harcı ve çarelerinin can damarı olarak görüyor.

Bu durumda tabiî fırsatçı ağızlar da, o sakızı keyifle çiğniyor.

İşine geldiği gibi çiğniyor.

Canı sıkıldıkça çiğniyor.

Sonra da sıkıntı sakızı, sıkıntı krizine dönüşüyor.

Çöz çözebilirsen.

Çare?

Eğitimcilerin, psikologların, mürebbîlerin, kısaca işten anlayan herkesin bu sakızı üretimden kaldırması. Ne yapıp edip üretimden kaldırması.

Acı neticeler feryat ediyor:

Yanlışları geçerli hâle getirecek bir sakız üretmek, en büyük basîretsizlik! Tembelliği geçer akçe hâline getirmek affedilmez bir gaflet ve hattâ cinayet! Fayda görüntüsü adına arsızlığı ve zarar vermeyi bir hak saymak, akıl ve mantık dışı!

Ne zaman;

Eğitim, bu sakızı devreden çıkarabilirse, o zaman muvaffakiyetin bütün kapıları açılır.

Çünkü o zaman, sakızlıktan kurtulan her sıkıntı, gerçek vazifesini yapar. Yani, bir hastalıkta tedaviye esir eden ağrılar misali sıkıntılar da şahsiyet sıhhatinin alarmı ve velînimeti olur.

Altını çizelim:

Nasıl ki, ağrılar olmadığı takdirde insan hastalığını bilmiyor ve tedaviden mahrum kalarak pisi pisine ölüp gidiyorsa, aynı şekilde sıkıntılar da olmadığı takdirde insanın eğitilecek yönleri gözden kaçıyor ve o yönler lâzım olduğu yerde berbat neticeler meydana geliyor. Düşünün; frenlerinin takılması unutulan bir araba ile uçurum karşısında ne yapılabilir?

Hiçbir şey…

Dolayısıyla;

Sıkıntılar eğitimde en lüzumlu malzeme ve nimet.

Fakat;

Sakız olarak çiğnenmediği müddetçe…