Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler. NAMAZ KILMANIN KÜÇÜĞÜ OLUR MU?

Handenur YÜKSEL

İslâm tarihinde adâletin sembolü olarak bilinen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, 591 yılında Mekke’de doğdu. Halîfeliği döneminde Şam, Kudüs, Ürdün, Halep, Antakya, İran ve Mısır’ı İslâm âlemine kazandırdı. Basra şehrini kurdu. Dünyada adâlet örneği olarak hatırlanan Hazret-i Ömer; devrinin bütün zafer ve ihtişamına rağmen, sade bir hayatı tercih etti. Üstün ahlâkının izleri, asırları aşarak çağımıza kadar gelen bu büyük halîfe, 3 Kasım 644’te, putperest bir köle tarafından şehid edildi. Rabbimiz, şefâatlerine nâil eylesin…

***

Sıcak bir yaz günüydü, ortalık alev alev yanıyordu. Ezan vakti yaklaştığından Hazret-i Ömer, ağır ağır caminin yolunu tutmuştu. Bu sırada bir çocuğun koşar adımlarla camiye doğru yürüdüğünü gördü. Acaba çocuğun veya ailesinin âcil bir derdi mi vardı? Halkın dertlerine çare bulmayı kendisine mukaddes bir vazife sayan halîfe, çocuğa seslendi:

“–Evlâdım, nedir bu telâşın, bir derdin mi var, niçin bu kadar hızlı gidiyorsun?” Çocuk, halîfeyi tanıyamamıştı;

“–Camiye koşuyorum, amcacığım.” diye cevap verdi. Bu cevap Hazret-i Ömer’i şaşırtmıştı, yeniden sordu:

“–Yavrucuğum yaşın küçük, sana namaz farz değil; bu telâşın ne?”

Şaşırma sırası çocuğa gelmişti. Hayret dolu bakışlarla Hazret-i Ömer’e bakarak:

“–Namaz kılmanın küçüğü olur mu? Mahallemizde daha dün bir çocuk öldü; üstelik yaşı benden küçüktü. Ölüm küçüğü büyüğü ayırmıyor, her yaşta ona hazır olmalıyız. Hem bu yaşta namaza alışamazsam, büyüyünce alışmam daha zor olmaz mı?”

Bu cevap karşısında gözleri dolan halîfe, şöyle mırıldandı.

“Ey Rabbim, ne kadar akıllı bir çocuk! Bu akıllıca sözler büyüklerin ağzından dökülmeliydi.” Bu cümle sonrasında hıçkırarak ağlamaya başlayan Hazret-i Ömer’in, gözyaşlarından mübârek hırkası bile ıslanmıştı.

MAKAM, EHLİNE VERİLMEZSE!

Ünlü Osmanlı Veziri Pîrî Mehmed Paşa, Konya’da doğdu. Mükemmel bir tahsil gördü. İleriki yıllarda Sofya, Silivri, Siroz ve Galata kadılıklarında bulundu. Sultan II. Bâyezîd’in son döneminde, hazine defterdarlığına getirildi, ardından Anadolu defterdârı oldu. Sultan Selim’in tahta geçmesinden sonra baş defterdarlığa tayin edilen Pîrî Paşa, Çaldıran Seferi sırasında vezirliğe getirildi. Sefer sonunda sadrazam tayin edildi. Vezirlik makamına müderrislik, kadılık ve defterdarlık görevlerinden sonra getirildiği için, Osmanlı sadrazamları arasında ilmiyle de şöhret kazandı. Kanunî döneminin üçüncü yılında iki yüz bin akçe ödenerek emekli edilen Pîrî Paşa, 13 Kasım 1532’de zehirlenerek vefat etti. Türbesi, Silivri’deki külliyesinin hazîresindedir.

***

Osmanlı tarihçilerinden Ali der ki:

“Selim zamanında vezirler, ekseriyâ bir aylık hizmetten sonra görevden alınır ve cellâda teslim edilirdi. Bu yüzden vezirler vasiyetlerini ceplerinde taşır, padişahın huzurundan çıktıklarında kendilerini yeniden dünyaya gelmiş sayarlardı.

Bu yüzden halk, birine bedduâ etmek istediğinde;

«Sultan Selim’e vezir olasın!» derdi.”

Bir şairimizin şu sözü meşhurdur:

Rakîbin ölmesine çâre yoktur,
Vezîr ola meğer Sultan Selîm’e!

Bazı Osmanlı tarihçilerinin bu türden ağır ve haksız suçlamalarına maruz kalan Sultan Selim (Yavuz), Mısır Seferi dönüşünde kendisine uzun yıllar vezirlik ve sadrazamlık yapan ünlü devlet adamımız vezir-i âzâm Pîrî Mehmed Paşa’yı çağırarak, -özetle- şöyle dedi:

“–Bak a Pîrî! Pek çok memleket fetheyledik, Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn olduk. Allâh’ın inâyetiyle muhaliflerimizi yok ettik. Devletimiz için, hâlâ inkıraz -batma, yıkılma- tehlikesi var mıdır?”

Pîrî Mehmed Paşa şöyle cevap verdi:

“–Sultanım, şayet hâl böyle devam ederse devletimiz batmaz, yalnız sizden sonra evlâtlarınız zamanında, sizde bulunmayan üç şey ortaya çıkarsa, devlet o zaman çöker!”

Yüzü değişen Sultan Selim yeniden sordu:

“–Bre Kara Türk! Hazinemde hazine mi, kullarımda kul mu eksiktir? Sefere lâzım olan âlet ve hayvan mı noksandır? Bu üç nesne ne ola ki Devlet-i Aliyye’nin zevâline sebep ola?”

Pîrî Paşa şu cevabı verdi:

“–Hünkârım, şimdilik noksan bir şey yoktur. Ancak ileride, söyleyeceğim şu üç şey devlete musallat olursa, o zaman devletin inkıraz ve hercümerci kaçınılmaz olur!”

Sultan Selim, vezirini dikkatle dinliyordu. O, şöyle devam etti:

“Şayet devlet, ahmak bir vezir-i âzâma düşerse veya rüşvet yolları açılıp, bu sebeple mevki ve makamlar ehil olana verilmezse yahut devleti idare edenler, avratların muratları üzere hareket ederse…”1

AĞZIMA TÜTÜN BİLE KOYMADIM

Son dönemde yetişen büyük hattatlarımızdan Mehmed Rıfat Efendi, 1857’de İstanbul’da doğdu. Fatih dersiâmlarından Harputlu Mehmed Efendi’nin oğludur. Sekiz yaşında iken babası vefat etmiş, ailece büyük zarûretler içinde büyümüştü. Pek küçük yaşta yazıya heves eden, kömür tozundan mürekkep, ısırgan otunun saplarından kalem ve midye kabuklarından hokka yapan Rıfat Efendi, daha çok mezar taşı kitâbeleri yazarak geçimini temin etmişti. 1949 yılında İstanbul’da vefat etti.

***

Bereketli bir ömür sürdükten sonra doksan yaşını geçtiği hâlde vefat eden Mehmed Rıfat Efendi, uzun yaşamanın sırlarını soran dostlarına şu tavsiyelerde bulunmuştu:

“Ömrümde ne doktor nabzımı tuttu, ne de ilâç içtim. Kırk sene kadar Otakçılar’dan2 Sultanahmet’teki Defter-i Hâkānî Dairesine yaya olarak gittim, geldim. Mûtadım çok yememek, çok su içmemektir. Ağzıma içki ve tütün koymadım, elhamdülillâh harama da uçkur çözmedim.”3

“SEN, BU PASTAYI ÇOKTAN HAK ETTİN!”

İstanbul’la ilgili kaleme aldığı duygu yüklü şiirleriyle, milletçe haklı bir ilgi ve sevgiye mazhar olan ünlü şairimiz Yahya Kemal BEYATLI 1884’te Üsküp’te doğdu. 1903’te Paris’e yerleşen Beyatlı, yurda döndüğünde fıkra yazarlığına başladı. Cumhuriyetten sonra Urfa, Tekirdağ ve İstanbul’dan milletvekili seçilen ve bir süre de elçilik yapan şair;

“Bir milletin dilini ifade edecek olan sanatkârın, o milletin tarihinde dilinin geçirmiş olduğu safhaları da bilmesi ve benimsemesi lâzımdır.” diyerek, milletlerin tarihinde dilin önemine dikkat çekti. Yahya Kemal’in şiirlerinde, Osmanlı’ya duyduğu hasret ve İstanbul aşkı ön plândadır. Büyük şairimiz, 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefat etti.

***

Bilindiği gibi Yahya Kemal Bey kilo problemi olan ünlü bir şairimizdir. Bir gün zayıflamak için bir doktora başvurur. Doktorun kendisine ciddî bir diyet programı tavsiye etmesi üzerine, şairimiz her nasılsa bu perhize uyar ve kısa zamanda 40 kilogram verir, mutludur. Bir sabah caddede yürürken gözüne bir kasap dükkânı ilişir. Hemen içeriye girer ve tezgâhtardan şöyle bir ricada bulunur:

“–Dostum, bana 40 kilo yağ tartar mısın?” Tezgâhtar, şairin sorusunu;

“–Nerede kullanacaksınız efendim?” diye cevaplayınca Yahya Kemal Bey:

“–Kusura bakmayın, ben yağ almayacağım; ama 40 kilo yağı bir arada görmek istiyorum. Merak etmeyin, zahmetinizi karşılıksız bırakmam!” der.

Bir süre sonra, tartılıp, tezgâhın üzerine dağ gibi kümelenen yağları görünce;

“–Bu kadar yağ senin içinden çıktı ha!” diye mırıldanarak kasaptan çıkar. Söylenerek yürürken, bu defa da gözüne bir pastane vitrini ilişir. Rengârenk süslenmiş, çikolatalı bir pasta gözüne takılır, dayanamaz. Dükkâna girer girmez tezgâhtara şöyle emreder:

“–Evlâdım, şu yuvarlak, büyük pastayı servis eder misiniz?”

Koca pastayı orada, birkaç dakika içinde midesine indirdikten sonra, kendi kendine;

“Yahya Kemal, sen o 40 kiloyu verdikten sonra, bu pastayı yemeyi çoktan hak ettin!” diyerek, pastaneden ayrılır.

Verdiği kilolara, kısa sürede yeniden kavuşmakta gecikmez…

_________________

1 Kitâb-ı Müstetâb, Çev. Yaşar YÜCEL, Ankara, 1974, s. 30-31.
2 Eyüp Sultan Camii civarında bir semt.
3 Ahmet EFE, Hattatların Dili, Konya, 1994, s. 38.