ÖĞRETMEN ÇİÇEĞİ

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Doğduğum kasabada, hele çocukluk yıllarımda öyle alımlı pastaneler, çiçekçi dükkânları yoktu. Yoktu da, onca yokluklar içinde güzel arkadaşlıklar, bozulmayan dostluklar, geçmişe saygı, geleceğe umutlar vardı…

Çocuktum. Üçüncü sınıftaydım. Üç numara makineyle kestiriyorduk saçlarımızı. Önlüklerimiz siyah, yakalarımız ve alınlarımız aktı…

Okullar açılalı neredeyse iki ay oluyordu. Derslerimize, arkadaşlarımıza ve okulumuza iyice ısınmıştık…

Bizi tâ birinci sınıftan beri okutan Mebrure öğretmenimiz; bizler için hem bir öğretmen, hem de bir anne gibiydi. Kendi ifadesiyle;

«On yıllık öğretmen» ve kasabamızın Askerlik Şubesi Başkanı olan Yüzbaşı Yılmaz Bey’in eşiydi…

Çocukları yoktu. Komutan amca da, Mebrure öğretmenimiz de, çocuk özlemlerini bizlerde gideriyorlardı. Komutan amca; sık sık elinde paketler dolusu şekerlemelerle okula gelir, bütün öğrencilere öğretmenimizle birlikte şeker dağıtırdı… Bunu yaparlarken; her ikisinin de gözlerinde sevgi ile hüzün birleşir, iki damla yaş olarak yanaklarından aşağıya sessizce süzülürdü…

Kasabamızda son seneleriydi. Yaz gelince, yüzbaşı amca bir başka yere tayin olacakmış. Öğretmenimiz de, eş durumundan dolayı onunla aynı şehre atanacaktı. Bunu nasıl kabullenebilecektik? Düşünmek bile istemiyorduk. Daha önümüzde uzun bir ders yılı vardı. Fakat yine de, böylesi bir ayrılık bizi çok üzecekti…

Hele bir Hilmi’miz vardı ki, o delidolu, yüzü çilli, «R»leri söyleyemeyen arkadaşımız, ne zaman bu konu açılsa;

“Mebvuve övvetmenimiz gidevse, aklımı kaçıvıv, kendimi öldüvüvüm!” derken, hem bizi üzer, hem de çok güldürürdü…

Bir sabah, sınıf kapısı açıldığında, öğretmenimizin yerine karşımızda okul müdürümüzü bulduk. Müdürümüz, Mebrure Hanım’ın biraz rahatsız olduğunu ve bir hafta boyunca dersimize kendisinin gireceğini söyledi.

Mebrure öğretmenimiz hastaymış. Dünya başımıza yıkıldı sanki… Özellikle de, ön sıralarda oturan kız arkadaşlarımız bir ağıt tutturdular ki, demeyin gitsin…

Ya çilli Hilmi?.. Bir an için onu öldü sandık. Müdürümüz telâşlandı. Koşup su getirdiler de, bizim Hilmi’yi zor ayılttık…

Okul müdürümüz;

“Merak etmeyin çocuklar. İnanın Mebrure Hanım’ın önemli bir hastalığı yok. Basit bir soğuk algınlığı… Zaten bir hafta raporlu… Haftaya yine bizlerle olacak.” diyerek içimize su serpti…

O gün kendi aramızda kararlaştırdık. Sınıf mevcudumuz yirmi yediydi. Yedi kız arkadaşımız vardı. Her gün için biri kız, üçü erkek olmak üzere dört arkadaş öğretmenimizi evinde ziyaret edecek, varsa yapılacak işlerini kotaracaktı…

Bunu müdürümüze de söyledik. Sevinerek;

“Çok iyi düşünmüşsünüz.” dedi.

İlk gün, kasabamızın yerlisi olmayan Savcı Bey’in kızı Itır, yine yerli olmayan bir memur çocuğu olan Vural, doğma büyüme oralı olan Zülfü ve ben gidecektik…

Mebrure Öğretmen’in evine en yakın olan ev bizimdi. Arkadaşlarla anlaştık. Itır ile Mesut önce Zülfü’ye uğrayacak, sonra bize gelerek beni alacaklardı. Oradan da topluca öğretmenimize gidecektik…

Eve gelince, durumu anneme söyledim. Annem, hasta ziyaretlerine öyle eli boş gidilemeyeceğini söyledi. Sonra da, neyin uygun düşebileceğinden çok, neyi bulabileceğimizi düşünmeye başladı besbelli…

Dedim ya, o yıllarda bizim kasabada ne bulunurdu ki?.. Annem;

“Madem soğuk algınlığıymış, o hâlde en uygunu portakal filân götürmek.” dedi.

Sonra da, elime bir miktar para tutuşturarak beni çarşıya koşturdu. Yumuşak kâğıtlara sarılı portakallarla döndüğümde, sandığından güzel bir bohça çıkaran annem; çevresi dantelli, bir ucunda da kanaviçe çiçek olan bu saten kumaşı yere yaydı…

Önce itinayla katlanmış beyaz bir havlu ve yine sandığında kim bilir nicedir sakladığı «Çoban kolonyası»nı, sonra da meyveleri bu bohçaya koyarak, güzelce düğümledi. Bir de tembih etti:

“Yolda çok sallayıp savurma ki, içindekiler koyduğum gibi muntazam kalsın!..”

Artık hazırdım. Bohçayı alıp, kapının önünde beklemeye başladım. Çok da beklemedim.

Bizimkiler birer serçe gibi cıvıldaşarak çıkageldiler.

Zülfü’nün elinde, en az benim bohça kadar büyük bir bohça vardı. İçinde ne olduğunu sordum. Kulağıma eğilerek;

“–Tandır ekmeği.” diye fısıldadı. “Anam dedi ki, bunlar memur. Furun ekmeği yemekten usanmışlardır. Bu onlara bir ay yeter…”

Gülmemek için kendimi zor tuttum. Itır ile Mesut, annemle konuşuyorlardı. Ben de Zülfü’nün kulağına eğilip fısıldadım:

“–Ben de mercimekli bulgur pilâvı götürüyorum. Anam dedi ki, bu onlara bir hafta yeter…”

Elimdeki bohçaya bakan Zülfü, bir şey demedi. İnandı mı? Doğrusu onu bilemiyorum…

Vural’ın elinde küçük bir saksı, saksının içinde de çiçeği olmayan uzun yapraklı bir bitki vardı. Ne olduğunu anlamadım… Itır’a baktım. Onun elinde, sapları saydam bir jelâtine sarılı ve bir kısmı bu jelâtinden dışarı fırlamış çiçekler vardı. Açık sarı renkli çiçeklerdi…

“–Ne bu, Itır?” diye sorduğumda, kulağıma eğilip fısıldamak gereği duymadan;

“–Çiçek.” dedi. “Öğretmenin çiçeği…”

Ben, «öğretmen çiçeği» anlamışım… Ömrümde ilk kez böyle bir çiçek görüyordum. Zaten bizim kasabada kır çiçeklerinden başka çiçeğe pek rastlanmazdı o dönemlerde…

Aradan yıllar geçti. Bu çiçeğe nerede rastlasam, aklıma o güzel çocukluğum, şimdi kim bilir nerede olan arkadaşlarım ve sevgili Mebrure Öğretmen gelir…

Sonradan öğrendim ki; bu çiçek, kışa yakın sonbaharda, Kasım ayında açan bahçe çiçeklerinden «kasımpatı» imiş. Oysa ben, yıllarca bu çiçeğin adını «öğretmen çiçeği» sanmış, onu öylece sevmiştim… Keşke doğrusunu hiç öğrenmeseydim…

24 Kasım Öğretmenler Günü’nde, keşke öğretmenlerimden birini bulabilsem de, kasımpatı kokulu ellerinden öperek, yüreğimden derlediğim bir buket «öğretmen çiçeği» sunabilsem…