HACC-I EKBER OLSUN!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Gönlünde Bir Mahşer Kaynasın; O Mahşerde Öyle Gönüller Ara, Bul ve Kazan ki;

HACC-I EKBER OLSUN!

Hac ki, Rabbin rızâsını kazanmak için gönüllerin buluşma ve kaynaşma iklimi…

Hac ki, zor bir ibâdet.

Bu itibarla niyet ederken yapılan duâ;

“Allâh’ım! Onu bana kolaylaştır!..” niyazı.

Ama haccın zorluğu, bir bakıma kıymetine açılan bir kapı. O kapıdan girebilene hac, insanı anadan doğduğu günkü gibi günahsız bir hâle eriştiren ilâhî af ve mağfiret ile dolu.

Fakat o kıymet kapısı, herkese aynı şekilde değil. Kimine dar, kimine geniş. Çünkü o kapıda, büyük ve küçük bin bir imtihan var, yorgunluk var, sabır var, mahrumiyet var, katlanmak var.

Çünkü o kapı;

Gerek Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi Hakk’a candan teslîmiyeti ve bunun izhârı için de nefsi kurban ederek semâvî bir bayrama erişmeyi ifade. Gerek iblisin; o bayramdan engelleyici tezgâh ve tuzaklarına karşı, onu taşlayarak tepkiyi ve gönül uyanıklığını ifade. Gerek ihram denilen kefen içinde hiçlik kıvamını ifade. Gerek mahşer meydanı gibi olan Arafat’ta kıyâmet gününü yaşamayı ifade.

En mühim yanı da;

Sayısız kalabalıkla hep birlikte edâ. Hep birlikte ibâdet. Hep birlikte idrak. Hep birlikte paylaşma. Hep birlikte affa mazhariyet. Hep birlikte gönül gönüle yüce bir gönle girebilme heyecanı. Hep birlikte o yüce gönlü râzı edebilme iştiyak ve gayreti.

Sırf muhabbetle, ihlâsla, sadâkatle, sabır ile…

Özellikle de;

Kavgasız, gürültüsüz, cidalsiz, nefsâniyetsiz bir şekilde. Her türlü günaha ve fıska uzak durarak.

Kolay mı bunlar?

Hele dünün uzun süren çileli yolculuklarına karşılık; bugünkü pek çok şirketin aksaklıkları, ihmalleri ve istismarları karşısında kolay mı?

Hele nefes alamayacak kadar izdihamlı ve bunaltıcı anlar ve kavurucu sıcaklar yaşanırken kolay mı?

Hele cahil ve gafil kimselerin de bulunması hasebiyle sizi çileden çıkaracak davranışlar, hamlıklar ve bilgisizlikler yakanıza yapıştığında ve ayağınıza da dolaştığında kolay mı?

Hele gerek havaalanlarında, gerek otellerde, gerek yer kalmamış saflarda, gerek Arafat’ta; bazen kıyâmet sahnesi gibi telâşların sarıp da herkesin sadece kendini düşündüğü sıralarda başkasını düşünmek zarûreti ve şuuru kolay mı?

Kolay değil.

Hiç kolay değil.

Bu yüzden hac ve umre ibâdetleri, liyakatle yapılmak istendiğinde hakikaten çok zor. Zor olduğu nisbette de tabiî güzel ve kıymetli.

Bu sebeple;

Ârif kimseler, hayatın mühim meselelerini bilvesile hac ile karşılaştırarak dile getirmişlerdir. Şüphesiz ki bu dile getirme, asla haccı hafife almak değil, bilâkis onun zorluğunu idrak ile onu mebrur hâle getirmek için olmuştur. Çünkü zorlukları çerçevesindeki dış ve iç şartlar yerine gelmeden sıhhatli bir hac ibâdeti mümkün olmaz. Haccın mânâ ve mahiyetini edâ etmeden hacılık da, takdir edersiniz ki sadece boş bir sıfat olur.

Dolayısıyla haccın zorluklarında gizli olan kıymet kapısından girerek af ve mağfirete nâil olmayı temin maksadıyla bütün basîret ehli gönüller, «hep birlikte» ifadesi üzerinde bilhassa durmuşlar ve gönül Kâbesine ihtimamı vazife edinmişlerdir. Yûnus’un şu yaklaşımı meşhurdur:

Yûnus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden eyice;
Bir gönüle girmektir…

Elbette milyonlarca insanla bir arada olup da bir gönüle girmeden yapılan hac, asıl maksadından uzak ve değersizdir.

Kimileri bunu haccı basite almak diye düşünedursun; biz, «bir gönül» ifadesine dikkat edelim.

Bir gönül?

Allâh’ın nazargâhı olan bir gönül.

Kimin gönlü?

Hazret-i Mevlânâ açıklıyor:

“Allâh’ın nazargâhı olan gönül, gafil kişilerdeki gönül değildir. O gönül, ancak mânen üstün olan kişide bulunur. O hangi mutlu kişidir? Hangi mutlu kişi?

Sen, sendeki gönül kırıntısını bırak da; asıl sağlam bir gönül ara. Ara da, sendeki kırıntı da onun himmeti ile dağ gibi olsun.”

Şiirin diliyle:

Kendi başına ancak ateşe lâyık diken,
Cennete lâyık olur gülün yanında iken… (Seyrî)

Gül, işte o gönül.

Âriflerin gönlü. Hak dostlarının gönlü. Âbide şahsiyetlerin gönlü. Yani Hak’la beraberliği mesafesiz olan gönüller.

O gönül, bir de;

Kalbi kırıkların gönlü. Çünkü Allah onlarla da beraber. Öyleyse kalbi kırıkların yanında olmak, Allah ile beraberlik, onların uzağında kalmak da, Allâh’a uzaklık.

Temel maksadı Hakk’a yakınlık olan kurban bayramı vesilesiyle de bu husus daha netlik kazanmakta.

Yani;

Dünyanın her köşesinde; Pakistan’da, Afrika’da, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Balkanlarda, Doğu Türkistan’da ilh… daha nice yerlerde kâh tabiî âfetlerden kâh zulümden kâh yokluktan inleyen mazlumların, mağdurların, muzdariplerin, kimsesizlerin, mahrumların, çaresizlerin, hastaların ve gariplerin gönülleri de, hep o gönül…

Diğer mahlûkatın gönülleri bile o gönül.

Ayaklar altında çiğnenen nice karıncalar var; bîçâre…

Sert esen fırtınalar karşısında alt-üst olmuş yuvaları başında, kanadı kırık kuşlar var; bîçâre…

Güneşini kaybetmiş vaziyette karanlık ve soğukta perişan kelebekler var; bîçâre…

İçinde yaşadığı dev ağacın beli kırılınca ortada kalan zavallı gelincikler var; bîçâre…

Genleri değişmiş çiçeklerden bal özü yerine artık zehir içmek zorunda kalan arılar var. Hep çaresiz.

Hepsi o gönül.

Şimdi;

O gönül ekseninde onca gönül ihmal edilirse, mes’ûliyetin büyüklüğü omuzların taşıyamayacağı kadar çok ağırlaşır.

İşte Yûnus, bu gerçeğe dikkat çekiyor. Bu sebeple bir gönle girmeyi bin defa hacdan daha değerli görüyor. Aslında haccın derin mânâsı da bu.

Bir gönüle girmek.

Çünkü o bir gönül, en nihayette Hazret-i Peygamber’in gönlü ve Hazret-i Allâh’ın da rızâsı…

Haccın maksadı o gönül ve o rızâ…

«Lebbeyk!» sadaları o gönle ve o rızâya ermek için değil mi?

Âyette;

“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37) buyurulması, aynı gerçeğe dikkat değil mi?

Bu itibarla Yûnus, takvâ ve mârifetullah derinliği içerisinde hatırlatır:

Ararsan Mevlâ’yı kalbinde ara;
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir.

Sâdî-i Şîrâzî de şu hatırlatmada bulunur:

“Kâbe Âzer oğlu İbrahim’in binasıdır; gönül ise pek yüce olan Allâh’ın nazargâhıdır. Bir gönle gir ki, hacc-ı ekber olsun!”

İsmet isimli bir şair de şöyle diyor:

“Hacı Kâbe yolunda koşuyor; bense Hakk’ın dîdârına talibim. Hacı evi arıyor, bense ev sahibini.”

Meselenin özü bu:

Bir ziyaretin mekânı gidilen yerdir. Fakat maksat, o yerin sahibidir. Dolayısıyla Kâbe’yi ziyaret çok büyük bir nasip, fakat bu nasibin daha büyüğü de, o evin sahibini ziyarettir.

Bir de;

O sahibin istediği gönlü ziyaret. Onun içinde bulunduğu gönüllere girerek, gönüller alarak ziyaret.

Çünkü;

Cenâb-ı Hak, hacca çağırma emrini, Peygamberi’ne; «Sana gelsinler!» ifadesiyle tabir câizse âdeta bir gönle girmek ekseninde şöyle beyan etmiştir:

“İnsanları HACCA ÇAĞIR; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan SANA GELSİNLER!” (el-Hac 27)

“Ta ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar; Allâh’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’NUN ADINI ANSINLAR. Siz de bunlardan yiyin, ÇARESİZ KALMIŞ YOKSULU DA DOYURUN!” (el-Hac 28)

Bu âyetlerde hac emrindeki ilâhî vurgular gayet açık:

· Peygamber’e gitmek / gönlüne girmek,

· Allâh’ın adını anmak / O’nun rızâsını talep etmek,

· Çaresiz kalmış yoksulu doyurmak / gönül almak.

İşte Allâh’ın istediği haccın temel mahiyet ve maksadı!

O hâlde;

İllâ bir gönül almalı ki, hacc-ı ekber olsun!

Bu noktada Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey gönül, sen bir cüzsün, ne vakit küllînin tarafına yönelir gidersen, yani kâmil bir insana sığınırsan, o zaman sen, Allâh’ın sevdiklerinden olur­sun.

Cenâb-ı Hakk; «Biz daima gönle bakarız, su ve çamurdan ibaret olan sûrete, şekle değil.» diye buyurdu.

Sen; «Bende de gönül var.» diyorsun. Diyorsun ama, gönül; Arş’ın üzerinde olur, hâlbuki sen, aşağılardasın, aşağılıklarda bulunmadasın.

Kara balçıkta da su vardır tabiî. Fakat o su ile abdest alınmaz ki! Çünkü o su, balçığa mağlûp olmuş, temizliğini kaybetmiştir.

Aynı şekilde senin gönlün de eğer balçıkta ise; «Bu da gönüldür!» diyemezsin. Hele ki gönlün; kirli emellere, şehvete, hiddete, mevki hırsına, dünya isteklerine mağlûp olmuşsa, onlar arasında kaybolup gitmişse…

Hak dostları, bu hâlden kendilerini arındırdığı için göklerden üstün bir gönle sahiptirler. Onların gönülleri ki; çamurdan, yani kirli isteklerden, günahlardan arın­mış, temizlenmiş, saf bir hâl almıştır. Mânevî neşeleri arttıkça artmış, coşmuştur. Her hayırlı işe faydalı hâle gelmiştir.”

Hakk’ın rızâsının bulunduğu bir gönle girmeyen gönül, gerçekte gönül değildir. Çünkü Hak’tan uzaklıktan dolayı içi âdeta gizli bir puthane kesilmiştir, gizli haçlarla dolmuştur. Ziya Paşa pek mânidar îkaz eder:

Ümmîd-i vefâ eyleme her şahs-ı dağalda,
Çok hâcıların çıktı haçı zîr-i bağalda

Yani;

“Hilekâr ve ahlâksız adamların hiçbirinden vefâ umma; zira nice hacının koltuk altından haç çıkmıştır!”

Böylelerine Hazret-i Mevlânâ öfkelidir:

“Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?

Ahmaklar, insan yapısına saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar. O eşekler bilmez ki, insan yapısı olan mescid mecazdır; bir gün yok olup gider.

Fakat ermişlerin gönülleri öyle değildir.

Çünkü orada sadece Allah vardır.

Bu itibarla;

Bir Allah adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allah hiçbir kavmi rezil ve rüsvay etmemiştir.

Git de; «Çok yaşattığımızın gücünü, kuvvetini alırız.» âyetini oku, aklını başına al; gönle girmeye, gönül almaya bak. Ete, ke­miğe gönül verme.

Çünkü gönül güzelliği, iğreti güzellik değildir. Seneler geçmekle onun güzelliği kaybolmaz. Onun iki dudağı, senin için âb-ı hayat sâkîsi olur.”

Üstat, ne güzel söylemiş:

Akıl, akıl olsaydı ismi gönül olurdu;
Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu.

(Necip Fazıl)

İnsanın olgunluğu buna bağlı. Çünkü:

“İnsan akılla pîr olur. Yani kâmil insan olur. Yoksa saç ve sakalın ağarması ile kişi, sadece yaşlı, ihtiyar olur.” (Mesnevî)

Yani yaşlılıktaki saç-sakal ağarması, herkeste gerçek bir nurlanma değil.

Diğer taraftan;

İç âlemi düzgün olmayan işlerde, dıştan güzellik; ateşin ortasındaki yeşil yaprağa benzer ki, bir müddet sonra onun yeşilliğinden hiçbir şey kalmaz.

Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Şunu iyi bil ki; güzel ve iyi bir yüz, kötü huyla bir araya gelmişse, bir mangır bile etmez.

Bilmiş ol ki; görülen maddî şekil, güzellik yok olur gider. Fakat, mânâ âlemi ebedî kalır; ölümsüzdür.”

İnsanın en büyük meselesi de, ölümsüz olanı doğru keşfedip onun peşinden gidebilmektir.

O ölümsüzlük definesi ve yok olmayan güzellik de ancak çilelerin ve zorlukların içinde gizlidir. Çeşit çeşit imtihanlarda saklıdır.

Çünkü insandaki cevherin kalitesini, imtihan ortaya koyar. İmtihandan önce çok mükemmel olan kişi, imtihandan sonra beş para etmeyebilir. Ya da imtihandan önce çok değersiz görülen kişi, imtihan sonrası en değerliler arasına dâhil olur.

Şu Mesnevî hikâyesi, buna çok net bir örnek:

Bir padişah iki köle satın almıştı. Onların kalite ve değerlerini anlamak için imtihan etmeye karar verdi. Sırayla ikisiyle de konuştu.

Biri çok zeki, anlayışlı ve tatlı dilliydi. Öyle konuşuyordu ki, başkalarının yıllarca düşünse de söyleyemeyecekleri güzellikte inciler saçıyordu. İçi sanki incilerle dolu bir irfan deniziydi.

Diğeri ise tutuk, ağzı kokulu ve çirkindi. Dişleri bile kapkaraydı.

Ancak;

Padişah biliyordu ki; kuvvetli bir imtihan rüzgârı, gönüllerdeki perdeyi kaldırır ve içerisini olduğu gibi gösterir. Can evinde ne olduğunu ifşâ eder. O can evi, akrep ve yılan dehlizi midir, yoksa hazineler deposu mudur, tamamen anlaşılır.

Padişah, birinci köleyi ilk bakışta zâhiren sevmişti. Ona dedi ki:

“Sen hamama git, güzelce yıkan…”

Maksadı diğer köleyle yalnız ve biraz daha derinden konuşmaktı. Çünkü padişah, onun konuşmasından pek hoşlanmamıştı. Buna rağmen sadece prensipli hareket etmiş olmak için, kölenin bir de gönül dünyasını incelemek istedi. Ağız kokusu kendisini rahatsız etmesin diye de, onu biraz uzağa oturtarak gönül sayfalarını aralamaya çalıştı. Dedi ki:

“–Sen akıllıya benziyorsun. Belki yüzlerce köleye değersin. Fakat arkadaşın senin hakkında başka türlü konuşuyor. Senin için bana öyle acayip ve kötü şeyler söyledi ki, ancak bir hasetçi bu kadar ağır konuşur. Senin yalancılığından, hırsızlığından ve hattâ namussuz olduğundan bahsetti durdu. Kim bilir belki de, seni benim gözümden düşürmek için böyle yaptı. Ne dersin bu duruma?”

Garip kölenin hâlinde hiçbir bozulma olmadı. Verdiği cevaplar, padişahın hiç beklemediği şekildeydi:

“–Padişahım, arkadaşım doğruluk âbidesidir. Eğer o bende bunları görmüşse, mutlaka benim kusurlarım yüzündendir. Çünkü benim muhakkak ki kendimde göremediğim daha nice hatalarım ve ayıplarım vardır sultanım.”

Padişah araya girdi:

“–Ey köle, bunları bırak! O senin kusurlarını nasıl sayıp döktüyse sen de onun kusurlarını bildiğin kadar bana söyleyiver. Söyle ki, doğrusunu bileyim…”

Köle boyun büktü:

“–Padişahım, tabiî onun da kusuru var elbette. Fakat onun kusuru, ancak sevgisi, vefâsı ve insanlığıdır. Onun bütün ayıbı, doğruluk ve dostluğudur. Zekâ ve irfanıdır.

Sultanım, onun anlatılacak yanı, sadece cömertliği ve fakirlere karşı düşkünlüğüdür. O, yalnız kendindeki ayıpları gören bir göze sahiptir. O dost, herkesle güzel geçinir. Herkesi kucaklayan bir gönüldür. Fakat sadece kendi nefsine karşı düşmandır. Sadece nefsiyle kavgalıdır.

Hünkârım; o kişi, çok hayırlı ve fazîletli bir bendedir. Sadâkat timsâli güzel bir kuldur.”

Padişah tekrar müdahale etti:

“–Ey köle, övgüde fazla ileri gittin! Arkadaşını överken kendini methetmiş olmayasın…”

Köle irkildi:

“–Hâşâ sultanım! Yemin olsun ki hiç ileri gitmedim. Aksine eksik bile söyledim. O, benim dediklerimden daha güzel bir şahsiyettir. Siz inanmayabilirsiniz, fakat dediklerimden başka söyleyeceğim herhangi bir bilgiye sahip değilim…”

Padişah oldukça şaşırmıştı. Bu siyah kölenin şu bembeyaz ifadelerinde bir leke var mı diye, adamcağızın kalbini biraz daha kurcaladı:

“–Bu kadar yeter! Artık kendini anlat. Ne vakte kadar onun bunun hâlini dile getireceksin? Söyle bakalım, senin neyin var? Ne elde ettin? Şu hayat denizinin derinliklerinden nasıl bir inci çıkardın? Biliyor musun ki, ölüm gününde bu duygularının hiçbiri kalmaz.

Söyle;

Gönlüne yâr olacak bir can nûrun var mı? İnsanlıktan bir cevherin var mı?

Arazlar yok olunca, yani, yaptığın işleri, hare­ketleri; öldüğün vakit Allâh’ın huzûruna nasıl götüreceksin?

Senin arkadaşını övüşün de, bir arazdır. Sus artık, keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”

Köle, aynı mütefekkir hâl içerisinde dedi ki:

“–Padişahım! Arazlar; bir başka şekle bürünmese idi, yeniden var olmasaydı, işin aslı olmazdı. Sözler de mânâsız bir hâle gelirdi.

Bu arazlar neden doğar? Şekillerden, sûretlerden…

Şekiller neden do­ğar? Düşüncelerden…”

Padişah gülümsedi:

“–Tutalım dediklerin doğru olsun. Fakat, senin bu arazların bir cevher doğurmadı mı? Senin iyi davranışlarından, iyi huylarından bir cevher meydana gelmedi mi?”

Köle yine mânidar konuştu:

“–Bu iyilik, kötülük; dünyada gizli kalsın diye, akıl, o cev­heri gizli tutar.”

Konuşmanın burasında ilk köle, hamamdan dönmüştü. Padişah, uzun uzadıya konuştuğu köleyi dışarı çıkartıp ilk köleyi huzûruna aldı. Hemen söze başladı:

“–Sıhhatler ola. Zaten tertemizdin. Şimdi daha pâk olmuşsun. Fakat bir de arkadaşının senin hakkında söylediği kötülüklerin olmasaydı, ne iyi olurdu? Ne yazık ki, arkadaşının bahsettiği kötü huylar, senin güzellik ve fazîletine gölge düşürüyor… Yoksa senin değerin bütün dünyaya kıymet ölçüsü olacaktı…”

Padişahın huzûruna çıkar çıkmaz duyduğu bu cümleler, ilk köleyi bir anda çileden çıkardı. Adamın kanı beynine sıçradı. Şiddetle itiraz etti:

“–Aman padişahım! O dinsizin söylediklerini mi dikkate aldınız? Benim hakkımda ne biliyor ki bunca lâf söylüyor?!.”

Padişah taşı gediğine koydu:

“–Senin ikiyüzlü bir kimse, yani devâ görünen bir belâ olduğunu anlattı. Daha neler söyledi neler!”

Bu ifadeler üzerine kölenin ağzı köpürdü. Yüzü mosmor kesildi. Arkadaşına karşı öyle hırslandı ki, aşırı bir şekilde çekiştirmeye ve onu kötülemeye başladı:

“–Padişahım, o dinsiz köle, ne densizdir bilmezsiniz. Önceden dostumdu, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, durmadan pislik yerdi…”

Köle daha devam edecekti ki, padişah, sert bir edâ ile müdahale etti:

“–Kes sesini! Daha fazla uzatma. Her ikiniz de kendinizi çok güzel anlattınız. Artık daha başka tarife hâcet yok. Onun ağzına mukabil, senin rûhun kokmuş!

Şimdi hakikati net bir şekilde öğrenmiş bulunuyorum.

Ey rûhu kokmuş kişi! Sen artık benden uzakta dur. Artık arkadaşın senin âmirin olacak, sen onun emrinde olacaksın, onun buyruğuna uyacaksın.”

Mânidar bir hikâye.

Bu hikâyede nice hikmetlere ışık tutan Hazret-i Mevlânâ, basîrete davet eder:

“Ey gördüğü güzele takılıp kalan kişi! Onun sûretini görüyor, mânâsından gafil bulunuyor­sun. Eğer akıllı bir adam isen sedefteki inciyi bul.

Dünyadaki kalp sedefleri, yani, bedenlerimizin hepsi de can denizinin feyzi ile diridir.

Ama, her sedefte inci yoktur. Gözünü aç da her birinin gönlüne, içine bak.

Onda ne olduğunu, bunda ne olduğunu ayırt et. Çünkü, o paha biçil­mez inci, pek az bulunur.

Şekle bakarsan dağ, bir «lâl»e göre yüzlerce defa büyüktür.

Görünüşte elin, ayağın, saçın ve sakalın; gözüne göre yüzlerce defa bü­yüktür. Fakat, gözünün bütün uzuvlardan daha kıymetli olduğunu sen de bi­lirsin.

Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de, yüzlerce cihan bir anda baş aşağı devrilir gider.

Şu sonsuz, sayısız halka dikkatle bak; hepsi de bir düşünceye dalmış, yeryüzünde sel gibi akıp gitmede.

O düşünce, halk nazarında önemsiz küçük bir şeydir. Fakat, sel gibi dünyayı sürükler götürür.

Neden gözüne dağ, pek büyük de; düşünce ise cılız bir fare gibi görünü­yor? Neden dağı kurt gibi görüyorsun?

Çünkü sen bir şekilden, kalıptan ibaretsin; akıldan payın yok. Sen, in­san huylu değilsin, insan şeklinde bir eşek sıpasısın.

Bilgisizliğinden ötürü sen, gölge varlığı insan sanıyor, insan görüyor­sun da; bu yüzden sence insan, bir oyuncak ve değersiz bir varlık oluyor.

Düşünce ve hayale ait örtülerin ve perdelerin kaldırılacağı ve bütün sırların meydana çıkacağı kıyâmet gününe kadar dur bekle…

O zaman dağların yün gibi yumuşadığını, şu soğuk ve sıcak yeryüzü­nün yok olduğunu görürsün. Ezelî, ebedî hayata ve sonsuz sevgiye mâlik olan Allah’tan başka, ne gökyüzü, ne yıldız, ne de başka bir varlık görürsün.

O hâlde düşün;

Gönül alan sevgili kimdir? İyice bil; onlar gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar.

Sakın;

Allâh’ın has kullarını ayıplama, padişahı hırsızlıkla suçlama!”

Bu sırlı mânâları, insan; ancak gönle dikkat edince idrak eder. Yani eve değil, sahibine bakan ârif olur. Dikene değil güle nazar eden sevdanın hakikatine erer.

Yani hacca değil, Allâh’a giden hacı olur.

Yani vazo ne kadar değerli olursa olsun, asıl kıymet içindekindedir.

Âh içe bakamayan idrak!

Zamanın perdeleri arasında fânî gözlerin yanılmasına nasıl da kendini kaptırıyor!

Âh perdede tıkanan gözler!

Seyrettiği her şeyin fânî perdeyle birlikte tutuştuğunu görüp de birazdan kül olacak gel-geç çizgilere dalmaktan kendini nasıl da alamıyor! Ezelî manzaralara bakmaya bir türlü fırsat bulamıyor! Öz öz diye özün virüsü olan nefsine hizmetçi oluyor..

Âh özler!

Şeytanın yalancı ödüllerinin heyecanına mağlûp olan özler!

Şimdi…

Bunları;

Derin gaflet uykularından uyandırmak üzere gönül sahiplerinin vazifesi ne? Bazen çıra gibi cümleler. Bazen kıvılcımlı ifadeler. Bazen alevli mânâlar.

Bu yüzden ârif gönüller ve dertli yürekler bambaşka yanar. İçleri mahşer gibi kaynar. Yûnus’un ifadelerindeki şu iç yangınına bir daha bakalım:

Ararsan Mevlâ’yı kalbinde ara;
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir.

Gönül Çalab’ın tahtı,
Gönüle Çalab baktı.
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise…

Yûnus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden eyice;
Bir gönüle girmektir…

Bu şuur ile buyurun;

Bir gönüle/gönüllere girme seferberliğine…

Haccın hac olması için, namazların namaz olması için, duâların duâ olması için, kulluğun kulluk olması için…

Mutlaka bir gönüle/gönüllere girelim…

Hakk’a yakınlık yolunda, tevhid yolunda, ilâhî vefâ yolunda, ârifler ve âşıklar yolunda bir gönle girelim..

Aynı eksen ile ayrıca;

Bu kurban bayramı vesilesiyle maddî ve mânevî sorumluluklarımızı yerine getirmek üzere;

Afrika’daki bir gönle, Pakistan’daki bir gönle, Moğolistan’daki bir gönle, Balkanlardaki bir gönle, Türkî cumhuriyetlerdeki bir gönle, Filistin’deki bir gönle, Arafat’taki bir gönle, Kâbe’deki bir gönle girelim…

Bir gönle ki, o gönül olsun…

Neticesi de;

Hacc-ı ekber olsun!..