KIBLEYE YÖNELMENİN ANLAMI

Gülşen-i Efkâr

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Doğu da batı da Allâh’a aittir. Nereye dönülürse dönülsün Allah oradadır.1 Yani hangi yöne dönerek ibâdet edilirse edilsin -maksut Allah olduğu müddetçe- Allâh’a kulluk edilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevrilmesiyle ilgili ileri geri konuşan ve sözü uzatan ehl-i kitâba şöyle buyurmaktadır:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki; Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar; namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.” (el-Bakara, 2/177)

Demek ki, ibâdetle amaçlanan; ihlâs ve samimiyetle Allâh’a bağlanmak ve iyi hasletleri edinmektir. Nice Kâbe’ye yönelen vardır ki kalbiyle Allâh’a yönelmiş değildir.

Şeyhülislâm Yahyâ bu durumu ne güzel anlatır:

Hâcının maksûdu Kâbe, bana kûyundur garaz
Fikr-i cennet zâhidin, uşşâka rûyundur garaz

«Hacının amacı Kâbe’dir. Benim amacım ise Sen’in mahallin, Sen’in yanındır. Zâhidin amacı cennete girmek, âşıkların amacı ise cemâline ermektir.»

Öyle ya, Allâh’a ulaşma ve O’na gönülden bağlanma olmadan Kâbe’yi tavaf etmenin ne faydası vardır?

Şark’ın büyük şairlerinden Sâdî-i Şîrâzî de, ibâdetlerin amacının gönül insanı olmak olduğunu şöyle dile getirir:

Dil bedest âver ki hacc-ı ekberest
Ez-hezâran Kâbe yek dil bihterest
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest

Gönül al hacc-ı ekber istersen
Yeğdir on kerre hacca gitmekten
Hakk’ı aksettiren bir ayna gönül
Âzer’in oğlunun binâsı değil!

(Nazmen terc. Hârun)

Bu sözlerin, ibâdetlerin lüzumsuzluğunu ifade ettiğini düşünmek elbette yanlış bir tefsir olur. Aksine bunlarla belirtilmek istenen, ibâdetlerin iyi hasletleri kazandırmaya mâtuf olduğunu vurgulamaktır.

Önceki dinlerde olduğu gibi İslâm’da da belli ibâdetleri yaparken bir yere yönelmek gerekir. Orası da Kâbe’dir. Kâbe, kare plânlı ve çatısı olmayan basit bir binadır. Oraya yöneliyor olmamız -hâşâ- Rabbimizin orada olduğunu göstermez. O hâlde oraya yönelişimizin sebebi veya sebepleri nedir?

Birinci sebep, oraya yönelmekle ilgili ilâhî emirle sınanmamız olsa gerektir: Acaba hiç sorgulamadan bu emre boyun eğecek miyiz, yoksa kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevrilmesine karşı Yahudilerin sergilediği tutumda olduğu gibi yan çizecek, bahaneler mi üreteceğiz?2

İkinci ve çok önemli bir sebep de, Kâbe’ye yönelmenin müslümanların birliğini temsil etmesidir. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanlar namazlarında Kâbe’ye yönelir, mâbedlerini oraya doğru yapar, kurbanlarını oraya çevirerek keser ve ölülerini oraya dönük şekilde defnederler. Her yıl dünyanın dört bir tarafından gelen, dilleri ve renkleri değişik binlerce müslüman; Mescid-i Harâm’ı ve Arafat’ı ziyaret ederek hacı olur ve Kâbe’nin etrafında tavaf ederek ona olan hasretini giderir. Onun harîmine gitmek, etrafında tavaf etmek her müslümanın gönlündedir. Bu iştiyâkı ifade etmek üzere şiirler söylenir, ezgiler yakılır.

Peki, Kâbe’nin müslümanları birleştirmesi yalnızca sembolik midir? Onun pratik hayata akseden bir yönü yok mudur?

Evet, elbette vardır. Âlimlerimiz, tespit ettikleri bazı ilkelere Kâbe’nin bu birleştirici rûhunu çok iyi aksettirmişlerdir. Meselâ ehl-i kıblenin, yani müslümanların kıblesi olan Kâbe’ye yönelerek namaz kılan kimselerin tekfîr edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Ehl-i sünnet kelâmının (itikādî esasları aklî delillerle temellendiren ilim) kurucusu olan büyük imam Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin (ö. 324) itikādî mezhepleri ve görüşleri tanıtan bir eseri vardır. Bu eserin adı «Makālâtu’l-İslâmiyyîn ve ihtilâfu’l-musallîn» yani, «kendini İslâm’a nisbet edenlerin görüşleri ve namaz kılan kimselerin fikirlerindeki ayrılık»tır. Görüldüğü gibi bu, çok dikkat çekici bir isimdir. Müellif, belli bir mezhebin kurucusu ve dolayısıyla arz ettiği meselelerde taraf olmakla birlikte kitabında objektif bir tavır sergiler görünmekte ve eserine oldukça dikkatli bir isim seçmektedir. Fikrî mücadele esnasında üstün gelme çabaları sebebiyle düşülen bazı taassup hâlleri istisnâ edilirse ulemânın tarih boyunca bu hassâsiyete genellikle sahip çıktığı, -çok açık bir delil olmadıkça- muârızını açıkça tekfîr etmediği söylenebilir.

Kıblenin birleştirici rûhunun siyâsî tarihimiz üzerindeki akisleri ise oldukça zayıf kalmıştır. Müslümanlar, -Hazret-i Osman’ın vefatından sonraki ihtilâfları bir kenara bıraksak bile- Emevîler’in yıkılışıyla birlikte siyâsî bakımdan bölünmeye başlamışlardır. Önce Endülüs Emevîler’i Abbâsîler’den müstakil bir devlet olmuş, sonra sadece hicrî V. asra kadar Şimâlî Afrika’da İdrisîler, Ağlebîler, Tulunoğulları, İhşidîler, Fâtımîler; Asya’da Sâmânoğulları, Büveyhîler, Hamdânîler gibi birçok devlet kurulmuştur. Hicrî IV. asırda İslâm dünyasında üç ayrı halîfe vardır: Bağdat’ta Abbâsî Halîfesi, ona muhalefet eden ve Kāhire’yi merkez edinen Şiî-İsmâîlî mezhebine bağlı Fâtımî Halîfesi ve her ikisinin de rakibi olan Kurtuba’daki Endülüs Emevî Halîfesi.

Aynı anda birçok devletin ve -hattâ hadi diyelim ki- birden fazla halîfenin olması belki hoş görülebilirdi. Ne var ki bunlar; tarih boyunca hep birbirleriyle uğraşmışlar, bu sebeple halkı ihmal etmişler ve hattâ kardeşlerine karşı düşmanla işbirliği yapmışlardır. Sünnî Abbâsî halîfesini himaye eden Selçuklular’a karşı Fâtımîler’in haçlılarla anlaşma yoluna gitmesi, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra kurulan beyliklerin emirlerinin birbirlerine karşı Katolik krallardan yardım istemesi ve bu sebeple zayıflayıp hıristiyanlara yem olmaları, bu hususta ilk akla gelen örneklerdir. İslâm tarihi; siyasetin, kıblenin birleştirici rûhundan ne kadar az nasiplendiğinin acı örnekleriyle doludur. Ve durum, -ne yazık ki- günümüzde de büyük ölçüde aynı şekilde devam etmektedir.

Mehmed Âkif merhumun bir beytinde;

Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?

şeklinde ifade ettiği gibi camide yan yana saf tutan müslümanlar, camiden çıkar çıkmaz birbirlerini gırtlağına saldırdıkça gerçekten kıbleye yönelmiş olmazlar. Kıbleye yönelmek, o kıbleye yönelen bütün fertlerin dert ve tasasını gönülde hissetmeyi gerektirir.

Kıblemizi oluşturan Kâbe’yi ziyaret etmek demek olan hac, lügatte «kasıt, amaç» anlamındadır. Allah; bizleri, rızâsını amaç edinerek kulluk eden ve gerçekten kıblenin birleştirici rûhunun şuurunda olan mü’minlerden eylesin!
______________

1 Bkz. el-Bakara, 2/115.
2 Bkz. el-Bakara, 2/142-150.