HEPSİ BİR ARADA…

Şems’in Peşinde

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Birçok fonksiyonun, birçok özelliğin bir arada, tek bir yapıda bulunması; önemli bir meziyet… Günümüz teknolojisinin de pek çok üründe başarmaya çalıştığı bu özellik, ilâhî sanatın ve ilâhî takdirin hayranlıkla temâşâ edilen hususiyetlerinden biridir.

Bu özellik; nimeti, zaman ve ihtiyaç çeşitliliği boyutlarında çarparak yükseltir ve yüceltir.

Misal misal, konuyu açabiliriz.

Cenâb-ı Hak, aç ve susuz İsmail’in başında dört dönen çaresiz Hâcer Vâlidemiz’e zemzemi verdi. Altı üstü bir su kuyusu değildi bu. Günümüz imkânlarıyla da tespit edilebildiği gibi, çöl ortasındaki kesintisizlik ve bolluğuyla hayretlerde bırakan, yüksek mineral değerlerine sahip bir mûcizeydi… Müslüman olmak için Mekke’ye geldiğinde Ebû Zerr Hazretleri’nin tam iki ay, sadece zemzem ile beslendiğini haber veriyor kitaplarımız. Efendimiz, zemzemin çok fonksiyonluluğunu;

“Zemzem suyu, ne için içilirse onun içindir.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 78) buyurarak teyit ediyor. Su, gıda, ilâç…

Düşünün; Allah Teâlâ; Hazret-i Hâcer’e bir sofra indirse, birkaç gün idare ederdi. Sütünden, etinden yararlanacakları bir keçi, koyun lutfetse, ömrüyle mahdut kalabilirdi. Uzun ömürlü yaratsa o hayvanın da beslenmesi problemi vardı… Zemzem… Basit görünümlü bir ikram. Ama hem hayatî su ihtiyacını, hem de temel gıda ihtiyacını karşılayacak bir hususiyette… Ayrıca o su, henüz bilinmeyen Kâbe’den önce, câzibe merkezi olarak, orada bir şehrin oluşmasına da zemin oldu. Bugün de dünyanın dört bir yanındaki müslümanlara ulaşan bir şebnem…

Mekke için zemzem ne ise, Medine için hurma o…

Hurma da besin değeri çok yüksek bir gıda… Hiçbir meyveye nasip olmayan bir besleyicilik onda saklı. Bu sebeple Kur’ân, hurmayı meyveden ayrı olarak sayar. (er-Rahmân, 68) Zemzem ve hurma bir araya geldiğinde, neredeyse bütün ihtiyaçları karşılayan bir sofra ederler. Hadîs-i şerifte mü’mine benzetilen hurma ağacı; yaş ve kuru meyvesiyle stoklanabilir güçlü bir gıda, içecek hammaddesi, dal ve yapraklarıyla çöl ikliminde iş gören bir çatı malzemesi, hattâ çekirdeğiyle hayvan yemi. Gölgesi de o sıcak iklim için bir bahar meltemi…

Son dînin mekânında, yine hepsi bir arada, çok özellikli bir nimet daha var:

Deve…

Hem binek, hem et ve süt kaynağı… Derisiyle de çadır ve ev… Uzun süre susuzluğa da dayanıklı bu çöl dostu, diğer coğrafyalardaki at, merkep, inek ve koyunun gördüğü vazifeyi tek başına görür.

Mehmet SAVAŞ Hocamızın sık sık aktardığı bir yoruma göre, Arap milleti deve eti yiyerek ondaki bir hasleti kazanmış: Sehâvet… Denildiğine göre deve, diğer mahlûkat gibi su başında kavga etmez, arkadaşını tercih edermiş.

Sırf deve eti yemelerinden midir bilinmez ama cömertlik; son dînin ümmetinin ilk halkasını oluşturacak milletin temel özelliği… Neredeyse bütün güzel ahlâk hasletlerini ihâta edecek bir güzellikteki bu haslet; haccın mübârek zeminine sahip çıkılması, Rahmân’ın misafirlerine güzel davranılması ve Son Peygamber’e kucak açılması noktalarında büyük bir fonksiyon icra etmiştir.

Yine hepsi bir arada…

Bu zeminde inşa edilen İslâm’ın mâbedi de, ibadetgâh olmanın yanında, mektep, yurt, mahkeme, istişâre meclisi ve karargâh idi…

Yine hepsi bir arada…

Namaz; maddî-mânevî temizlik, zikir, hamd, şükür, duâ, Kur’ân tilâveti, rükû, secde, sükûn ve hareket, halvet ve içtimâîleşmek, zaman terbiyesi, uyku düzeni, hâfıza tekrarı, ezan ve kıraat ile kendine mahsus mûsıkî… gibi pek çok fonksiyonu birlikte icra eder. Meselâ namaz; çok hareketli bir tempo için, bir müddet yavaşlama ve sakinleşme fırsatı iken, çok sabit-hareketsiz bir hayat için de canlılık vesilesidir.

Hac ise; namazın yanına, ihramı, tavafı, yürüyüşü, sa‘yi, vakfeleri, şeytan taşlamayı, tıraşı, kurbanı, sadakayı, sefer, gurbet ve benzeri fedâkârlıkları, hattâ orucu koyarak, çok yoğun bir ibâdet mevsimi yaşatır. Bu da ibâdetlerin «hepsi bir arada»sı olsa gerektir.

Çok özellikli olmak Kur’ân-ı Kerîm’in de hususiyetidir. Aynı anda, avâma da havâssa da hitap edebilmek, milâdî 6. asrın çölündeki bir çadıra da, 21. yüzyılın plâzasına da ve bilmeyiz daha kaç asra daha seslenebilmek… Hem tilâvetiyle mûsikî ve âhenge sahip olmak, hem söz ve sanatlarıyla fesâhat ve belâgat devlerini diz çöktürmek, hem fikir ve mantığıyla her çeşit itirazı susturmak, hem sır ve hikmetleriyle bin bir gönülde bin bir farklı tecellîye mâkes olmak, aynı anda hem mü’mine şifâ hem kâfire hüsran olabilmek… Ancak Kur’ân’ın şânındandır. Aynı âyet; fakih için ayrı, kelâmcı için ayrı, sûfî için apayrı mânâları aynı anda ihtivâ eder. Bu listeye, sosyolog, psikolog, biyolog… gibi daha pek çok ihtisas sahibini ekleyebilirsiniz.

Kur’ân mûcizesinin zemininde ise, yine «hepsi bir arada» bir altyapı vardır. Arap Yarımadası’nın nüzul asrındaki tek kültür varlığının lisan olması… Şiir olması… Belâgat olması…

Her ne kadar son asırlarında putperestlik ve cehâlet batağına saplanmış olsa da, Hicaz; Hazret-i İbrahim’in asırlar öncesinden çölün bağrına emânet ettiği, sakladığı bir çekirdek idi. Aradan geçen asırlarda, dünyanın sâir yerlerinde yaşanan hiçbir şeyin gölgesi düşmemeliydi, son dînin üzerine… Fakat ümmî bir kavim, bir medeniyet inşa etmemiş, ilmi ve sanatı olmamış bir millet, nasıl en yüksek hakikatleri ihtivâ edecek bir kitapla, en yüksek medeniyete davet edilecekti? İşte bu sırrı, lisânın çok yönlülüğü çözdü.

Bütün bu çok fonksiyonlu hazırlık; son peygamber içindir ki, O Nebîler Sultanı da, bütün peygamberlerin müstesnâ hususiyetlerini şahsında toplamak, hem insan hem cin tâifesine risâlet vazifesine sahip olmak, yediden yetmişe herkese hitap edebilmek ve en güzel şekilde örnek olabilmek, coğrafyasının bütün lehçeleriyle âyetleri tebliğ edebilmek, hepsi en yüksek ölçülerde ve en doğru zeminde olmak üzere;

Hem en sevdiklerinin katillerine dahî kanat geren af ve hilmi; hem de ömrünün son on yılı gazvelerde geçen cihangirce izzeti;

Hem; «Ben kurutulmuş et yiyen kadının oğluyum.» (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30) sözünün samimiyetindeki mahviyet ve tevâzuu;

Hem de; «Ene’n-nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!» diye gürleyerek Huneyn’de harbi çeviren azamet ve özgüveni;

Hem hasır üstünde yatan zühd, fakr ve kanaati, hem bir anda yüzlerce deve bağışlayan, yüzlerce kurban kesen istiğnâ ve sehâveti;

Bir yanda ümmîliği, diğer yanda ilâhî terbiyeyle yetişmesi neticesinde cihanın eşine rastlamadığı yücelikte muallimliği,

Bir yanda yetimliği, bir yanda asâleti,

Milletlerarası ticaret tecrübesi, dillere destan dürüstlüğü, güvenilirliği, ahde vefâsı, yüksek zekâ ve fetânetiyle girift tartışmaları çözüveren arabuluculuğu, Hılfü’l-Füdul gibi cemiyetlere koşmasıyla cemiyet meseleleriyle alâkadarlığı, bunun yanında uzleti, tefekkürü, hitâbeti, vücut zindeliği, temizliği…

Bütün ümmetinin nasîbi nisbetinde idrak edebildiklerini nakil sûretinde de olsa; saymaya dilin tâkatinin, sayfaların hacminin yetişemeyeceği hasletleriyle;

Peygamber Efendimiz de çok yönlülüğün en emsalsiz nümûnesidir.

Pekâlâ bütün bunlardan alınacak ders nedir?

Özellikle âhirzamanda, böyle bir dînin mensubu, böyle eşsiz bir Peygamber’in ümmetine düşen de, çok yönlü, çok özellikli olmaktır. Çok kanatlı, çok lisanlı, çok fonksiyonlu, her parmağında ayrı bir maharet olan insanın hizmet verimi, fonksiyonlarının çeşitliliğine paralel olarak katlanır. Artı değil çarpı ile çoğalır.

Bilhassa yeni nesillerin yetiştirilmesinde, çok yönlülük ihmal edilmemelidir. Yalnızca uzmanlaşma sahasında bir zaruret olan branşlaşma; ilk ve orta öğretime, hattâ lisansa dahî indirilmemelidir. Kur’ân’ı yalnız imam-hatipli ve ilâhiyatçılar iyi bir şekilde öğrenmeli anlayışının yanlışlığı gibi, tarihini bilmek, dilini ve edebiyatını tanımak gibi kültürel vazifelerin, fen sahasında yüksek tahsil ve meslek kovalayacak bir gencin ilgi alanının dışında görülmesi de fâhiş bir hatadır. Tarih, edebiyat, tefekkür gibi sosyal bilimler sahalarında bomboş bir doktor veya mühendis, ruhsuz bir hesap makinesinden farksızdır. DNA şifrelerinin çözüldüğü bir asırda, insanın yaratılışını anlatan âyetleri, sadece Taberî gibi tefsirlerle anlamaya ve anlatmaya çalışan bir müfessir de, tarihe mal olmuş demektir.

Okul başarısı yanında, sosyal organizasyon ve hizmet kabiliyeti, artı donanım kazandırıcı okuma, ezberleme, öğrenme faaliyetleri, beden terbiyesi ve geçmişte dergâhlarda kazandırılan irade terbiyesi de bir arada yürütülmelidir. Ancak böyle dolu dolu geçecek bir tahsil çağı ile çok yönlü, çok fonksiyonlu şahsiyetler yetişebilir.

Büyüklerimizin söylediği gibi, malın zekâtının kırkta bir gibi belirli ölçüleri var; fakat hizmette asgarî ölçü nedir bilmiyoruz. «Hakkıyla cehdedin!» (el-Hacc, 78) emrine uyarak, hizmetin «hakkını verebilmek» nasıl mümkün olacaktır?

Demek ki, insan; devreye sokabildiği bütün fonksiyonlarıyla hizmet etmekle mükelleftir. Âtıl kalan yönler, insan için birer kayıptır. Vazife adına birer noksandır.

Bugün dünyanın âfet bölgelerine giden misyonerler, sadece papaz sıfatlarıyla görev yapmıyorlar. Çoğu kez; doktor, hemşire, İngilizce öğretmeni, turist rehberi ve benzeri bir sıfatla, aslî maksatlarını gizleyecek bir başka yönle öne çıkıyorlar. Maksat kötü olabilir, fakat metot masum… Çünkü, problemini çözdüğümüz insan bizimdir ve ne kadar fazla yöne ve fonksiyona sahip isek, o kadar çok problem çözer, o kadar çok gönül kazanırız.