HAREM’DEN HAREM’E HEDİYE KERVANI

İşaretler

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Hacılarımızın mübârek topraklarda oldukları günlerdeyiz. Birçoğumuz yakınlarını gözyaşlarıyla kutlu yolculuğa uğurladı.

İster akrabamız olsun ister olmasın, hepimizin kalbi onlarla birlikte. Sanki hacılar sadece kendi hesaplarına değil, imkân bulup da gidemeyenlerin de selâmları ve duâlarını götüren elçiler gibiler.

Onlar Arafat’ta vakfeye durup yakarırlarken biz de; «Âmîn!» diyeceğiz. Tavaf ederken, Haceru’l-Esved’i istilâm ettiklerinde bizden de bir selâm söyleyecekler. Altınoluk karşısında namaza durduklarında biz de tam arkalarında saf bağlayacağız. Şeytana attıkları o taşlar bizim de pişmanlıklarımızın ifadesi olacak.

Ah keşke imkân bulsaydık da eski zamanlar gibi bizler de Kâbe’ye hedy kurbanları gönderseydik. Ecdadımız gibi, en güzel seccadeleri, en hoş kokulu buhurları, Beytullâh’a ve Mescid-i Nebevî’ye gönderebilseydik. Osmanlı devrinde olduğu gibi Kâbe’nin örtüsünü el birliği ile işleseydik.

Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeynin koynuna sığınmış zâhidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine para ve değerli eşyâ gönderdiğini duymuşsunuzdur. Ama belki de bu kervana halkın da gönlünden kopan en güzel hediyeleri teslim ettiğini bilmeyenimiz çoktur.

Pâdişâhın Mekke Emîrine hitâben yazdırdığı nâme-i hümâyûn ile yola çıkan surre emîni Kur’ân-ı kerîm ve na’tların okunduğu, kurbanların kesildiği coşkulu bir merasimle, tekbirler ve duâlar eşliğinde yola çıkardı. Receb ayının on ikisinde Üsküdar Harem’e geçerek yola çıkan surre alayı yolu üzerindeki her eyalette kendilerine yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirâk etmesiyle yola devam ederdi.

Anadolu’nun pek çok diyarında bu alaylara katılmak için hazırlanan hacı adayları ve onlarla hediye göndermek için hazırlık yapan kişiler, hatta bu amaçla kurulmuş vakıflar bulunurdu. Bunlar surre alaylarından kendilerine uğrayan kollara katılırlar, sonra güzergâhlarındaki diğer hacılarla buluşa buluşa Şam’a varırlardı. Uğranılan diyarlarda sancakbeyleri surre alayının emniyetini temin eder, ağırlar ve ihtişamlı merâsimlerle uğurlarlardı. Bu arada Napolyon’un işgaline kadar Kahire’den gönderilen Kâbe örtüsü de bu tarihten itibaren İstanbul’dan gönderilmeye başlanmıştı. Sultanahmet’in şadırvan avlusunda elbirliği ile işlenen örtü de süslü develere yüklenerek kervana katılırdı. Merasim eşliğinde değiştirilen örtünün eskisini Mekke Emîri İstanbul’a gönderirdi. Bu Kâbe örtüleri İstanbul’daki câmilere, türbelere hediye edilirdi.

Alay hicaza varınca, oradaki seyyidler, âlimler, zahidler, kendilerine gönderilen hediyeyi alırlar; hediye keselerine hurma, kına, sürme, gibi hediyeler koyarak gönderirlerdi.

Hacdan dönerken geride kalanlara hediye getirmek ne güzel bir âdettir. Eşya o mukaddes diyardan gelince sanki başka bir mânâ kazanır. Sadece bir metâ olmaktan öteye geçer, bir hâtıra, bir bağ, bir hissiyat olur.

Meselâ çocuklara bir seccade, bir başörtüsü, bir takke getirdiğiniz zaman; zannederim çocuk onu sanki Rabbimiz ısmarlamış yahut Peygamber Efendimiz göndermiş gibi görür. Bu hediyeyi «namaza başlayacaksın» mânâsında bir davet kabul eder.

Hediyeye sevinmeyen insan olmaz, hele çocuklar başka türlü sevinirler. Sevgi diliyle çocuk eğitimi üzerine araştırma yaparken, hediyeleşmenin temel sevgi ifadelerinden biri olduğunu okumuştum. Hele maddî gücü olmayıp büyüklerine muhtaç olmalarından ötürü çocuklar bu dilden çok etkileniyorlar.

Yalnız çocuklar mı, muhtaçlığının şuurunda olan her yüreğe sevinç verir hediyeler… Hediyeyi beğenmemek, kibir ve nankörlüğü huy edinmiş olanların ahlâkıdır. Efendimiz;

“Bana bir koyunun inciği kadar ayağı hediye edilse kabul ederim, böyle bir yemeği yemeye çağrılsam icâbet ederim.” (Tirmizî, Ahkâm, 10, 1338) buyurmuyor mu?

Hediye almak, hediye vermek, yüreğinde muhabbet ırmağı çağlayanların değişmez âdetidir. Irmak nasıl akmadan duramazsa; muhabbet de akacak bir yol, bir ifade kanalı arar kendine. Gönülde gizli kalmaya daha fazla dayanamaz; muhatabına bir işaret ulaştırmak ister.

Sevenlerin yüreğindeki hasreti bir nebze dindirecek bir şey varsa o da hediye göndermektir. Ama âlemlerden müstağnî olan, her mülkün hakikî mâlikine nasıl hediye gönderilir?

İşte burada araya mecburen semboller girer. Mü’minlerin de Allâh’a karşı sevgilerini göstermek için bir makama yönelmeye, bir mekânda buluşmaya ihtiyaçları vardır. Bu yüzden; gerçi “doğu da batı da Allâh’ındır.” (el-Bakara, 115) ama sen yine de; “Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (el-Bakara, 144) buyurulmuştur.

Gönüllerdeki îman ve itâat her gün defalarca o diyara yönelerek ifade edilir ve tazelenir ama bu yetmez…

Hakikî muhabbetin ayrı kalmaya tahammülü yoktur. İster ki yollara düşsün, sevdiğine koşsun. Her ne kadar vâsıl olamasa da nûra âşık pervâneler gibi O’nun beytinin etrafında dönsün. Mâşukuna kavuşamasa bile aynı aşka yanmışlarla beraber olsun. Nice nice güzel kulların secde ettiği yerlere yüz sürsün. Onların bıraktığı izlere bassın, onların bıraktığı feyzi içine çeksin.

Seven ona da yol bulamadıysa, o zaman başka bir çare lâzım gelir. Kendin gidemediysen bari senden bir elçi, bir sözcü gitsin. O da mı olmadı, bari bir hediye gitsin de o diyara, onun muhabbetini anlatsın.

Seven, ister ki muhabbeti elle tutulur, gözle görünür hâle gelsin. Bir eşya onun dili-dudağı olsun, konuşsun.

O henüz kurban olamıyorsa da, hediyesi kurban olsun onun nâmına ve icap ederse sahibinin de her an kurban olmaya hazır olduğunu bildirsin…

İşte ecdadımız surre alaylarını bu hissiyatla düzmüş. Mübârek beldelere uzak olmaktan ötürü duyduğu hasreti böyle dile getirmiş. Kendileri ne kadar uzak olsa da gönüllerinin hep o diyarlarda olduğunu anlatmışlar.

Geçtiğimiz yıllarda bir araştırma vesilesiyle internet sitelerinde dolaşırken, yolum hıristiyan misyonerlerinin sitesine düşmüştü. Dikkatsizlikten olacak ilk anda nereye geldiğimi anlayamayıp sorulara cevap niteliğinde kaleme alınmış yazıyı baştan aşağı okumuştum. Sinsi bir dil kullanan site yazarı üstü kapalı İslâm dînini eleştiriyor:

“Hıristiyanlıkta sevgiyi göstermenin yolu sadece ibâdet yapmak değil, kiliseleri resim ve heykellerle süslemek gibi faaliyetlerdir…” gibi sözler sarf ederek kendi dîninden, medeniyetinden ve ecdadının düzdüğü surre alaylarından habersiz gençlerimizin aklını çeliyordu.

Üzüldüm ve; «Keşke bu güzel Osmanlı geleneğini ihyâ ederek muhabbet bağlarını yeniden kuvvetlendirsek…» diye düşünmeden edemedim.

Osmanlı devrindeki gibi surre alayları tertip etseydik de onlar; büyük-küçük demeden kırık gönüllerin muhabbet ifadesi olan hediyeleri kabul etse, mukaddes beldenin komşularına, misafirlerine ulaştırsaydı. Gidememenin acısıyla yanan yürekler, harem diyarının yoksul misafirlerini ağırlamakla teselli bulsaydı. O diyara, belki çalışmaya belki de dilenmeye gelen hiç kimse memleketine eli boş dönmeseydi. Böylece mübârek diyar bir hediyeleşme, paylaşma şölenine dönseydi, tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi…