Hicret, Gazâ ve Şehâdette İlklerden… ABDULLAH İBN-İ CAHŞ -1-

Allâh’ın Bahtiyar Kulları

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

«Bi’set»in beşinci senesi… Müşriklerin ezâ ve cefalarının kat kat arttığı günler… Mü’minler, yine çetin imtihanda…

Cenâb-ı Hak, sevdiği ve râzı olduğu kullarının samimiyetini sınıyordu… Onları; amcaları, babaları ve kardeşleri elleriyle cenderelerden geçiriyordu… Zincirlerle sımsıkı bağlananları, hapsedilip aç bırakılanları vardı… Ateşle dağlananları, hasırlara sarılıp yakılanları vardı… Taşla ezilenleri, kırbaçla dövülenleri vardı… Bazen şehidler de veriyorlardı… Yegâne arzuları, hiç kimseden korkmaksızın, bir olan Rablerine kulluk edebilmekti…

Eziyet dayanılmaz bir hâl alınca, hicret de kaçınılmaz oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Habeş ülkesine ikinci bir hicret için ashâbına izin verdiler.

Bir yıl evvel oraya 17 kişilik bir kafile hicret etmişti. Bu ilk muhâcirler, Nebiyy-i Muhterem’in ve Mekke-i Mükerreme’nin hasretiyle yana yana Habeşistan hayatına intibak etmeye çalışırlarken, Mekkeli müşriklerin toptan îman ettiklerine dair asılsız bir şâyiayla geri döndüler. Heyhat! Mekkelileri bıraktıklarından daha şirret ve azgın buldular. İşte bu dönen kafileden ağır işkenceler sebebiyle tekrar hicret edenler olduğu gibi, ilk defa Habeş yolunu tutanlar da vardı. Kafile kafile Habeş ülkesine yapılan bu ikinci hicrette, muhâcirlerin sayısı böylelikle yüzü bulmuştu.

Ebû Ahmed, Ubeydullah ve Abdullah, Habeş muhâcirlerinden üç kardeş… Onlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in halalarından Ümeyme -radıyallâhu anhâ-’nın oğulları… Üçü de ilk îman edenlerden…

Ebû Ahmed Abd İbn-i Cahş -radıyallâhu anh-’ın, nûr-i îmanla münevver gözleri âmâ idi. Buna rağmen Mekke’nin her tarafını kılavuzu olmadan dolaşırdı. İleride Medine’ye de ailesiyle birlikte ilk hicret edenlerden olacaktı.

Ubeydullah İbn-i Cahş, İslâm’dan önce haniflerdendi. O da dînini daha rahat yaşayabilmek için hicret etmişti. Fakat bir farkla ki; gaflete dalmış ve îman ateşi sönmüştü. Yani ne vahiy, ne de Efendimiz’den gelecek haberler, onun için önem arz etmez hâle gelmişti. Habeşistan’da yol arkadaşlarıyla irtibatını keserek yollarını ayırdı. Habîb-i Kibriyâ Efendimiz’in beyanlarına göre; yalnız kalanların arkadaşı olan şeytanın boy hedefi hâline gelerek kendini bütün kötülüklerin anası, içkiye verdi. Çevrenin de tesiriyle irtidat ederek hıristiyan oldu. Dînini muhafaza niyetiyle çıktığı hicret yolunda, kazanma zemininde kaybetti. Hem kardeşlerinin hem de hanımı Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ-’nın bütün çabalarına rağmen hidâyete yüz çevirdi ve ne acıdır ki; kısa bir süre sonra bu hâl üzere vefat etti.*

Allâh’ın bahtiyar kullarından Abdullah İbn-i Cahş -radıyallâhu anh-’a gelince; 25 yaşlarında tam bir Peygamber sevdalısıydı. Mekke’de olmadık işkencelere, açlığa, susuzluğa dayanmış; sabır ve sebatıyla Efendimiz’in takdirini kazanmıştı. Dâru’l-Erkam’ın tebliğ için merkez olmasından evvel, îmanla şereflenen ilk otuz mü’minden birisiydi. Rahatsızlığından dolayı çok az gören gözleri firâset ve basîretle ukbâya, ötelerin ötesine açıktı. Allah Rasûlü ile akrabalık bağları, sadece halasının oğlu olmaları değildi. Kız kardeşleri Zeynep bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ-’nın mü’minlerin anneleri, yani Peygamber Efendimiz’in pâk zevceleri arasına girmesiyle Allah Rasûlü’nün kayınbiraderi de olmuştu. Bir diğer kız kardeşi Hamne -radıyallâhu anhâ-, büyük İslâm davetçisi ve kendisi gibi Uhud şehidlerinden olan Mus‘ab İbn-i Umeyr -radıyallâhu anh-’ın hanımıydı.

Medine’ye hicretin akabinde İslâm’ın düşmanlarıyla savaşmaya izin veren âyet-i kerîmeler nâzil olmuştu. Rasûlullah Efendimiz, müslümanları dâima tehdit eden Kureyşlileri caydırmak ve onları ticaret yollarında tazyik ederek ekonomik baskı altına almak için etrafa seriyyeler, küçük askerî müfrezeler göndermekteydi.

Hicretin ikinci yılı…

Medine’de, Mescid-i Nebevî’de…

Yatsı namazı edâ edildikten sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah İbn-i Cahş -radıyallâhu anh-’ı huzûruna çağırarak;

“Yarın erkenden silâhını da alarak bana gel. Seni bir yere göndereceğim.” buyurdular.

Hazret-i Abdullah, sabah namazından çok evvel; yanına kılıç, kalkan, ok sadağı ve yayını almış bir vaziyette geldi. Hâne-i saâdetin kapısında Allah Rasûlü’nü pür edep esas duruşta beklemeye başladı.

Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm-, aziz sahâbîsini hazır kıta bekler vaziyette görünce tebessüm ederek selâmladılar. Sonra her biri ayrı kabîlelerden olmak üzere muhâcirlerin büyüklerinden on bir sahâbîyi seçerek emir buyurdular:

“Sizin başınıza, açlık ve susuzluğa sizden çok daha dayanıklı olan birisini, emir tayin ediyorum. Ey Abdullah! Seni, bu arkadaşlarına emîru’l-mü’minîn tayin ettim. İki kişiye bir deve alarak yola çıkın. Hayvanlara nöbetleşe binin. Önce Necdiyye yolunu tutarak Rekiyye kuyusuna yönelin. İki gün yol gittikten sonra sana emânet ettiğim mektubu açın. Okuduktan sonra gereği gibi amel edin.”

İslâm tarihinde düşmanla sıcak temasta bulunan ilk seriyye unvânını alan bu keşif kolu, Rasûlullah’tan teslim aldıkları sancak-ı şerifle, pür aşk ve heyecanla yola çıktı. Emre harfiyyen riâyet edip iki gün yol aldıktan sonra mektubu açtılar:

“Bismillâhirrahmânirrahîm! Ey Abdullah! Mekke-Tâif arasındaki Batn-ı Nahle Vadisi’ne kadar Allâh’ın bereketiyle seferinize devam edin. Hiç bir arkadaşını Nahle’ye gitmek için zorlama. Oraya vardığınızda Kureyş’in kervanlarını gözetleyerek mâlûmat toplayın.”

Mektubu derin bir hürmetle okuyan Hazret-i Abdullah;

“İşittik ve itâat ettik!” dedi. Sonra arkadaşlarına şöyle hitap etti:

“Vazifemiz mühim ve ağır. Size «geleceksiniz» demeye salâhiyetli değilim. Dilerseniz benimle gelirsiniz, dilerseniz dönmekte serbestsiniz. Hanginiz şehid olmayı özler ve isterse benimle gelsin. Kim de bundan hoşlanmazsa geriye dönsün.”

Fedâkâr mücahidler, tereddütsüz, komutanlarının emrine âmâde olduklarını bildirdiler. Onların, rahat yatakları ve mükellef sofraları tercih etmeleri mümkün mü?

Medine’ye iki yüz kilometre mesafede bulunan Bahrân (Buhrân) adlı yere vardıklarında, seriyyede bulunan Sa‘d İbn-i Ebî Vakkas ve Utbe İbn-i Gazvân -radıyallâhu anhüma-’nın ortak bindikleri develeri bir mola ânında kayboldu. Onu ararken arkadaşlarını kaybettiler. Diğerleri ise Batn-ı Nahle’ye vâsıl oldular.

Nahle, Mekke’ye çok yakındı. Bu sebeple görenler bu kafileyi umre yapmaya gidiyor zannetsin diye Ukkāşe İbn-i Mihsan ve Amr İbn-i Rebîa -radıyallâhu anhümâ- başlarını kazıttılar. Orada beklerken, Tâif’ten dönmekte olan Amr İbnü’l-Hadramî başkanlığında dört kişilik Kureyş kervanı göründü. Savaşın yasak olduğu haram aylardan Receb’in son günüydü. Müslümanlar, aralarında meşverete koyuldu:

“Eğer saldırırsak; Receb ayının savaşma ve adam öldürme yasağını bozmuş oluruz. Saldırmazsak; bunlar ellerini kollarını sallaya sallaya Mekke’ye girerler. Kervanın vurulması; düşmana iyi bir ceza olur. Ama bırakırsak; bu fırsatı bir daha bulamayız. Ne yapalım?”

Kervandakilerin kendi hâlinde sohbet eden umreciler zannettiği mübârek sahâbîler, istişâre sonucu hücum kararı verdiler. Bir anda kervanın etrafını çevirip onları İslâm’a çağırdılar:

“Sizi İslâm’a davet ediyoruz. Aksi hâlde canınızdan da malınızdan da olursunuz!”

Müşrikler, yıldırımla çarpılmışa döndüler. Demek Muhammedîler, artık Mekke eteklerine kadar sokularak kendileriyle kavgaya tutuşacak cesaret ve teşkilâta kavuşmuşlardı.

Amr İbnü’l-Hadramî kılıcına davrandığında Vâkıd İbn-i Abdillâh -radıyallâhu anh-’ın attığı ok ile kalbinden vuruldu. Nevfel bin Abdullah atlı olduğu için yakalanamadı. Kervan da iki esirle birlikte müslümanların eline geçti. Böylece düşmandan, kılıç hakkı olarak ilk ganimet alınmış oldu.

Abdullah İbn-i Cahş Hazretleri, henüz âyetle kanunlaşmamışken; Allâh’ın lutfu ile aldıklarından beşte bir hisseyi, canından aziz bildiği Efendiler Efendisi’ne ayırdı. Geri kalanını da mücâhidler arasında taksim etti. Bilâhare nâzil olan âyet de, ganimetlerin taksiminde tatbikatına muvâfakat ederek onu tasdik eyledi.

Seriyye Medine’ye dönünce hâdiseyi öğrenen Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm-, hayli mahzun ve müteessir oldu.

“Ben, size haram olan ayda çarpışmayı emretmedim!” buyurdu. İki esiri hapsetti ancak, kendisine ayrılan ganimet hissesini kabul etmedi. Bu sıkıntılı ve belirsiz vaziyet, seriyyedekilere çok acı geldi.

“Tövbemiz kabul edilinceye kadar yerimizden ayrılmayacağız!” dediler.

Küfür, yaygarayı bastı… Allah Rasûlü’ne mektup gönderip O’na haksızlık isnâdına kalkıştılar.

“Haram aylardan Receb’i helâl saydın! İnsanların korkusuz ve rahat iş görecekleri emniyet mevsimini ihlâl ettin!” dediler. Çok geçmeden; müşriklerin hükmünü iptal eden Cenâb-ı Hakk’ın fermanı geldi. Küfürle mücadelede zaman ve mekân sınırlarını kaldıran âyet-i kerîme nâzil oldu:

“(Ey Rasûlüm!) Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat, insanları Allah yolundan alıkoymak, Allâh’ı inkâr etmek, halkı Mescid-i Haram’dan men ederek ehlini oradan çıkarmak, Allâh’ın katında daha büyük bir günahtır. Fitneyse öldürmekten de beter bir vebaldir. (Ey Habîbim!) Eğer onların güçleri yetse, sizleri dîninizden döndürünceye kadar (haram-helâl aya bakmaksızın) savaşa devam ederler…” (el-Bakara, 217)

Bu âyet Abdullah ve arkadaşlarının yanık gönüllerine kevser gibi geldi. Sordular:

“Yâ Rasûlâllah! Mücâhidlere verilen ecir, bizlere de verilir mi?”

Suallerine âyetle cevap geldi:

“Îman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar, Allâh’ın rahmetini umabilirler. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (el-Bakara, 218)

Batn-ı Nahle, İslâm Devleti’nin şirke attığı ilk tokat…

Kırk gün sonra gerçekleşen destanın sebebi…

Bedr’in zafer habercisi…
______________
* İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, 3/877, 4/1844; İbn-i Hacer, İsâbe, 7/575.