YENİ BİR BİSMİLLÂH…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Orhan’ın heyecandan neredeyse kalbi duracak gibiydi. Çünkü Yûnus Dede’nin kapısındaydı. Birazdan onunla görüşecekti. Doktor Selim Bey’in yanında âdeta yok gibi duruyordu. Şimdiye kadar birçok insanla tanışmıştı. Ancak hiçbirinde böylesine bir heyecan hâli yaşamamıştı. Sakin olmaya çalıştı, fakat başaramadı. Yüreği göğüs kafesinden dışarı fırlayacak gibi atıyordu.

Sebebini tam Doktor Selim Bey’e sormaya niyetlenmişti ki, içeriye buyur edildiler.

Nezih bir odaya girdiler. Sade ve mütevâzıydı.

Yûnus Dede ise o sade ve mütevâzı odada aynı sadeliğin ihtişamı içinde pür-nûr idi. Gönüllere korku değil ümit veren bir nur gibi. Istırapları dindiren bir nur gibi. Herkesi kucaklayan bir nur gibi. Mahruma çare olan bir nur gibi. Dertlilere teselli kapısı olan bir nur gibi.

Hâsılı gelenleri sükûnete erdiren bir nur gibi.

Orhan’ın heyecanı da sükûnete erdi. Yerini hayranlığa bıraktı. Genç, fakat yorgun kalbini sanki ayrı bir dinçlik ve huzur bulutu kaplayıvermişti. Güneşin tebessümüyle bembeyaz hâle gelen bir huzur bulutu.

Gönlü, aklının kulağına fısıldadı:

“Uzaktan çok güzeldi, yakından daha da güzel… Ne kadar nurlu, ne kadar huzurlu… Bambaşka şahsiyet… Hâlâ böyle insanlar varmış demek ki…”

O esnada Yûnus Dede konuşmaya başladı. Orhan’ın kalbi de aklı da hemen kulak kesildi. Yûnus Dede, Hüdâyî Hazretleri’nin nasıl yetiştiğini, kadılıktan bu mânevî rütbelere nasıl eriştiğini anlattı ve bu ölümlü dünyada ölümsüz bir şahsiyet olmanın sırlarından ve hikmetlerinden bahsetti. Dedi ki:

“Kadı Mahmud’u ondaki mânevî cevheri işlemek için Üftâde Hazretleri üç şart ile talebeliğe kabul eyledi:

-Kadılık ve müderrisliği bırakmak,

-Elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtmak,

-Nefsi terbiye için sıkı bir riyâzâta girmek…

Kadı Mahmud Efendi, samimiyetle bu üç şartı kabul etti ve mârifetullah yolunda bismillâh çekti.

Bunun üzerine Üftâde Hazretleri, de Kadı Mahmud’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için; yani kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucbu imhâ etmek için sırtındaki kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizleyiciliği vazifesini yapmasını istedi.

Üftâde Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyyet ve hâlisiyyet içinde gelen Kadı Mahmud Efendi, üstâdının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samimiyetle mürşidinin talimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlinin;

«–Bizim kadı efendi, delirmiş galiba!»

«–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!.» şeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstâdının verdiği vazifeleri şevkle îfâya çalıştı.

Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu.

Nefsindeki son varlık emâresini bertarâf etmesi ise, pek meşhurdur:

Bir gün Kadı Mahmud, helâ temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nidâ duydu:

«–Ey ahâli! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..»

O an gönlünü zayıf bulan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:

«–Demek yerime yeni bir kadı geliyor!.. Âh bîçâre Mahmud, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!» dedi.

Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmud Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dair söz vermişti. Derhâl tevbe ve istiğfâr ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde müdâhale ve mukābele etti:

«–Ey Mahmud! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dair üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..»

Ancak Kadı Mahmud; bu hâle o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmud’a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edayla, hitâb etti:

“Evlâdım Mahmud! Bilirsin ki sakal mübârek bir sünnet-i seniyyedir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu.

Sonra şöyle buyurdu:

«Evlâdım Mahmud! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gayesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..»

Kadı Mahmud, bu vazifeyi de kemâl-i gayretle îfâya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.

Bir kış günüydü. Kadı Mahmud, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak; «Allâh» lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çâresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle;

«–Su biraz fazla ısınmış evlâdım!» dedi.

Buna pek şaşıran Kadı Mahmud Efendi, hafif bir sesle;

«–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..» dedi.

Üftâde Hazretleri de;

«–Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..» cevabını verdi.

Zira Hüdâyî Hazretleri, girdiği sıkı bir riyâzatla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nâil olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arz etti. Hazret-i Üftâde de:

“–Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzat sayesinde rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında aynı hâl içinde idik.” buyurdular.

Bir gün Üftâde Hazretleri, müridleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neşeyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.

Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

«–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde; sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?..»

Kadı Mahmud, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:

«–Efendim! Size ne takdim etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu; «Allah… Allah…» diyerek Rabbini tesbih eder bir hâlde buldum. Gönlüm, onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbihine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..»

Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnun olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:

«–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..» ifadeleri döküldü.

Böylece Kadı Mahmud, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdetâ kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti. Cihâna yön veren cihan sultanları da onun talebeleri oldu.

Böylece fânî kadılık saltanatından vazgeçmesi neticesinde ebedî bir saltanatın ihtişamına nâil oldu.

Yani o Hak dostu, fânî vücudundan sonra da mâzî olmadı, unutulmadı. Sevenlerin gönüllerinde yaşamaya devam etti.

Cenâb-ı Hakk’ın velî kullarına karşı nasipli gönüllere lutfettiği bu sevgi, aslında ebedî saâdet vesilesi olan pek büyük bir nimettir. Zira âhirette kişinin sevdiği ile beraber olacağı, nebevî bir vaaddir. Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kullarını sevip onlara yakın bulunmaya çalışmak; kulu, Rabbine yakınlaştırır.

Böyle bir yakınlıkla Hüdâyî sıfatını alan Kadı Mahmud Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine «Aziz» sıfatı da ilâve edilerek Aziz Mahmud Hüdâyî diye yâd olundu.”

Sohbetin burasında Yûnus Dede, derin bir nefes aldı. Bir müddet sükût etti. Sonra tekrar anlatmaya devam etti:

“İşte kardeşler, mesele bu. İşin özü bu. İnsan mânevî eğitim bereketiyle nerden nerelere yükseliyor, nasıl muazzam bir kıvam kazanıyor. Bu sebeple ne güzel ifade edilmiş:

Tıynetin nâ-pâk ise hayr umma sen germâbeden
Evvelâ tathîr-i kalb et sonra tathîr-i beden

Yani:

«İç yapın temiz değilse, sen hamamdan fayda bekleme. Önce kalbini pırıl pırıl yap. Ondan sonra bedenini temizle…»

Çünkü kir ve pastan rûhu çürümüş ve kokmuş bir kişinin beden temizliği onu asla pâk etmez. Doğrusu ikisini de ihmal etmemek. Çünkü rûhu temiz olan, bedenini de temizler. Bedenini de gerçekten temizleyen rûhunu kirli bırakmaz.

Bu itibarla Cenâb-ı Hak, maddî ve mânevî temizliğe vurgu yaparak şöyle buyurmaktadır:

«Hiç şüphesiz ki Allah, çok çok tevbe edenleri ve (maddeten ve mânen) çok çok temizlenenleri sever…» (el-Bakara, 222)

Yûnus Dede, tekrar derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini Orhan’a çevirdi. Sanki güneş, ay üzerine nurlar serpiyordu. Muhatabın gönlünü gül hâline getiren bir tebessümle dedi ki:

“–Tebrik ederim evlâdım. Sen de bu ilâhî sevgiye talip olmuşsun. Rabbim muvaffak eylesin. Ancak bu güzelliğe kalıcı bir şahsiyet kıvâmı kazandırmak için onu eğitim ve mânevî terbiye ile de taçlandırmak gerek. Tıpkı Hüdâyî Hazretleri gibi… İşte o zaman kendini, dünyayı ve âlemi bambaşka bir gözle seyredersin…”

Orhan, bu ifadelere candan duâ ile iştirak etti:

“–İnşâallah efendim…”

Yûnus Dede’nin yanından ayrıldıklarında Orhan’ın hâli, tariften âzâde idi. Sanki dünyalar onun olmuştu. Doktor Selim Bey’e teşekkür üstüne teşekkür ediyordu. Dili çözülmüş, neler hissettiklerini anlatıyordu. Hayranlık, tefekkür ve huzur dolu cümlelerinin ardından içindekini şöyle özetledi:

“–Doktor Amca, anladım ki vazifem artık yeni bir «bismillâh» çekmek… Bana Hazret-i Hüdâyî gibi kıvam kazandıracak yeni bir bismillâh…”