Ruhları Dirilten Zaman Dilimi HAC MEVSİMİ -1-

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İslâm âlemi bir mukaddes hac mevsimini daha idrak ediyor. Milyonlarca müslüman istîdatları ve nasipleri kararınca bu hikmetler meşherinden güzellikler devşirerek dönecekler memleketlerine. Vatanlarındaki dilhûn eden ıstıraplardan bir süre de olsa uzaklaşıp, âsûde bir melce’de cevelân eden ruhlar; mânevî lezzetlerle doyacaklar.

Nûra dalan yolun başında bürünülen ihram; dünyadan soyunulup, «ölmeden önce ölme» niyetinin beyanıdır. Getirilen telbiyelerle de mâverânın esrarını tefekkür ve anlamaya teşebbüs edilip, derûnî âlemde yoğunlaşma başlıyor:

“Allâhım! Davetine icâbet ediyorum. Emrine boyun eğiyorum. Bütün varlığımla Sana teslim oldum. Sen’in hiçbir ortağın yoktur. Tekrar tekrar davetine icâbet ediyorum. Şüphesiz hamd Sana mahsustur. Nimet Sen’indir, mülk de Sen’in. Sen’in hiçbir ortağın yoktur.”

Tekbir ve tehlillerle, dünya dağdağasında nasırlaşan kalpler, âdeta korla tavlanan demirin âhenkle vuran çekiçlere teslim olması misâlini yaşar:

“Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah büyüktür, Allah büyüktür, hamd Allâh’a mahsustur”

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O, tektir. Ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye gücü yetendir.”

Getirilen salevât-ı şerîfelerle, hamd ü senâlar tekrarlanıp, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e duâlarla, O’nun rehberliği tasdiklenir.

MEKKE-İ MÜKERREME

Feyezân eden hislerle mukaddes beldenin eşiğine yaklaşma… Tazarrû ve niyazlarla, tabiî bitki ve hayvan varlığına zarar verilmesi haram kılınan Mekke-i Mükerreme’ye giriş:

“… Rahmetine muhtaç ve azabından korkan biri olarak Sana yalvarıyorum. Kapına geleni Sen boş çevirmezsin…”

İlk iş; telbiye ve tekbirlerle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ibâdet maksadıyla ziyaret edilecek üç yerin ilki olarak haber verdiği, Allah Teâlâ’nın geçirilecek her âna hesapsız mükâfatlar va‘dettiği Mescid-i Harâm’a vâsıl olmak… Dikkatler; görüldüğünde, yapılan duâların kabul olunacağı bildirilen Kâbe-i şerifle buluşma ânına teksif edilir… Ve birden yeryüzünün merkezi; Allah Teâlâ’ya ibâdet için inşa edilen ilk mâbedi Beytullah, nur hâleler içinde şimşek gibi çakar…

“Allâh’ım! Hac ve umre yaparak O’na saygı gösteren ve O’nu yüceltenleri şerefli kıl ve onları iyilikten ayırma…” İstiğrak hâlinin rûhu ihâta ettiği bu an da durmayıp, zamanın tanzim buyurulan akışına takılıp gider.

Âdeta mahşeri andıran her dilden ve renkten insan denizi, Beytullâh’ın etrafında pervâne olmuş; dönüyor, dönüyor… Yıldızlar, sistemler ve galaksilerin; tâbî oldukları bir merkez etrafında durmaksızın seyrettikleri kâinâtı çağrıştıran bir model… Öyle bir câzibe merkezi ki; -farz-ı muhal- olmasa, kupkuru dağ-taştan ibaret olacak bu belde, ümmetin gönlünü çeken bir girdap oluyor. Sağlamı-sakatı, yaşlısı-genci; dudaklarında mağfiret terennüm eden yakarışlarla, Beytullâh’ı sarmalayan akıntıya bırakıveriyorlar kendilerini.

Mevlânâ Hazretleri, tavaftaki esrar perdesini şöyle aralar:

“Eğer senin gönlün varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı, gönüldür. Cenâb-ı Hak görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, Hazret-i Hâcer Vâlidemiz’in, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâb-ı güzîn efendilerimizin mübârek ayak izlerini takip etmek, idrâki buğulu olmasa, beşerin tahammül edebileceği bir hâl olmasa gerektir. İnsan;

Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzünü

Bir mübârek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam

diye yanan derviş Yûnus’un gönlünden taşan, buram buram hasret ve muhabbet kokulu terennümlerle yerlerde sürünse sezâdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in usûlünce, Haceru’l-Esved’i istilâm ederek başlanan şavtlarda, metaf; kâinat ölçeğinde genişler; yörüngelerinde süzülen gezegenler misâli, tazarrû ve niyazlarla, mübârek hâtıraların yaşandığı Mültezem, Makām-ı İbrahim, Hicr-i İsmail geçilip, istilâm ile Rukn-i Yemânî’den devam edilir. Zaman zaman tiz çığlıklarla bu müstağrak akışa havadan refâkat eden kuş sürüleri, hissiyâtı galeyâna getirir:

“… Allâh’ım! Burası ateşten Sana sığınma yeridir. Beni ateşte yakma yâ Rabbî. İyilerle birlikte cennete koy… Yâ Azîz, ya Gaffâr ya Rabbe’l-Âlemîn…”

Tavaf sonunda, gönüller; «mü’minin mîrâcı» ile, zirvelerden çağlayan füyüzât-ı ilâhiyye’ye teşne olurlar. Milyarlık ümmetin yöneldiği, mücerred olarak alâka kurduğu Kâbe-i şerif ile müşahhas irtibat hâlindeki hissiyâtı tasvir için lisan yetersiz kalır.

Mahzun kalpler sürurla vurur,
Rabbim lutfetti kavuştuk şükür.
Dur ey zaman ne olur akma dur!
Bu vuslat ânını rûhuma vur.

Hazret-i Hâcer Vâlidemiz’in sevinciyle, Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- hürmetine kaynayan zemzeme kanmak, Beytullâh’ı ziyaretin mükâfatı mesâbesindedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; «ne niyetle içilirse, onun için» olduğunu buyurduğu, bin bir hâtıra ile yüklü bu mübârek su; tarife gelmez bereketi ile de, mûcize olduğunu ihsas etmektedir.

Hazret-i Hâcer Vâlidemiz’in mahzunluğu ve telâşı ile Safâ ve Merve arasında sa‘y yaparken, kadîm hâtıralar ve mübârek izlerle kalpler ziyâdesiyle rakikleşir. Tekbir, tehlil, salevât-ı şerîfe ve hamd ü senâlarla kulluk ve ümmet olma şuuru coşar. Tazarrû ve niyazlarla iç âlemin imarına ve nur sağanağından nasiplenmeye gayret edilir:

“Rabbim, günahlarımı bağışla! Bize merhamet eyle; bize ikram et…”

Mekke-i Mükerreme ve onun kalbi mesâbesindeki Beytullah; gecenin sükûnete gömen kanatlarına teslim olmayan, istirahata dalmayan mübârek bir mekân. Ancak; günde beş vakitte bulundukları yere çakılıp, tek vücut-tek ruh olarak bütünleşen milyonlar, tâdîl-i erkân ile kılınan namazlarla, kalplerin sekînete gark olduğu saâdet anlarını yaşıyor. Bu mübârek mekânın hürmetine saatlerce Kur’ân-ı Kerîm’in üzerine kapanıp kalan, tavaf eden, Kâbe-i şerîfi seyreden, «dağlar ile, taşlar ile» Rab -celle celâlühû-’yu zikreden, namazlarla kanatlananlar, Allah Teâlâ ile beraber olmanın «metafizik lezzeti»ni tadıyorlar. Mescid-i Haram’da, milyonlarca insanın devr-i dâim edebilmesi; mekân olarak sınırlı olmasına mukabil, âdeta genişleyen bir istîab haddini çağrıştırıyor.

Harem bölgesi göz alabildiğine bir insan denizi; papatyalar, gelincikler, menekşeler… mahşeri. Üç-beş kişiyi kavgasız-nizâsız bir arada tutmak neredeyse mümkün değilken; dünyanın dört bir tarafından gelmiş, farklı yapılarda, farklı kültürlerin mensubu milyonlarca insanın muhabbetle birbirlerine bağlanabilmesi, ancak böyle ulvî bir iklimde gerçekleşebiliyor. Sri Lanka’dan Nijerya’ya, Doğu Türkistan’dan Bosna’ya bir mahşer manzarası arz eden, ümmet mefhumunun tecessüm ettiği topluluk içinde bulunmak; zihni tefekkür ufuklarına kanatlandırıyor. Serçe kuşları gibi sevimli Uzak Doğulular, mütebessim çehrelerinden muhabbet hâleleri yayılan Afrikalılar, sîmâlarına çektikleri çilelerin izleri sinmiş mazlum Türkmenler, Bosnalılar, Filistinliler… Gözlerden, ümmetin kendilerine uzanacak bir «el» beklediğini okumak mümkün. Hâllerinden, fevkalâde fakir oldukları belli olan birçoğunu, Mecnun misâli çölleri aşıp bu büyük buluşmaya sürükleyen ne yüce bir aşktır…

Ancak; müslümanların anlaşabilecekleri ortak bir dilden mahrum olmaları, insanı dilhûn ediyor. Dünyanın çok farklı bölgelerinden bir araya gelip de; sağır ve dilsizler misâli bu fırsatı değerlendirememek, dünya siyasetinde dûçâr kalınan zilleti de çağrıştırıyor. Şu mübârek beldede, müşterek ibâdet dilinin umûma hitap eden rolü; bu unsuru “ulusallaştırma” fikriyatının mahzurlarını da açıkça gösteriyor. Ümmetin birbirlerini anlama noktasında «lisân-ı kāl»in sustuğu durumda, «lisân-ı hâl» devreye girerek, kardeşlik hislerini tutuşturuyor.

Gözlerden taşan Türkiye sevgisi, muhteşem Osmanlı asırlarını hatırlatıyor. Türkiye kelimesini duyunca «Sultan Selim» diyerek gözleri gülen Sudanlının; «İstanbul» diyerek dünyayı kucaklayan bir büyük medeniyete atıfta bulunan Malezyalının… şahıslarında, her şeye rağmen İslâm âleminin, şanlı mâzînin pırıltılarını hâlâ hâfızasında sakladığı müşâhede edilebiliyor.

Bu bölgedeki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının mübârek hâtıralarını taşıyan ziyaret yerleri; zihni, zamanı aşıp mâzînin derinliklerine götürüyor. Mescid-i Harâm’ın yanı başında bulunan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğduğu ev, aslî şeklini muhafaza etmese de, O Varlık Nûru’nu hatırlatıyor; gönül âleminde gül kokulu meltemler estiriyor. Vahyin ilk şahidi Hazret-i Hatice Vâlidemiz’in bulunduğu Cennetü’l-Muallâ, zihni âhiret âlemine yönlendiren bir mekân.

Vahyin ilk indiği yer olan Hira Mağarası, esrarını mukaddes bir emânet olarak saklıyor. Bir inkılâba başlangıç olan hicret esnasında, mübârek yolcuların muhafazasına memur edilen Sevr Mağarası… Vefâ ve dostluğun destanlaştığı; «Altın Silsile»nin ilk halkalarının örüldüğü; nice mûcizelerin tecellî ettiği yer. Cinlerin Kur’ân-ı Kerim dinlediği Cin Mescidi, insanı bir defa daha mâverânın eşiğine çıkarıyor. Ve maalesef şimdi yerinde gökdelenler yükselen muhteşem Osmanlı Kışlası (Ecyad Kalesi)… Sâkinleri göçmüş bir kartal yuvası gibi heybetli ve mahzundu. Yüksekten temâşâ ettiği garip kalmış ümmete, asırlarca kol-kanat geren ecdâdı yâd ediyordu.

Terviye günü «dünyadan vazgeçme», «melekiyete yükselme» gayretinin nişânesi olarak ihramlara bürünülüp, Arafat yollarına düşülüyor. Telbiye, tekbir, tehlil, ve salevât-ı şerîfe çağlayanlarında, bir kuyumcu hassâsiyetiyle ruh tezyinâtına yoğunlaşılıyor.

VE ARAFAT…

Beşeriyetin başlangıç noktası olarak, milyonlarca yılın aziz hâtıralarıyla yüklü; Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ Vâlidemiz’in tövbelerinin kabul buyurulup buluştukları ve hacla emrolundukları mukaddes mekân.

Cebel-i Rahme; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, yüz binin üzerinde sahâbînin şahsında bütün insanlığa Vedâ Hutbesi’ni îrad buyurduğu yüce mevkî. O hutbe ki; muhtevâsı itibarıyla kıyâmete kadar çağlara ışık tutacak cihanşümûl bir «İnsan Hakları Beyannâmesi»… İnsanın saâdetine yönelik bütün felsefî teorileri susturan ilâhî kaynaklı bir şâheser… Bu vasiyet «helvasıyla put yapıp sonra onu yiyen», etrafı kan ve ateşe boğan güçlülerin hükümran olduğu günümüz dünyasında da anlaşılabilse…

Bir mahşer yerini andıran Arafat sahası; dünyanın dört bir tarafından ilâhî davete icâbet ederek toplanan mü’minlerle, âdeta kâinâtın kalbi mesâbesinde. Değil mi ki; İlâhî aşkla insan kaynayan böyle başka bir mekân yok. Benliğinden, varlığından sıyrılıp, hiçliğe sığınan huccâcın tek arzusu mağfirete mazhar olabilmek; yeniden doğabilmek. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümitleri tutuşturan müjdeleri ile çağlayanlar gibi coşan tazarrû ve niyazlar, Arafat ovasından taşıyor.

Arefe günü haccın direği mesâbesindeki «vakfe» zamânı, kalplerin rikkati zirvelerde; ümitler rahmet tecellîlerine mazhar olabilmeye odaklanmış.

“… Allâhım, toplu olarak Sana geldik. Katındakileri umarak, bu mukaddes yerde vakfe yapmaktayız…” Duâlar Arş’a yükselirken, çiselemeye başlayan ve gözyaşlarına karışan yağmur, bir rahmet tecellîsi olarak idrak edilip, kıyâma kalkmış hacıları, ümit ve sevinç deryalarına gark ediyor. Bu mukaddes mekân, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan beri, nice mübârek ictimâlardan sonra, bir ilâhî davete daha şahit oluyor. Ne saâdet, bu davete icâbet edebilmek nasip olanlara…

Akşamın loşluğu ile birlikte, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gösterdikleri veçhile Müzdelife’ye intikal ediliyor. His yoğunluğu vakfede doruğa çıkar:

“… Allâh’ım. Günahlarımızın bağışlanması için Sen’den şefâat dileyerek hep birlikte Sana geldik. Bizi eli boş çevirme…” Bu mukaddes mekânda bayramlaşma, sevinçlere sevinç katar; kalplere sinen sekînetle idrak, kuşlar gibi tefekkür ufuklarında süzülür.

Kadîm ve mübârek izler; «büyük buluşma»dan avdet eden kafileleri cihad şuurunu bilemek için, cemerat mevkiine sevk eder. Bayram günleri; Mina’da, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hazret-i Hâcer Vâlidemiz ve Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’ın kendilerini kandırmaya tevessül eden şeytanları taşladıkları mahallerde şehrâyinlerle geçer. Allah Teâlâ tebcîl edilerek; huccâcın derûnundan kopan yüz milyonlarca taş; nefis, kötülükler ve zulümlerin üzerine yağdırılır. Bütün gayr-i meşrûluklar reddedilir. Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’a ikāme olarak indirilen koçun kurban edildiği yerde, ilâhî davete icâbetin şükrünü edâ sadedinde hac kurbanları kesilir; kulluğun nişânesi olarak tıraş olunup ihramdan çıkılır.

Haccın iki rüknünden diğeri olan «ziyaret tavâfı», «nazargâh-ı ilâhî» olan gönül Kâbe’sinin temizlenmesi ve bu makama lâyık hâle gelmesi için, son bir gayretle edâ edilir.

Artık ufukta beliren vedâ zamanı, mânevî lezzetlerle mest olmuş gönülleri hicran ateşi ile yakar. Değil mi ki; fânî hayat her ânı ile, med ve cezirlerle dalgalanan bir ayrılıklar silsilesidir.

Vedâ tavâfı; huccâcın ayrılık ateşi ile yandığı, his yoğunluğunun yine zirvelerde seyrettiği hâlet-i rûhiye içerisinde edâ edilir.

“… Yâ Rabbî! Kâbe’ne yaptığım bu ziyareti son ziyaret kılma; rahmetinle tekrar nasip et…” Hıçkırmaların, ağlamaların birbirine karıştığı, boşanan gözyaşları ile rûhun sekînete daldığı şavtlar, niyaz ve tazarrûlarla tamamlanır. Artık ayrılık hüznü ile tekrar kavuşma ümidi, hissiyâtın cevelân ettiği iki nirengi noktasıdır.

Elvedâ, ey Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fem-i saâdetlerinin izini taşıyan Hacer-i Esved.

Elvedâ ey Mültezem;

Elvedâ ey Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın mübârek ayaklarına basamak olan Makam-ı İbrahim;

Elvedâ ey Altınoluk, Hatim ve Rükn-i Yemânî;

Elvedâ ey müslümanların her an ufukların ötesinden müşâhede gayretiyle yöneldikleri, kâinâtın ilk mâbedi Kâbe-i şerif;

İlk vahye mekân olan ey Mekke-i Mükerreme; elvedâ…