BÂB-I İSMAİL VE TESLÎMİYET UFKU

Ahmet SÂDIK

Mevsim, aşk mevsimidir. Her yaprak bir hazandır. Sonbahar, her şeyin aslıyla ve toprakla buluştuğu vuslat zamanıdır. Mübârek beldelere hasret çeken, yürekleri Allah aşkı ile yanan ve gönülleri «Gül Yüzlü»ye hasretin elemiyle dolu olanların sefer zamanıdır. Davet olunanların kavuşma mevsimidir. Yürekten yakarışlara; «Gel!» denilmişse, vakit gitme vaktidir. Bu ulvî yolculuk; sadece mekâna yapılan yolculuk değil, mekân içinde zamana yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuk, kendimize yapılan uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ilk adımıdır. Hâl ehli der ki;

Hakk’ı arar isen kalbinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir…

Bu yolculuğa çıkan; mübârek beldelere ulaştığı zaman Kâbe’ye ve hayata, Bâb-ı İsmail’den, «İsmail teslîmiyeti ve adanışıyla» girebilmelidir.

Uçsuz, bucaksız ve susuzluktan kavrulan çöl ikliminde binlerce sıkıntılara rağmen Hâcer Vâlidemiz misâli sabır ve tahammülde âbideleşebilmeli, İbrahim Peygamber misâli ahdinde sâdık olmalı. Aşkla gitmeli, aşkla gelmeli, aşkla yaşamalı ve aşkla ölebilmelidir.

Rivâyet olunur ki:

Velîlerden bir ârif hacca gitmek istedi. Bu velî kulun bir de oğlu vardı. Oğlu babasına;

“–Nereye gidiyorsun babacığım?” dedi. O da;

“–Beytullâh’a gidiyorum.” cevabını verdi. Çocuk; «Beytullâh’ı gören muhakkak ki Allah Teâlâ’yı görür.» zannetti. Ve babasına dedi ki:

“–Ne olur babacığım, beni de götür.” Babası cevaben şöyle dedi:

“–Oraya henüz gidemezsin.”

Bunun üzerine çocuk ağlamaya başladı. Çocuğunun ağlamasına dayanamayan baba, onu da alıp götürdü. Ne zaman ki mîkāta vardılar. İhrama girdiler, telbiye getirerek Harem-i Şerîf’e dâhil oldular, Beytullah görünür görünmez çocuk ölü olarak yere düştü. Babası dehşetle;

“–Oğlum, ciğerpârem nerededir?” dedi. Beytullâh’ın bir zâviyesinden şöyle nidâ olundu:

“–Sen Beytullâh’ı istedin ve buldun, o ise Allâh’ı istedi ve buldu.”

Çocuk, onların arasından alındı. Yine başka bir ses de şöyle çağırdı:

“–O çocuk şimdi ne yerde, ne cennette, ne de bir boşlukta, belki o her şeye Kādir olan Allâh’ın yanında sâdıkların oturdukları yerdedir.”

Üniversite yıllarında Bursa’da yeni kurulan vakfımızda, bir kurban bayramında hizmet ediyorduk. Üç arkadaş, kurbanlık koyunları bulundukları yerden bir kamyonete doldurup kurban kesim mahalline taşıyorduk. Her seferinde yüklemeden sonra kurbanlıkların yanına biniyor ve;

Yâ Rab haberin nerden alalım?
Bir kâmil mürşide varalım
Hakk’ın yoluna kurban olalım
Bir anda sabah olmaz ebedâ…

ilâhisini sesli terennüm ediyoruz. Birkaç seferden sonra bu üç arkadaştan biri;

“Yahu kardeşler biz her seferinde koyunlara bu ilâhiyi söylüyoruz. Her seferinde onlar kurban oluyor bizse geri dönüyoruz. Yazıklar olsun bize bir koyun kadar dahî olamadık!” dedi.

O gün tam idrak edemediğimiz sözü kardeşimiz öyle ihlâslı ve yürekten söylemiş ki birkaç yıl sonra hizmet aşkıyla din kardeşlerinin hizmetine gittiği Kafkaslar’da yine bir kurban bayramı günü hizmette aşk ve heyecanla koşarken elîm bir trafik kazasında Hakk’ın yolunda kurban oldu.

Aşk şairi Fuzûlî, yüreği Allah ve Peygamber muhabbeti ile dolu ve hayatını aşkla yaşayanların gönüllerine ne güzel tercüman oluyor:

Halk-ı âlem yılda bir kurban keserler ıyd içün
Dem-be-dem sâat-be sâat men Senun kurbânınam

Merhum şairimiz Mehmed Âkif’de de hac yolculuğunda kaleme aldığı Safahât’ın «Hâtıralar» bölümünde nakledilen «Necid Çöllerinden Medine’ye» şiirinde böyle bir aşkla çöllerde 4-5 aylık uzun bir yolculuktan sonra;

Yâ Nebî, şu hâlime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum.

(…)

Demir nikābını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş’ale? Nûrun mu? Yâ Rasûlâllah!

diyerek Ravza-yı Mutahhara’da can veren Sudanlı bir hacının hikâyesini anlatır.

Peygamberler şehri Urfa’nın mânevî ikliminde yetişmiş, tasavvuf terbiyesi görmüş olan, devrinde «Sultânu’ş-Şuarâ» unvanı olan şairimiz Nâbî’nin hac yolculuğunda yaşadığı bir hâdise vardır. Devletli birinin bir edep eksikliğini ve gaflet hâlini görür görmez içinden gelen bir ilhamla;

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu

Şiiri, bugünkü konuşulan dille şöyle ifade edebiliriz:

«Burada edepsizlikten sakın, çünkü burası Allah Habîbi’nin / Sevgilisi’nin diyarıdır, ilâhî bakışlarla süzülen makām-ı Mustafâ’dır.»

Bu mısralarla başlayan na’t-ı şerîfin ertesi sabah müezzinler tarafından Mescid-i Nebî’nin minarelerinden okunması ve Peygamber Efendimiz’in kendilerine rüyalarında söylediklerini ifade etmeleri ne büyük bir mânevî işaret ve lütuftur.

Mevsim hac mevsimi, ona kurban olma yolunda adanma mevsimidir. Bu mevsimde canın ve evlâdın yerine adanan kurbanlarımızla vazifelerimizi yerine getireceğiz. Belki de bu adanışın sembolü kurbanlarımızı dünyanın dört bir tarafına; Kafkaslardan Balkanlara, Orta Asya’dan Orta Doğu’ya, Afrika’ya yayılan geniş bir coğrafyadaki kardeşlerimizle paylaşacağız. Kurban; sadece bir miktar para ödemekle yapılan bir vazife değil, büyük bir teslîmiyet ve adanışın sembolüdür. Kurban; aklı kalbe teslim etmek ve aziz olan candan, en sevgili için vazgeçmektir. Kurbanı; müslüman kardeşleri için büyük bir sevgi ve muhabbeti paylaşmanın bir eseri olarak görmenin, hayatımıza yeni bir anlam ve his derinliği katacağı muhakkaktır.

Kurbanlarımız Rabbimize adanışımıza vesile olsun, haclarımız mübârek olsun. Muhammed İkbâl’in dediği gibi;

“Hacılarımızın mübârek topraklardan ülkelerine takke, tesbih ve zemzemler yanında; Hazret-i Ebûbekir’in sadâkatini, Hazret-i Ömer’in adâlet duygusunu, Hazret-i Osman’ın hayâsını ve Kur’ân’a bağlılığını, Hazret-i Ali’nin büyük ilim aşkını ve îman heyecanını getirmelerini temenni edelim.” Buna, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.