YANLIŞ KUVVET…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir dağ virajında büyükçe bir kayaya çarparak hurdaya dönmüş bir arabanın her parçası çığlık hâlindeydi.

Kaporta, buruşturulmuş kâğıt gibiydi. Motor, çöp bidonuna dönmüştü. Frenler, yolunmuş ot misâli darmadağındı. Camlar, rüzgâr yemiş kum taneleri gibi etrafa parça parça saçılmıştı. Gaz pedalı yerinden fırlamıştı. Direksiyon, sekiz şekle dönmüştü. Tekerler ise cılız bir balon misâli patlamış, yığın hâline gelmişti.

Hepsi birbirine feryat ediyordu:

–Ey teker! Yaptığını beğendin mi? Paha biçilmez değerimizi hurdaya çevirdin! Beş paralık ettin güzelim arabayı.

–Benim suçum ne? Bütün suç direksiyonda.

–Hop hoop! Frenlerin tutmaması benim suçum mu?

–Heey direksiyon! Arsız gaz pedalı, beni dinlemedikten sonra ne yapabilirdim?

–Ey fren! Ben hız yaptım ama kaportanın ve motorun bu kadar kof olacağını bilemezdim ki!

–Dur hele gaz pedalı! Bu çarpmaya dayanmak mümkün müydü? Başka araçlar olsa tozu kalmazdı.

–Ey kaporta! Ne konuşup duruyorsunuz, beni tuz-buz ettiniz?

–Sen sus, biz can derdindeyiz sen tutmuş cam derdini karıştırıyorsun!

Koltuklar, biraz tahrip olmuştu. Garip bir mantıkla devreye girdi:

–Lütfen, birbirinizi anlamaya çalışın. Hepiniz haklısınız. Fakat düşünün. Tekerin kim bilir ne derdi vardı. Direksiyon, belki çok yorgundu. Kaporta, galiba kendini çarpmaya ayarlayamadı. Gaz pedalı, doğrusu işini yapıyordu, böyle olması için bir kastı yoktu. Frenin de belki istirahat zamanına denk geldi.

Dostlar, bu konular etrafında biraz derinleşmek gerek. Psikolojik ve sosyolojik açıdan bu gerçekleri iyice tahlil etmek gerek. Her bir aksamın tabiî hakları var. Her birinin söylediklerini kaale almalı. Öncelikle; «Acaba niye böyle söylüyorlar? Söylediklerinde ne anlatmak istiyorlar?» diye sormak lâzım. Yani her birini anlamak gerek, doğrulamak gerek.

Motor daha fazla sabredemedi:

–Boşuna konuşuyorsunuz! Her dediğiniz kuru lâkırdı. Ey koltuk, sen de kes şu boş felsefeleri! Olan oldu. Dağılan dağıldı. Şu dağınıklıktan daha beter olan felsefelerinle bir de kafa dağıtma! Sus! Bari şu gerçek doğru okunsun da faydalı bir tecrübe zuhur etsin. Yapılan bir yanlıştan ikinci bir yanlışa sebebiyet verecek defolu bir tecrübe doğmasın boşuna. Bunu, hepimiz yerli yerince anlayalım ve anlatalım da, ustaların da işi kolaylaşsın, gafil şoför de meseleyi kavrasın.

Hurda olmuş parçaların hepsi başını indirdi:

–Aslında doğru söylüyorsun! Çünkü biz, düştüğümüz hâlden dolayı böyle boşuna eveleyip geveliyoruz. İşin gerçeğini de şüphesiz ki bu yüzden tespit edemiyoruz. Ey bizim beynimiz olan motor! Söyle, senin basîretin ne diyor, ne olur bizi de aydınlat!

–Arkadaşlar, biliyorsunuz ki, biz topluca aynı bütünlük içinde işe yarıyorduk. Olan hâdiseyle ilgili her çeşit yan açıklamanın hükmü yok kadar var olsa da, gerçekte kilit problem, gaz pedalının gafil bir şoföre uyup da yanlış kuvvet kullanması. Hakkını ve haddini dengeleyememesi.

Tabiî gaz pedalının iradesi, gafil ve cahil bir şoförün eline geçtikten sonra artık onun da yapabileceği bir şey yoktu. Yoktu, ama bunu şoföre ne yapıp edip illâ hissettirmesi gerekirdi. Bu bakımdan kesinlikle kusurlu. Hakikat ortada: Gaz pedalının, gafil şoförden aldığı yanlış kuvveti, fırsat addedip de iradesizce kullanması, neticede kuvvet değil, felâket olmuştur. Gaz pedalını yanlış kuvvetle gaza getiren gafil şoför, zaten suçlu. Ama gaz pedalı, mutlaka doğru alârm vermeliydi. Tekerler de buna iştirak etmeliydi, bütünü oluşturan diğer kısımlar da. Fakat bunlar gerçekleşmedi. Sonunda yanlış kuvvet, yapacağı tahribatı yaptı ve hepimizi hurdaya çevirdi. Hâlbuki, doğru kuvvet elinde araba o kadar değerli işler yapıyordu ki! Kıymeti de o kadar yüksekti ki! Şimdi ise yanlış kuvveti kuvvet zannedip kullanmanın âcizliği, perişanlığı ve güçsüzlüğü içinde üç kuruş bile etmez…

Bu gerçek, her trafikte yaşanan bir hisse.

O hurdaları ve şu ana kadar birikmiş diğer hurdaları vicdan itibarıyla konuştursak, daha nice hikmetler ve hisseler çıkar ortaya. Ancak bize bu kadarı bile kitaplar dolusu tecrübe aktarıyor. Hele, çöp bidonu hâline gelen motorun itirafı ve dile getirdikleri, çok şey söylüyor.

Basîret kulağına şunları ifade ediyor:

Kuvvet lâzım elbette. Fakat doğru kuvvet lâzım. Eğer kuvvet yanlışsa Allah muhafaza.

Nedir bu?

Bu; insana yanlışlar, hatalar yaptıran kuvvet. Ya da yaptığı yanlışla şer tarafını kuvvetlendirmek ve günah işledikçe adamın kendisini daha güçlü hissetmesi…

Evet kimileri, günah işledikçe kendini daha güçlü hisseder. Oysa günahta hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Var zannedilen sadece izâfîdir, hayalîdir, şeytan gazıdır. Allâh’ın karşısında kuvvet mi olur?

Olmaz elbette!

Kesinlikle olmaz!

Bu gerçek; her idrâkin, bilhassa eğitim idrâkinin en büyük şuuru olmalı.

Çünkü eğitim idrâki, uyguladığı metoda göre netice alır. Bir metot vardır, hata ve suç işlemeyi talebede kuvvet ve maharet olarak algılatır. Bir metot da, doğruluk ve başarıyı.

Birincisi, suçluları artırır ve kuvvetlendirir. İkincisi suçluları en güçsüz tipler hâline getirir ve onların düzelmelerine, kurtarılmalarına vesile olur.

Bu, tamamen metotla alâkalıdır. Yoksa her iki eğitim davranışı da aslında suça karşıdır.

Ancak;

Suça karşı olmak yetmiyor.

Karşı olurken özellikle büyük bir basîret ile hareket etmek ve suçu kuvvetlendirici bir metot kullanmamak gerekiyor. Kimse böyle bir metot kullandığını söylemez. Fakat neticeler bunu insanlık tarihinden beri haykırmaktadır. Ancak bu haykırışları iyi duymak ve metotları, gerçekçi ve en doğru tecrübî perspektiften mutlaka tanımak gerek.

Bunun için ilk olarak şu hakikati çok iyi kavramalı:

Suçu kuvvetlendirici metot kullanan eğitim idrâki; suça herkesten daha tepkili, öfkeli, karşı, düşman, ezici ve tedbirli olsa da boş!

Çünkü sadece bu hâller suçu ortadan kaldırmaz. Bilâkis besler.

Peki suçu kuvvetlendiren metot ne? Zayıflatan metot ne?

Bunun çok yönü var. En önemlisi şu:

Suç işleyene sakız verip vermemek.

Suça karşı en yasakçı ve tepkili olan bir eğitim idrâki, eğer metodunda suçlulara sakız verme boşluğu varsa ne yapsa nâfile! Çünkü suç; çiğneyecek sakız bulduğu sürece en ağır yasak ve cezaları bile delip geçecek bir dinozorluk, hattâ vicdansız bir timsahlık, hattâ kahpe bir vampirlik kuvveti dahî elde eder.

Peki, böylesine fecâate sebep olan sakız meselesi ne? Nasıl bir sakız bu?

Bu sakız; özetle suç işleyenin, pişmanlık ve nedâmet duyacağı yerde ya gaflet, ya cehalet, ya da arsızlık sebebiyle bir şekilde kendisini haklı görmesine imkân bulmasıdır. O imkânı bulduğu ortam veya ortamlarda suçluyu durdurmak artık mümkün olmaz. Herkes kendini haklı görür, özellikle suçlular, kendilerini daha fazla haklı kabul ederler.

İşin içine haklılık girince de, kimse insanı o yanlıştan vazgeçiremez. Çünkü gafil insanı uyduruk haklardan vazgeçirmek, neredeyse imkânsız gibidir. İnsanoğlu gaflete düşmeyegörsün, uyduruk hakları elden kaçırmamak için o kadar çok tabiî hakları ve nimetleri bile teper ki, küflü bir teneke için hazineler fedâ eden ahmaktan farksız olur. Çünkü yanlış haklılık için imkân bulanın durumu ve kuvveti çok farklıdır. Yanlış kuvvetin verdiği enerji ile çalışan akıl ve gönlün işleyişi, düşünüşü ve karar verişi, tamamen matematik dışı ve mantık dışıdır. Onun tek bildiği ve okuduğu gerçek, ancak yanlış haklılığın yanlış kuvvetini sonuna kadar kullanma derdidir. Gariptir, dünyanın en cânîsine onu idam ederken sormuşlar:

–Bak, neticede senin de hayatına mal oldu işlediğin cinayetler!

Demiş ki:

–Hayır, ben cinayet işlemedim. İnsanlara iyilik yaptım. Çünkü ben insanlara karşı zararlı ve kötü olan kimseleri öldürdüm.

Bakın adamın haklılık sakızına.

O, bu sakızı bulup çiğnedikçe hiçbir nasihat, hiçbir yasak ve hiçbir ceza kâr eder mi? Etmez elbette.

Ama;

Ağzından o sakız bir alınabilseydi, o şahıs sinek bile öldüremezdi.

Misâli işte:

Hazret-i Ömer kızını gömen bir adamken Dicle’deki koyunun derdine düşen bir gözü yaşlı merhamet âbidesi nasıl oldu?

Tabiî ki;

İslâm’ın suça sakız vermeyen metoduyla.

Maalesef, bugün eğitimde bu gerçeği anlamayanlar, bir yanlışı düzeltirken onu daha güçlendirici bir davranış içinde olabilmektedir.

Oysa suça kuvvet vermek, ona karşı olmaktan daha zararlıdır.