TEVÂZUUN İHTİŞAMI…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Dünya coğrafyası üzerine serilmiş bir Türkmen kilimidir Anadolu…

Zaman, bu kilimin nakışlarında gösterir kendini. Kimi zaman bir düğüme kırk kirkit vurulur, kimi zaman çözülür seyrek atılmış bir ilmek…

Bir özge ömürdür Türkmen kilimi. Biri biter, biri başlar… Mor cepkenli ergen kızların, al yazmalı gelinlerin diz çöküp kirkit vurduğu tezgâhların başında şekillenir duygular… Renklerinde sevdanın aydınlığı, düğümlerinde sabrın semeresi, kirkit vuruşlarında zamanın nabzı zonklar…

Bir başkadır Türkmen kilimi. İlmeklerinde umutların kökboyalı rengi belirir, motiflerinde ipek yeleli nice küheylan sevdalar delirir…

Her ilmeğinde gizli bir sevdanın çözülmez kördüğümü, her çatkısında bir umudun uzayıp giden çizgisi, her motifinde elif elif bir ömrün yazgısı okunur…

Oyalarla oyalar özlemlerinin sabırsızlığını Anadolu’da ergen kızlar. Allı-pullu, güllü-dallı oyaların oylumunda gizlenir umutlar ve sevdalar…

Gergeflere maharetle işlenen bahar dallarında aydınlanır ebemkuşağının yedi rengi. Kınalı parmaklar; güvercin kanadından düşmüş telekler gibi çırpındıkça motiflerin üzerinde, gül dudaklar motif gibi mâniler dizer gizli sevdalara… Sesinde bengisuların çağıltısı, söyleminde acı ile karışık tatlı bir sitem vardır mânilerin…

Bir sevdadır Anadolu. Ayrılık, ezelî engelidir bu sevdanın… Ayrılıklarla tatlanır vuslat, sitemle şerbetlenir hasret…

Altına tarihi sermiş, üstüne gök kubbeyi örtmüş, uyuyan bir dilberdir Anadolu…

Bir dilber ki; Konya sarısı saçlarını Erzurum beyazı sînesine dökmüş, Amasya yanaklarında Edremit beni gamzeleşirken, Tekirdağ dudaklarıyla gülümsemekte sevdalısına… Belini üç denizden büklümlü gökçe kemeri sıkarken, dimdik Erciyes göğsünü bir bulutla örten bu dilber; her dem genç ve güzel kalan anadır, bacıdır, yârdır… Ne varsa onda vardır…

Yelelerini en azgın fırtınalara taratan atların nal sesleridir toprağın nabzı. O atların toprak tenli, toprak gönüllü yiğit binicileridir bu toprağa can ve kan verenler…

O yiğitler ki; zalimin beynine bir yıldırım gibi inerken, mazlumun karşısında bir merhamet bulutu olup ağlarlardı…

O yiğitler ki; dağların beline dolam dolam kuşak olur, uçurumların iki yakasını birbirine bir kemerle bağlarlardı…

O yiğitler ki; bugün;

«Toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duran» atalarımızdır…

Onlar ki; tımar etmedikleri ata «binek», imar etmedikleri toprağa «vatan» demezlerdi…

Onlar; bire yüz veren bereketi alın terleriyle suladıkları toprakta buluyorlardı. Uçurum-uçurum azgın ırmakları adımlarına uygun yay gibi köprülerle aşarken, bulutların saçlarını yoluyorlardı. Taş gibi katı yüreklerin, sabırla işlenen gönül tenli taşlarla yükselen mabetlerin gölgesinde pamuk gibi yumuşayacağını biliyorlardı…

Tarihimiz yüz akımızdır… Ecdad mirasıyla ne kadar övünsek yeridir. El sanatlarından mimarîye kadar her şeyde biz varız ve bizi biz eden ruh…

Erzurum’daki Çifte Minareler ile Divriği’deki Çifte Minareler; çifte su verilmiş ve aynı usta elinden çıkmış birer kılıç gibi kınlarında medeniyetimizin sessizliğini uyumaktalar…

Yüzyıllara meydan okuyarak ta günümüze kadar tek taşı düşmeden ulaşan Diyarbakır’daki on gözlü Dicle (Zergan) Köprüsü ile Meriç üzerindeki Uzunköprü, sessiz gözyaşları gibi gözlerinden akıp giden Dicle ve Meriç ırmaklarına aynı ruhla kardeşliğin türküsünü söylemektedirler…

Bitlis ile Tatvan arasındaki Delâl Hanı ile Konya’daki Kadın Hanı, ya da Bilecik sınırları içindeki Vezir Hanı ayrı düşmüş üçüz kardeş değil de nedir?..

Deniz fenerleri, saat kuleleri, saraylar, kasırlar, hanlar, hamamlar, şifâhâneler, camiler, mescidler, kısaca ibâdethanelerle ikâmethâneler…

Mimarından dülgerine, ustasından amelesine kadar o eserlere el emeği, göz nûru ve biçim verenlerin ruh ve gönül birlikleri değil midir kapıların alınlıklarına, köprülerin kemerlerine, evlerin cumbalarına, camilerin minberlerine yansıyan?..

Kilime görkemi nakşeden iği, oyaya sevdayı işleyen tığı, taşa sanatı oyan murcu tutan el aynı el, sanatı sevdaya dönüştüren gönül aynı gönül değil midir?..

Batı mimarîsindeki gizlenmez kibrin hançer sivrilikleri bizim mimarîmizde yoktur. Haçlı Seferleri sırasında tüm Haçlı ordularının birleşme ve hareket noktası olan Köln’deki Dom Kilisesi’nin burçları; kin ve öfke şimşeklerinden süzülen ateş sarkıtları gibi bulutları delmekte iken, Eyüp Sultan ya da Süleymaniye’nin mimarî yapısında kendini hissettiren kucaklayıcılık her inanç ve düşüncedeki insanları engin sükûnuyla sarıp sarmalamaktadır…

Batı mimarîsinde göze çarpan aslan, kartal ve ejderhâ figürlerinin yerini, bizim mimarîmizde lâle-sümbül gibi zarif çiçekler, sert taşlara murçla işlenmiş ibrişim yumuşaklığı görünümündeki görkemli motifler almaktadır…

Katedral burçlarının mızrak gibi kin ve kibrini, camilerimiz yay gibi hoşgörü kavislerinde eritip sevgiye dönüştürmektedir…

Bizim mimarîmizde «ben»i «biz» eden hasletlerimiz vardır. Dünyanın neresinde olursa olsun, göreceğiniz bir ata mirası eserde bu hasletin tüm öğelerini görebilirsiniz…

Bir han, bir saray, ya da bir caminin geniş kapısının önünde durup, gözlerinizi kısarak şöylece bakarsanız; sevgi ve hoşgörünün Mevlânâ meltemiyle bir tennûre gibi savrulduğunu, taşlara oyulmuş motiflerin Yûnus tevekkülüyle birer derviş gibi boyun büktüğünü görebilirsiniz…

Ancak, mimarîmizdeki bu enginlik bir ezikliğin ifadesi olarak algılanmamalıdır. Mezar taşlarımızdaki o uhrevî teslîmiyette bile büyük bir ihtişam göze çarpar. Bu ihtişam tevâzuun ihtişamıdır…