GÖNLÜMÜZ HANGİ DAVETTE?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Duymuş veya okumuşsunuzdur:

İstanbul’a ziyarete gelen bir turist, Sultanahmet Camii’nde yanık bir ses ve muhteşem bir âhenkle okunan bir öğle ezanının güzelliği ve etkileyiciliği karşısında âdeta kendinden geçer. Rûhunu saran her ezan cümlesinde gönlü îman iklimine doğru çağlayan gibi akmaya başlar. Aklı ve nefsi; «Yahu sen hıristiyansın, kendine gel!» dese de kalbi; «Böylesine muhteşem bir davete sahip olan bir dîne îman etmemek ne mümkün!» şeklinde mukabele eder.

Ezan bittiğinde onun gönlünde hidâyet sıçrayışları başlamıştır. Bir yanda aklının ve nefsinin itirazı diğer yanda kalbinin iştiyakı. Adamcağız rastgele dolaşmaya koyulur. Ne yapacağına karar verecektir. Fakat İslâm ile alâkalı hiçbir bilgisi yoktur. Sadece dinlediği davet sesi ve güzelliği. Vakit ilerledikçe onun tesiri damarlarına daha derin bir nüfuzla yayılmaktadır. Sultanahmet’ten iyice uzaklaşmış, farklı bir semtin ara sokaklarını adımlamaktadır. Müslüman oldu olacak bir vaziyettedir. O esnada;

Bir ezan daha başlar.

İkindi ezanı.

Ara sokaklardaki küçük bir cami minaresinden.

Fakat bu ses ve okuyuş, Sultanaahmet’tekinin tam tersinedir. Sadâ çok bet, makam da çok bozuktur.

Adam birden durur. Dikkatle ve alâkayla dinler. Aklı ve nefsi de aradığını bulmuş gibi onu oraya mıhlar. Ezan bitene kadar yerinden kıpırdamaz. Sonra camiye koşar, doğru müezzinin yanına. Ona okuduğu ezan dolayısıyla teşekkür eder ve eline birkaç altın sıkıştırır. Müezzin, hiç rastlamadığı bu durum karşısında şaşkındır, sorar:

–Bu ne için? Hayrola?

Adamcağız cevap verir:

–Sizin sayenizde îmânımı kurtardım. Siz olmasaydınız az daha müslüman olacaktım.

–?!.

Bu hâdise, erbabınca güzel ezan okumanın ehemmiyeti açısından bilvesile dile getirilir. Ancak burada hıristiyan turistin de anlayamadığı gerçek şudur:

Davetin şekli mühim fakat asıl mühim olan, neye davet edildiğimiz. Çünkü davetin şeklinde her zaman farklılık, aksaklık veya tam liyâkat olabilir de olmayabilir de. Bazen çok güzel bir şeyin daveti çok hafif kalabilir, bazen de çok hafif ve basit bir şeyin daveti çok ağır ve mükemmel olarak gerçekleştirilmiş olabilir.

Bu durumda değer ölçüsü;

Davetin özü olmalı.

Çünkü genelde kötülük ve felâkete davet, gaflete ve cehenneme davetler, daha caziptir. Cafcaflıdır. Şatafatlıdır. Dünyevî olarak da bazen çok kârlıdır. Ama âhiret tarafı, sönük mü sönük, siyah mı siyah.

Hak ve hakikate davet ile hayra ve cennete davetler ise, bedellidir, dünya tarafı da cazibesizdir, fedâkârlık ister, zarar görünür, rahatsızlık getirir, sıkıntı getirir… Ama âhiret ufku tamamen parlaktır.

Ancak yüce davete gönül kulağını verenler bunu idrak eder. Âyette buyurulduğu gibi:

“Ancak kulak verenler daveti kabul ederler. Ölüleri Allah diriltir, sonra O’na dönerler.” (el-En’am, 36)

Eskiler ne güzel söylemiş:

“Namazda gönlü olmayanın ezanda kulağı olmaz.”

Niye?

Çünkü başka davetlere yönelmiştir.

Çünkü hayatın her safhası, sayısız davetlerle dolu.

Bir bakıma hayat demek; bin bir davet ve bin bir icâbet demek.

Kâh ihtiyârî, kâh mecburî.

Vâkıa;

Dünyada her neye koşsak, her ne yapsak, davet ve icâbetle.

Yediğimiz lokmalar bile iştihâmızı çekiş davetinde öne geçen gıdalardan oluşuyor. Bizi kendisine çekebilen şeyleri alıp yiyoruz. Diğerlerine karşı isteksiz oluyoruz.

Fakat tesir ve neticeler, daveti oluşturan muhtevâların değerine göre.

Bir davet ve icâbet, zirvelere taşırken bir diğeri yerin dibine geçirmekte. Biri insanı olgunlaştırırken biri hamlaştırmakta. Biri akıllandırırken diğeri delirtmekte. Biri gül gibi eylerken biri de çöl gibi eylemekte.

Biri cennete çıkmakta, biri cehenneme.

Yani;

Kötülük muhtevâlı çirkin bir davet, ona icâbet eden insanı da eşyayı da abus hâle getirmekte. Fakat iyilik muhtevâlı güzel bir davet de, ona icâbet edenleri bahar çehreli bir hâle dönüştürmektedir.

Meselâ, merkep ve karga sesi rûhu sıkmakta ve yüzlerin buruşmasına sebep olmaktadır.

Ezan sesiyse, tarifler üstü bir huzur ve tebessüm hâlinin sesi…

Davet seslerinin en güzeli…

Yerden göğe kubbeleri dolduran ilâhî davet. O; yeryüzünü kucaklarken gönüller bambaşka güzelliklerle, feyizlerle ve hakikatlerle doluyor.

Ezan sadâsı ki; günün netâmeli dünyasında insanın iç âlemindeki gürültüyü, lâhûtî bir sükûnet ve sekînete dönüştüren ve gönüllerdeki nice ıstırapları dindiren ulvî bir ses. Kâinâtın kalbi. Köylerin, şehirlerin, memleketlerin, ülkelerin can suyu, hattâ çiçeklerin bile.

Malûm, bu isimde bir çiçek de var;

Ezan çiçeği…

Bütün çiçekleri temsilen bir vazife icrâ eden bir çiçek. Günün diğer vakitlerinde çanak yaprakları âdeta kurumuş gibi kapalı ve büzüşmüş hâlde. Ama akşam vakti ezân-ı Muhammedî başlar başlamaz, bu çiçek; yapraklarını şevkle, neşeyle, tarifsiz bir huzurla ve bütün güzelliğiyle açmaya başlıyor. Ezan okundukça açıyor, açıyor. Sanki elleriyle ve gönlüyle semâya yönelmiş bir kul gibi. Ezanla ve ezanın davet ettiği yüce sevgiliyle buluşma ve konuşma ânında ibâdetle güzelleşen bir kul gibi…

Gönlü daima ezanda. Ezanla ilân edilen yüce davette.

Bu itibarla;

Yapısı sap gibi bir bitki olduğu hâlde ezan sayesinde tatlı ve mükemmel bir çiçeğe dönüşmekte.

Gönlü ezan davetine koşanların hâline bir ayna.

Ya başka başka davetlere koşanlar? Davetiyeleri hayli güzel, fakat mahiyetleri berbat olan davetlere koşanlar?

Çok mânidar!

Hayat filmi bir yerde mutlaka kesiliyor, fakat;

Köhne dünyada davetlerin ardı arkası kesilmiyor…

Çok tatlı davetler var. Şeker patlaması yapıyor.

Çok acı davetler var, tansiyon yükseltiyor.

Her şeyde bir davet.

Satıcılarda, alıcılarda.

Eğitimde, ilimde.

Ticarette.

Reklâm reklâm davetler, davetiyeler.

İyilikler de davet hâlinde kötülükler de.

Deniz kendine davet ediyor, hava kendine, cıva kendine.

Tabiî mühim olan, hak davet.

Ama bu ehemmiyet unutulunca;

Bazen insan davet edildiği şeye değil de, davetin cazibesine kapılıyor. Hayırlı bir işte neyse ama şer bir hususta davetin cazibesi, felâket. Hani, cehenneme davet şekli neredeyse cennetten güzel. İnsanlar o güzelliğe koşuyor, ama düşülen yer cehennem.

Bakın;

Hastalığa davet eden bir sürü gıda var, yiyecek-içecek var, fakat lezzetleri sıhhatten, sağlamlıktan daha çekici. Bunun için insanlar bir çırpıda sıhhatinden bile vazgeçip onlara koşuyor.

Hâlbuki;

Davet cazibesi değil, davet edilenin cazibesi veya cezbesi, felâketi veya nimeti, kısacası neticesi önemli. Davetiye cazip, davet şekli de cazip diye davete mevzu olan şey de cazip anlamına gelmez. Sigara; kimi gafil bulursa kendine cezbediyor, cazip şekilde davet ediyor, ama yaptığı icraat, sıhhatlere dinamit!

Buna benzer daha nice işler mevcut.

Hele bu devirde.

Çılgınca yapılan reklâm yarışları ile insanlar işin vitrininde köreliyor. Mutfaklara bakan yok. Böyle olunca sahtekârların bile reklâmlara göre değerleri çok yüksek, ama hâlleri bir o kadar alçakça. Görüyorsunuz; kimisi merhamet üzerinden reklâm yapıyor, fakat en acı zulüm ve gaddarlığı sergilemekten çekinmiyor. Kimisi şifâ dağıtmak üzerinden reklâm yapıyor, fakat mikropluğun âlâsını gerçekleştiriyor. Kimisi eğitim üzerinden reklâm yapıyor, fakat insanı yontulmamış bir kütük hâline getirebilmek için olmadık şeylere imza atıyor.

Bütün bunlar, gönüllerin hangi davette olup olmadıklarına göre kişiliklere yerleşmiş insan davranışları. Bu davranışları Hazret-i Mevlânâ, basîretli bir şekilde tanıtır:

“Şunu bilmiş ol ki:

Allah; kimi kendisine davet ederse, o kimse mümkün olduğu kadar bütün dünya işlerinden vazgeçer de Hakk’a yönelir. Ve her kim Cenâb-ı Hakk’ın lutfuna mazhar olursa Hakk’a yaklaşmak imkânını bulur, dünya işlerinden, dünya dedikodusundan kurtulur.

Fakat;

İlâhî sırlardan kendisine bir şey verilmemiş olan, nasıl olur da cansız bir varlığın inlediğine inanır! İnanmaz.

O kişi mecburen; «Evet.» der ama gönülden değil; kendisine münafık demesinler diye inanmış görünür, onu-bunu kandırmak için; «Evet.» der.”

Yani;

Doğruluk / gayret / vazife / insâniyet gibi güzel haslet ve mes’ûliyetler husûsunda söz üstüne söz vererek muhatabı inandırmak için bir sürü «evet/tamam» elbiseleri giyer. Giyer de hiç beklenmedik yerde onları çamura batırır, yapacağını yapar. Bir de şeytan gibi kendini savunarak temizleri suçlar. Çünkü o, nefsinin ve iblisin davetine uymuştur.

Böylelerini Hazret-i Mevlânâ, ince ince ikaz eder:

“Ey dünya işlerine dalmış, dünyalık için birbirleri ile kavgaya tutuşmuş gafil kişiler, kavgacı kuşlar! Hepiniz de doğan gibi bir padişahın, yani kâmil insanın davet sesine kulak verin!

Haydi şu çekişmeyi, şu ayrılığı bırakın da her yandan birliğe doğru yönelin, rûhunuz şâd olsun!

Nerede olursanız olunuz, yüzlerinizi O’nun tarafına döndürün. O, sizi huzurdan men etmedi ki!

Fakat bizler kör kuşlarız, çok da terbiyesiziz. Meğer zamanın üstün insanını hiç tanımamışız.

Baykuşların doğanlara düşman oldukları gibi, biz de velîlere düşman olmuşuz da, bu dünya harâbesinde yerleşip kalmışız.

Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.

Hâlbuki bütün kuşlar (bütün Hak âşıkları) Hakk’ın nûru ile nurlanmışlardır. Onlar hiç suçsuzun kanadını yolarlar mı?

Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar âcizlere, güçsüzlere yem taşırlar. O kuşlarda, yani velîlerde ayrılık, kin güdüş yoktur; o kuşlar çok hoş kuşlardır.

Onların kargası bile, görünüşte kargadır ama aslında himmet doğanıdır.

Onların «lek lek» diyen leylekleri de zan ve şüpheyi tevhîd ateşi ile yakarlar.

Ey kötü yarasa! Hak nûru olan velîlere bende ol da ömür boyu karanlıkta kalma!

Sen has kulun tarafına bir arşın gidecek olursan, sen de arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.

O has kulun tarafına topallaya topallaya, sürüne sürüne gitmeye çalışırsan, sonunda bütün topallıktan kurtulur, sürünmeyi bırakır, ayağa kalkarsın.

Bunun için vakit kaybetmeden kâmil insanın davet sesine kulak ver!”

Zira kâmil insanın davetine kulak ve gönül veren, kendini kötü davetlerin âfetinden kurtarır.

Çünkü bir gönül, ilâhî davete kulak kesilince; içindeki bütün hamlıklar birer birer olgunlaşır. Zehirli dikenlik gibi olan hırsı ve pintiliği, gül bahçesi gibi bir cömertliğe dönüşür. Güzel amelleri yakıp bitiren haset ateşi, çirkin amelleri temizleyen tevbe ırmağı hâline gelir.

Şüphesiz ki yüce davetlere gönül verenler; zâhiren yoklukların içinde bile olsalar, hakikatte bitip tükenmeyen bir kanaat zenginliği içinde yaşarlar. Allâh’ın kullarına düşmanlık ve kibir alevlerini, dostluk ve tevâzu katreleriyle söndürürler.

Hele, Hazret-i Peygamber’in davetine can atanlar, cansız düşmezler. Çölleri bile gülşene çevirirler. Nefis denen cehennemi, gönül yağmurlarıyla alt ederler. İçlerini; her köşesinde hakkı şakıyan bülbüllerle, hakkı tesbîh eden yemyeşil bitkilerle, çemen ve çiçeklerle donatarak birer ebediyet cenneti hâline getirirler.

Çünkü gönlü Hazret-i Peygamber’in davetinde olanlar, kalplerini puthane eylemezler. Onlar, içlerini bilhassa nefsâniyet putlarından temizlerler. Peygamber nasıl Kâbe’yi putlardan temizledi ise, onlar da gönül kâbelerini aynı şekilde pâk ederler.

Lâkin;

Şeytânî sese kulak verenler ve nefsâniyet fısıltılarına gönül kaptıranlar ise; kalplerine sekiz değil milyonla cennet konsa, hepsini kül edip yele verirler. Simsiyah ve körkütük olurlar. Allâh’ın davetine sağır kesilirler.

Oysa;

Allâh’ın, kullarına daveti çoktur. İbâdetler, güzel ve sâlih ameller; insanlara yardım, infak ve ihsan, kanaat ve şükür gibi daha nice yüce hasletlere sayısız ilâhî çağrılar vardır. Buna rağmen sağır imiş gibi duymazdan gelip de ilâhî davetlerin mânevî ziyafetlerine uzak düşerler. Bunlar; zâhiren hazinelerin içinde bile yüzse, hakikatte aç gözlü dilenciler gibi yaşarlar. Kıymet ve değerleri, çöpe düşer.

Bilmezler ki bir gönül; ancak ilâhî davete teşne olursa, o zaman bize bizden daha yakın olanı görmeye başlar. Bilmezler de gaflet perdesi onlara öyle set çeker ki, burunlarının dibini bile göremezler. Güyâ uzaklara uzaklara bakarlar. Çok uzağı görmek keyfi ile terler dururlar, ama ayak bastıkları yerin farkında değildirler. Sonunda daracık bir kuytuya eyvah dahî diyemeden düşer, kalırlar.

Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi;

“Onları doğru yola çağırırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oysa görmezler.” (el-A‘raf, 198)

“Peygamberler, böyle kimselere diyorlardı ki:

«Bu inkârınız, sizin mânevî hastalığınız yüzündendir. Çünkü mânevî hastalık, insana körlük verir. Görüşe engel olur, perde olur.

Bizim davetimizi duydunuz, fakat elimizdeki şu hidâyet cevherini görmüyorsunuz.

Bu cevher, yani imânâ davet; kimin gönül gözünün kapalı, kimin gözünün açık olduğunu anlamak için, halka bir imtihandır. Bu sebeple onu, gözlerin önünde dolaştırıp duruyoruz.

Çünkü biz, Hak’tan gelen; «Yolunu şaşırmışları, doğru yola çağır!» emrine uymak zarûretindeyiz. Bu davetin kabul edilip edilmemesi bizi ilgilendirmez.

Nuh -aleyhisselâm-, tam dokuz yüz yıl kavmini îmâna davet edip durdu. İnkârcıların bir türlü kırılmayan inatları karşısında bıkmadı, yılmadı, davetten vazgeçmedi, hiçbir şekilde sessizlik mağarasına çekilmeye kalkışmadı.

Ay ışığının nurlandırdığı gecede, bedir hâlinde bulunan ay, köpeklerin havlaması yüzünden yürüyüşünü hiç aksatır mı?” (Mesnevî)

Aksatmaz da, bunu her idrak sahibi kavrayamaz. Çünkü;

“Bedenin meyli; yiyeceğe, içeceğe, yeşilliğe ve akarsularadır. Çünkü onun aslı onlardandır.

Rûhun meyli de mânevî hayata, hikmete ve mânevî olan bilgi ve mârifetedir. Çünkü onun da aslı onlardandır.

Yani;

Ruh; mânen yücelmek, yükselmek ister. Beden ise; kazanca, paraya, pula, yiyeceğe ve içeceğe düşkündür.” (Mesnevî)

Bu sebeple insanoğlu, kendisini aldatıcı başka başka davetlere kapılır. Başka yerlere ve davetlere kendini kaptıranlara ise Hazret-i Mevlânâ şu temsilî hatırlatmada bulunur:

“Bir köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse, o kapıya bağlanır, o kapının minnettarı ve hizmetkârı olur.

O köpeğe eziyet edilse, ona bir şey verilmese bile; o kapıdan ayrılmaz, oranın muhafızı ve bekçisi olur.

Âdeta o kapının çavuşu olur, orada yerleşir kalır. Bir başka kapının çevresinde dolaşmayı nankörlük ve küfür bilir.

O mahalleye başka bir yerden bir garip köpek gelirse, hemen o mahalle köpekleri bir araya toplanır, gelen garip köpeğe havlarlar; onu edebe davet ederler.

Ona;

«Ekmeğini yediğin kapıya dön! Orada yediğin nimetlerin hakkı, senin gönlünü oraya bağlamandır! Haydi git! Vakit geçirmeden yerine git, orada nâil olduğun nimetlerin hakkını yerine getir!» diye bağırırlar, onu ısırırlar.

Şimdi düşün;

Ey sana verilen mânevî yemekleri unutan kişi!

Sen de gönül kapısından ve gönül sahipleri kapısından kaç kere âb-ı hayat içtin, gözlerin açıldı?

Hatırlamıyor musun? O gönül ehlinin kapısından aldığın mânevî gıdalarla, mânevî zevklerle birçok defa âdeta mest olmuş, kendinden geçmiş bir hâlde ayrılırdın?

Fakat sonra ne olduysa oldu.

Tuttun, hırsa kapıldın! Ya da bir şeylere kızdın ve bağlı olduğun kapıya önem vermez oldun. Kendi benliğinin etkisinde kalarak o kapıda kusurlar gördün de, başka kapıların çevresinde dolaşmaya başladın.

Başka kapılarda atık yemekler için koşuyor, çanak yalayıcılık ediyorsun.

Oysa senin rûhunu besleyecek, seni zinde tutacak olan gıdalar, başka kapılarda değildir. Ait olduğun yerdedir. O yer, ehl-i dil kapısıdır. O kapıya sımsıkı sarıl ki, rûhun mânevî gıda ile güçlensin, ümitsiz işlerin düzene girsin, iyi olsun.” (Mesnevî)

İnsan, bunu az veya çok anlar. Fakat fânî ihtiyaçlar, telâşlar, içindeki çalkantılar, boş hevesler, nefsin fısıltıları vesâire; durmadan ayağını bağlar, tuzaktan tuzağa düşürür. Bu gerçeğe karşı gönülleri uyandırmak için Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey Yûsuf! Kurt huyluya aldanma!

Bu dünya sarayının yağlı, ballı tuzaklarına düşmemek, görünüşe aldanmamak ihtiyattır.

Bil ki bu fânî dünyanın ne tadı vardır, ne de tuzu. Bu dünya, emanet nimetleri ve geçici güzellikleri ile bizi aldatır, sihir okur, kulağa üfler. Şöyle der:

«–Ey nur gibi apaydın kişi! Gel, bize misafir ol. Ev senindir, sen de benimsin.»

Sen de tedbir ve ihtiyat edip ona de ki:

«–Midem rahatsız; dünya nimetlerinden daha fazla bir şey yiyemem, kendim de hastayım. Ey mezar gibi olan dünya, beni hasta ettin.»

Yahut şöyle de:

«–Benim başım ağrıyor; elindeyse sen bu ağrıyı geçirmeye bak. Hâlbuki sen, isteklerinle beni daha çok rahatsız ediyorsun. Baş ağrımı artırıyorsun.»

Velhâsıl;

Ne yap yap dünyayı başından sav.

Çünkü;

Bu dünya sana tatlı bir şerbet verecek olsa, ona zehir karıştırır, öyle verir. Bu yüzdendir ki, bedeninde yaralar açılır.

Sana, elli yahut altmış altın verse bile, ey balık gibi gafil olan kişi; o verdiği altınlar, baharatla tatlandırılmış çürük etlerden ibarettir. Seni avlamak için, onları oltasına takar da sana öyle uzatır.

Dünya sana ne verse, onu yalandan verir.

O hilecinin sözü, içi çürümüş ceviz gibidir.

O çürümüş cevizlerin takırtısı, senin aklını çeler. Çünkü yüz binlerce akıl onun için bir akıl bile değildir, yani dünya yüz bin aklı bile bir yola sokar.

Seni dünya ziyafetine davetleri, kuşlara çalınan ıslık bil! Avcı pusuda gizlenmiştir de, kuş gibi öter durur.

Ancak Allah hangi kuşa tedbir ve ihtiyat duygusunu vermişse, o kuş; o tuzağa aldanmaz.

Dağ keçisi ise; «Tuzak nerede?» diye koşar. Fakat koşarken tuzağa düşer, boğazından yakalanır.

Ey keçi! Hani; «Tuzak nerede?» diyordun; işte şuracıkta, gel de gör! Sen; ovayı görüyorsun ama tuzağı, pusuyu göremiyorsun.

Yeryüzünde küstahça, pervasızca yaşayanlar olmuştu. Ey insan! Yaşadıkları yerlerde dolaş da, onların kemiklerini, kafataslarını seyret!”

Hâsılı;

Gidip mezarlığa seyret, ceset yiyen böceği,
Cihanda olmaya bak, ey gönül, ezan çiçeği… (Seyrî)

O zaman insan, faydasız davetlerin zarara uğrayan kurbanı değil, daima faydalı davetlerin bahtiyarı olur.

İmtihan dolayısıyla hayır-şer, iyi-kötü, nimet-âfet, güzel-çirkin, doğru-yanlış, cennet-cehennem, sevap-günah, her şeyin iç içe olduğu bir dünyada bu bahsin kökleri ve dalları, uzar gider.

Noktayı basîretle koyalım:

Ya dikendir, ya da gül,
Ya şereftir ya da zül,
Perdenin ardına bak;
Hangi dâvette gönül? (Seyrî)