Şehirlerimizin Mânevî Atmosferi TARİHÎ CAMİLERİMİZ

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Mimarî, şehircilik ve medeniyetin gelişmesiyle ortaya çıkar. Bizim medeniyetimiz ilhamını İslâm’dan aldığı için şehirlerimizin merkezinde camiler yer alır. Cami ve minarenin yer almadığı şehirler, İslâm rûhundan yeterince nasiplenmemiş şehirlerdir. Bu sebeple ecdadımız, -üstad Yahya Kemal’in «Ezansız Semtler» başlıklı meşhur yazısında belirttiği gibi- bir yeri fethettiklerinde veya yeni bir şehir ya da mahalle kurduklarında orada ilk önce bir cami yapar ve onun çevresini; çeşme, han, hamam, mektep, medrese, hastahâne gibi yapılarla kuşatırlardı. Böylece o yerin çehresi birdenbire değişir ve bir İslâm şehri hüviyetini alırdı. Modern devirlerdeki yapılanmalarda buna yeterince dikkat etmediğimiz için ruhsuz ve köksüz şehir ve mahalleler ortaya çıktı. İstanbul’un sur içinde yer alan mahalleleriyle Ataşehir, Nişantaşı gibi semtler arasında yapılacak küçük bir mukayese bu hazin gerçeği ortaya koymaya yeter.

İstanbul’un eski semtlerinin her biri camileri ve mescidleriyle mânevî bakımdan nefes aldığımız müstesnâ mekânlardır. Öyle ki, bu semtler cami ve mescidleriyle hayat bulur, onlarsız bütün hayâtiyetini yitirirler. Meselâ Üsküdar’ı ele alalım ve bir an için bu semtimizin kalbinde yer alan Mihrimah Sultan ve Yeni Vâlide camilerinin olmadığını düşünelim! Başka bir şeyle doldurulması imkânsız bir boşluk ortaya çıkacaktır. Çünkü Eminönü’nden Üsküdar’a vapurla gelen bir yolcuyu iskelede öncelikle bu camiler karşılamakta, Eminönü’ne giderken de yine onlar uğurlamaktadır. Vapurun güvertesindeki yolcu, Eminönü’ne varana kadar onları ve minarelerini seyreder.

Mihrimah Sultan ve Yeni Vâlide camileri hakkında söylediğimiz husus, bütün tarihî camilerimiz için geçerlidir. Halk arasında «Kuş Konmaz» olarak bilinen sahildeki Şemsi Paşa Camii, minyatür gibi küçücük bir camidir. Ancak -şu anda tüp geçit inşaatı sebebiyle çevresi büyük ölçüde kapatılmış olmasına rağmen- zarâfet ve albenisiyle yeri doldurulamayacak alternatifsiz bir güzelliğe sahiptir.

Üsküdar’la başlamışken Üsküdar’la devam edelim:

Yukarıda adını andığımız leb-i deryâ camilerden başka bir de hemen sahilin gerisinde yükselen tepelerin mânevî bekçisi olmak üzere inşa edilmiş camiler vardır. Meselâ Şemsi Paşa’nın hemen üstündeki tepede yer alan ve fetihten hemen sonra yapılan Rûmî Mehmet Paşa Camii, Salacak’ın gerisindeki tepede Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii, Harem’in üstünde Selimiye Kışlası’nın yanında yer alan ve kışlanın da bânîsi olan Sultan III. Selim’e izâfetle anılan Selimiye Camii, daha yüksekte inşa edildiği için Üsküdar’ın merkezini kuş bakışı gören Atik Vâlide ve Çinili camileri…

Nedense tarihî camilerimizin içimizde oluşturduğu tahassüsler bir başkadır. Milletimizin Osmanlı geleneğine olan merbûtiyet ve meftûniyeti sebebiyle bugün de Osmanlı mimarîsi tarzında, husûsiyle mukarnaslar ve yarım kubbeler üzerinde yükselen merkezî kubbeli birçok cami yapılmış ve yapılmaktadır. Ama nedense bir türlü o eski rûhu verememektedirler. Neden acaba? Taş ve harç yerine demir ve çimentoyla yapıldıklarından mı? Yoksa tarihî camilerin yapı malzemelerine samimiyet ve ihlâs gibi unsurlar daha mı fazla karışmıştı da ondan mı? Yoksa kadîm olmalarının verdiği bir hürmet hissi mi mevzubahis? Bilinmez! Ama tarihî camilerin gönlümüzde ayrı bir yeri olduğu muhakkak! Meselâ yukarıda yeni yapılan hiçbir caminin adını anmadık. Hâlbuki oldukça gösterişli ve cesâmetli camiler de yapılıyor günümüzde.

Meselâ Konya’daki Hacı Veyiszâde Camii… İnşaatı yıllarca süren oldukça büyük bir camii. İnşa edildiği yıllarda en modern caddelerden biri üzerinde olması sebebiyle şehrin merkezini değiştireceği bile bekleniyordu. Hâlbuki beklenen olmadı. İş ve yerleşme mahallerinde değişiklikler olmakla birlikte Konya’nın an’anevî merkezi yine Kapu Camii’nin çevresi! Aynı şehrimizde yer alan Sultan Selim’in mehâbeti, Şerâfeddin’in zarâfeti ve Azîziyye’nin halâveti Hacı Veyiszâde’de hissedilmez.

Tarihî camilerimizin gönlümüze daha câzip gelişinin bir sebebi de, şüphesiz şehirlerimizin İslâmlaşmasını sağlayan büyüklerin mezarlarının yanında yükselmeleri ve onların adını taşımalarıdır. Meselâ İstanbul’da Eyüp Sultan, Diyarbakır’da Hazret-i Süleyman camileri ilk akla gelenler. Her ikisinin de ortak yanı, şehri fethetmek üzere gelen İslâm ordusunda şehâdet mertebesine ermiş bir askerin adını taşıması. İlki Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mihmandârı olan büyük bir sahâbînin, ikincisi ise yine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından «Seyfullah/Allâh’ın kılıcı» unvânı verilen büyük kumandan Hâlid bin Velîd’in oğlunun adını taşıyor.

Gerçi böyle mekânlarda tevessülde yanılgıya düşme gibi hurâfeyle karışık değişik tatbîkatlar görülebilmektedir. Bu sebeple zaman zaman hocalar tarafından bu yerlere bazı rezervler konulmaktadır. Ancak itikadî yanlışlıklara düşmeden bu mekânların mânevî havasını teneffüs etmenin yollarını bulmak, şehirlerimizin İslâmî veçhesini devam ettirmek için kaçınılmaz bir durumdur. Tarihî camilerimizi yaşatmanın ehemmiyeti de bundan ileri gelmektedir. Ancak onların yalnızca maddeten ayakta kalmalarını sağlamak yetmez. Çevrelerindeki tarihî dokuyu da korumak gerekir. Aksi halde cami de büyük ölçüde tahrip edilmiş gibi oluyor. Zira çevresinden fark edilmez hâle geliyor ve bütün anlamını yitiriyor.

Buyurun işte demin de zikrettiğimiz Selimiye Kışlası’nın yanındaki Selimiye Camii! Yanına gidesiniz de göresiniz! Gitmeden göremezsiniz! Çünkü apartmanlarla kuşatılmış hâlde. Hâlbuki eski gravürlerde etrafı ne kadar açık ve ne kadar ferah görülmektedir!

Kezâ Konya’daki Sultan Selim Camii ve Mevlânâ Türbesi’nin durumu… Yirmi yıl kadar önce yapılmış olan ve tamamen yanlış bir mimarlık projesi olan Mevlânâ Çarşısı, bu güzelim yapıların ufkuna bir kâbus gibi çökmüştür. Mevlânâ Çarşısı adıyla göz önüne gerilen o yığıntının çirkinliğini, Alâaddin Tepesi’nin kuzeyinde yer alan Adliye Sarayının yıkılarak tarihî dokunun ortaya çıkarılması sayesinde gördüğünüz iç açıcı manzarayla karşılaştırınca anlıyorsunuz. O semte yolunuz düştüğünde kendinizi Karatay Medresesi ve Akmescid gibi yapılardan oluşan tarihî bir dekorun içinde buluyor, âdeta 7-8 asır önceki Selçuklu’nun Konya’sında gezindiğiniz zehâbına kapılıyorsunuz. Aynı yerde başka tarihî eserlerin de gün yüzüne çıkarılması için çalışmaların sürdüğü müjdesini almanız ayrıca sevindiriyor sizi…

Bu vesileyle bazı şehirlerimizdeki tarihî mekânların restore edilip gün ışığına çıkarılmasının büyük bir hizmet olduğunu takdir hisleriyle belirtiyor ve bu yöndeki çalışmaların devamını temennî ediyoruz.

Tarihî camilerimiz…

Bize huzurlu mâzîmizi hatırlatan ve yine coşkulu ve huzurlu bir istikbâl için ümit ve moral veren mâbetlerimiz…