AŞKIN KİTABI

Dursun GÜRLEK dursun.gurlek@mynet.com

Son zamanlarda Türk medyasında görülen seviyesizliklerden, cehâlet örneklerinden birini de, sözüm ona «aşk haberleri» oluşturuyor. Çıplak kadın resimleri, magazin adı altında sergilenen rezil fotoğraflar; insanın hem midesini bulandırıyor, hem de göz zevkini bozuyor. Bazı gazetelerin, özellikle magazin ekleri umumhane bülteni gibi bir manzara sergiliyorlar. Okumak için değil de, bakmak için basılan ve dağıtılan bu yayın organlarında; üzülerek ifade edelim ki birçok kelimenin ırzına geçiliyor. Anlamı saptırılan, ulvî mânâsı süflîleştirilen «aşk» kelimesi işte bunlardan birini teşkil ediyor. Zina hâlindeki filân kadınla falan erkeğin haberini muhabir; «aşk yaparken yakalandılar» diye yazmaya utanmıyor. Sevgililerine «aşkım» diye hitap şaşkın ve taşkın gençlerin de bu güzel kelimenin, hakikî mânâsından bîhaber oldukları zaten biliniyor.

Gerçek aşkın ne olduğunu öğrenmek mi istiyorsunuz? Eğer bu konuda samimî iseniz işiniz çok kolay. Aşkın kitabını yazan sayısı belirsiz müellifler, nice büyük âlimler, halkımızın baş tâcı ettiği gönül sultanları; edebiyatçılar, şairler, mutasavvıflar size rehberlik yapmak için hazır bekliyorlar. Süleyman Çelebi; «Vesîletü’n-Necât»ıyla kurtuluşun Allah aşkıyla, peygamber sevgisiyle, «muhabbet-i Rasûlullah» ile mümkün olacağını ilân ediyor:

Bir kez Allah dese aşk ile lisan,
Dökülür cümle günah misl-i hazan.

Aşk ile gel imdi Allah diyelim,
Derd ile göz yaş ile âh idelim.

Ger dilersiz bulasız oddan necât,
Aşk ile derd ile edin es-salât,

Gel Habîbim Sana âşık olmuşam,
Cümle halkı Sana bende kılmışam.

Yûnus Emre -nâm-ı diğer- «Âşık Yûnus» mâşukuna duyduğu ilâhî aşkı ne güzel dile getiriyor:

Ben yürürüm yâne yâne,
Aşk boyadı beni kāne,
Ne âkılem ne dîvâne,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Gâh eserim yeller gibi,
Gâh tozarım beller gibi,
Gâh çağlarım seller gibi,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Ben yürürüm elden ele,
Dost sorarım dilden dile,
Gurbette hâlim kim bile,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Gurbet elinde yürürüm,
Dostu düşümde görürüm,
Uyanır melûl olurum,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Benzim sarı, gözlerim yaş,
Bağrım yara, ciğerim taş,
Hâlim bilen dertli kardaş,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Aşkın beni mest eyledi,
Aldı gönlüm hast’eyledi,*
Öldürmeye kasteyledi,
Gel gör beni aşk n’eyledi…

Ben Yûnus’u bîçâreyim,
Aşk elinden âvâreyim,
Baştan ayağa yâreyim,
Gel gör beni aşk neyledi…

Fuzûlî, aşktan başka her şeyi fuzûlî (lüzumsuz) kabul ediyor:

İlm kesbiyle pâye-i rif‘at,
Ârzû-yi muhâl imiş ancak,
Aşk imiş her ne varsa âlemde,
İlm bir kîl u kāl imiş ancak…

Kendisi de büyük bir âlim olduğu hâlde ilmin «kîl u kāl»den ibaret olduğunu söylemekten çekinmeyen Fuzûlî, aşkın câzibesiyle başının hoş olduğunu bakınız ne güzel dile getiriyor:

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib,
Kılma dermânım helâkim zehr-i dermânımdadır.

Niyazî-i Mısrî’nin niyazı, gök kubbemizde yüz yıllardan beri dalgalanıyor:

Zât-ı Hak’da mahrem-i irfan olan anlar bizi…
İlm-i sırda bahr-i bî-pâyân olan anlar bizi…

Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi…

Dünya vü ukbâyı tâmîr eylemekden geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi…

Biz şol abdâlız bıraktık eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi…

Kahr u lutfu şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,
Ol azaptan kurtulup sultân olan anlar bizi…

Zâhidâ, ayık dururken anlamazsın sen bizi…
Cür‘a-i sâfî içüp mestân olan anlar bizi…

Ârifin her bir sözünü duymaya insan gerek,
Bu cihanda sanmanız hayvân olan anlar bizi…

Ey Niyâzî! Katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın, ummân olan anlar bizi…

Sinan Paşa, ünlü «Tazarrûnâme»sinde «aşk»tan şöyle söz ediyor:

“İlâhî! Herkes merd-i âşık olmaz ve değme kalpte derd-i aşk bulunmaz. Aşk bir kimyadır, onun madeni can olur. Aşk bir cevherdir, onun mekânı kân olur. Aşk bir zevktir, onun da başka bir dili var. Aşk bir veşktir, onun da ayrı ehli var. Aşk bir cûştur, onun da şeydâları (delileri, dîvâneleri) var. Aşk bir hurûştur, onun da deryaları var. Her dil ki, aşka hâne ola, tîr-i belâya nişâne olur. Her gönül ki muhabbete makam ola, mihnet onda müdâm olur.”

Aşkın kitabı deyince akla ilk önce «Kitâb-ı Mesnevî» geliyor. Molla Câmî Hazretleri’nin;

“Peygamber değil ama kitabı var!” diye tarif ve tavsif ettiği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî; Mesnevî’siyle, Dîvân-ı Kebîr’iyle, Fîh-i Mâ Fîh’iyle, Mecâlis-i Seb‘a’sıyla, Mektûbât’ıyla Allah aşkını, Peygamber aşkını, aşkın aşkını, nev-i şahsına münhasır muazzam ve muhteşem bir üslûpla terennüm ediyor.

Öyleyse, aşk ne imiş; Mesnevî’yi oku da öğren. Âşık kimmiş, Dîvân-ı Kebîr’in sayfalarının arasına dal da gör. Âşıkla mâşukun hâlleriyle hâllenmek mi istiyorsun, Şems-i Tebrizî ile tanış ol. Hüsâmeddin Çelebi’nin rahle-i tedrîsine dâhil ol. Kendini Bahâüddîn-i Veled’in evlâdı kabul et. Ulu Ârif Çelebi’nin tarifine uy. Ahmed Eflâkî’den «Âriflerin Menkıbeleri»ni dinle. İsmail Ankaravî’nin, -nâm-ı diğer- «Hazret-i Şârih»in himmetine sığın. İsmail Rusûhî Dede’den feyz alan, aldığı feyzi vermekten büyük bir zevk duyan Şârihu’l-Mesnevî Tâhiru’l-Mevlevî ile Mesnevî bahçelerinde güller dermeye çalış.

Bendeniz, bu mübârek zâta yetişemediysem de, talebesi olan ve kendisi gibi «Mesnevîhan»lık görevinde bulunan Şefik Dede’ye (Şefik CAN’a) mülâkî oldum. Elini öpme bahtiyarlığına erdim. O sırada doksan yaşının üzerindeydi. Mülâkat sırasında;

“Artık âhiret âleminin nurlu ışıklarını görüyorum!” dediğini gayet iyi hatırlıyorum.

İsterseniz sözü yine aşka getirelim, Mesnevî’de yer alan şu beyitlere bir göz gezdirelim:

“Akıllı, fikirli kişiler; kılı kırk yardılar. Canla, başla, hey’et ilmini (kozmografya bilgisini) elde ettiler.

Tılsım, büyü, felsefe bilgilerini hakkıyla öğrenemediyseler de.

Mümkün olduğu kadar çalıştılar, elde ettiler. Bütün akranlarını, emsallerini geride bıraktılar.

Fakat aşk, kıskançlığından kendisini onlardan gizledi. Böyle bir güneş onlara görünmez oldu.

Gündüz vaktinde bile yıldızları gören keskin gözden bir güneş, yüzünü gizledi.”

Merhum Şefik CAN, Hazret-i Pîr’in bu beyitlerini şöyle açıklıyor:

“Hey’et ilminde (kozmografyada), felsefe ve diğer ilimlerde çok ileride olan, bilgi vadisinde, kılı kırk yararcasına çok derinlere dalan bilginler denemeler yaptılar, bir sürü eserler yazdılar. Fakat aşk ve sevgi; kıskançlığa kapıldığı için bunlardan kendini gizledi, görünmez oldu. Güpegündüz gökyüzünde yıldızlar gören, bu keskin gözlü âlimler, şaşılacak şeydir ki, parıltısını her tarafa yayan, her zerreyi aydınlatan büyük aşk güneşini görememişler, muhabbet ve sevgi nedir bilememişler.”

Güzel bir izah değil mi efendim? Evet evet güzel. Hem de çok güzel bir açıklama. Hiç şüphe yok ki, asıl güzellik aşkın sırrına ermektir, muhabbet deryasına girmektir. Ama unutmayalım ki bu da ilâhî bir nasiptir. Belli ki Allâh’ın sevgili kulları böyle bir nasiple nasipleniyorlar. Mahrum kalanlar ise, mahrumiyetlerinin zavallılığını, her vesileyle sergiliyorlar.

İsterseniz yine Şefik CAN’dan buna can alıcı bir örnek verelim.

Merhum diyor ki:

“Sadece, yukarıda geçen beyitlerin daha iyi anlaşılmasına sebep olur ümidiyle, sevgili okuyuculara bir hâtıradan bahsetmek istiyorum: Vaktiyle merhum ve mağfur Tâhiru’l-Mevlevî hocamın da muallimlik yaptığı Kuleli Askerî Lisesinde edebiyat öğretmeniyken, bir tabiat bilgisi öğretmeni vardı. Derste çok titizdi. Çeşitli nebatların (bitkilerin) yapraklarını çocukların defterlerine çizdirir; hayvanların, çiçeklerin ve bitkilerin sırlarla dolu yaşayışlarından bahsederdi. Çocukların ellerindeki bulunan bilgileri yeterli saymazdı. Başka kitaplardan da faydalanırdı.

Bir aralık elime Moris METERLINK (Maurice MAETERLINCK) adındaki bir yazarın «Arıların Hayatı» isimli kitabı geçmişti. Kitabı büyük bir merakla okuyor, notlar alıyordum. Bir gün yukarıda bahsettiğim tabiat öğretmeni ile beraber nöbetçiydik. Müzakereden sonra, öğretmenler odasında o arkadaşla yalnız kaldık. Kendisine dersi ile ilgili olduğu için, yukarıda adı geçen kitaptan aldığım notlardan okudum. Arıların sırlarla dolu yaşayışlarından çok heyecan duyduğumu, bu kitabın bir romandan daha fazla beni sürüklediğini söyledikten sonra;

“Aziz kardeşim, siz ne mutlu bir öğretmensiniz ki, bu esrarla dolu kâinâtın, insanı şaşırtan yönlerini derslerinizde açıklıyorsunuz. Allâh’ın, kâinâtı yaratan büyük sanatkâr; değil hayvanların ve böceklerin yaşayışlarındaki esrar, ağaçların bile yaprakları birbirinden farklı süslerle süslenmiş, çiçekleri çeşitli renklerde yaratmış, güzel kokularla doldurmuş. Siz; bir din dersi hocasından daha çok, çocuklara Cenâb-ı Hakk’ı, kendisini eserlerinin arkasında gizlemiş bulunan bu eşsiz sanatkârı sevdireceksiniz.” dedim.

Aldığım cevap beni şaşırtmıştı;

“Hocam.” dedi. “Biz bunları okurken ve okuturken senin gibi düşünmüyoruz, senin gibi heyecanlanmıyoruz. Gayet tabiî karşılıyoruz; «Bunları, tabiat böyle yaratmış.» deyip geçiyoruz.”

Hiç şüpheniz olmasın; tabiat öğretmeninin, tabiatın sırlarından bahsederken heyecanlanmayışı, tabiatının bozuk olmasından ileri geliyor. Aşktan-meşkten nasibi olmadığı için, akıllara durgunluk veren ilâhî sırları aklı-fikri olmayan tabiata havale ediyor. Bu satırları yazarken, Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi’ye izâfe edilen ve «Ayaklı Kütüphaneler» isimli nâçiz eserimde yer alan şu zarif fıkra aklıma geldi:

“Bir gün, hocaefendiyi ziyarete gelenlerden biri, şöyle konuşmuş:

«–Tıbbiye Mektebinde Allâh’ı inkâr ediyorlarmış. ‘Olanı biteni tabiat yapıyor.’ diyorlarmış.»

Hazret, hiç düşünmeden şu cevabı vermiş:

«–Öyleyse onlar Allâh’ın adını ‘tabiat’ koymuşlar! Çare yok, bir Allâh’a muhtacız!”

Elbette!.. Elbette!..

Tabiat da Allâh’a tâbîdir.

Tabiî ki!.. Tabiî ki!..

Olanlar feyzyâb-ı i‘tilâ âsâr-ı kudretten,
Alırlar hisse-i ibret temâşâ-yı tabîatten.