KUBBEYİ YERE KOYMAMAK

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Yıllar öncesine gidiyorum, Turgut CANSEVER’in bitip tükenmeyen heyecanını; insanları ikna etmek için durup dinlenmeden, yorulmadan, bıkmadan insanları, hükûmetleri, aydınları mimarî konuda aydınlatma çabalarını hatırlıyorum. Yaptığım televizyon programına katıldığında anlattıkları, Habitat süresi içindeki çalışmaları, bazı konularda hanımları, anneleri şuurlandırmak için hanım vakıflarında yaptığı toplantıları, konuşmaları, gazetelere ve dergilere verdiği mülâkatları… 1987 yılında Türk Edebiyatı Dergisi için yaptığımız röportajda; «MİLLÎ MİMARÎMİZ ASLINA DÖNMELİ» diyordu.

Ben şanslı bir neslin genciydim. İstanbul’a geldiğim zaman, İstanbul; Osmanlı devrinden kalan ihtişamını bozulmadan yaşıyordu. Üsküdar’da oturuyorduk. Sokaklarda irili ufaklı ahşap evler, evlerin bahçeleri, renk renk çiçekler, her mevsimde bahçelerden sokağa yayılan güzel kokular… Zenginle dar gelirlilerin aynı sokakta birbirlerinden farklı olmayan hayatı… İsrafın, gösterişin, kabalığın uğramadığı sokaklar… İslâm ahlâkını yaşayan insanların saygı, sevgi ahlâkî değerlerle bütünleştiği yıllar… Sonra şehirlere olan göçün ciddî bir şekilde ele alınmadığı yıllar… Hükûmetlerin şehirlerin gelişmesine uygun projeleri yoktu. Yozlaşmaya karşı devrin aydınlarının feryatlarını yetkililer duymadı veya duymak istemedi. Abdülhak Şinâsî HİSAR, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi TANPINAR, Nihad Sâmi BANARLI ve diğer kıymetli aydınlarımızın feryatları o yıllarda çıkan kültür dergilerinin sahifeleri arasında kaldı.

Bugün, o yılların dergi sahifeleri arasında kalan bu yazıları mimarlık fakültesine giden bütün öğrenciler bulup okumalıdır. Abdülhak Şinasi HİSAR’ın eserlerini okuyanlar, masal şehri İstanbul’u ve İstanbulluların hayatını okurken vapura binip Üsküdar’dan karşı sahile geçerken çevrelerine baksınlar, tarihî eserlerin dışında yapılan binalara bakarken, «Bir Şehrin Mahvedilme Hikâyesi»ni göreceklerdir. Bina ve arsa spekülâtörlerinin bitmeyen hırsı; yeşilin, taş binalara dönüşmesinin hikâyesidir. Bu hikâyenin içinde ilgili ve yetkili mercîlerin, ilâhî adâletin tecellîsinde yaşayacakları durumu düşünmek bile beni ürkütüyor.

İstanbul’un acı hikâyesini bugün bütün şehirler yaşıyor. Yılda bir ay bile kalınmayan yazlıklarla bütün güzel alanları nasıl taşlaştırdığımızın hikâyesi de bir gün anlatılacak. Bugün televizyonlarımız var, gazetelerimiz, dergilerimiz, internet sahifelerimiz var. Şehirlerin hayatını dürüstçe dile getiren Tanpınarlarımız, Yahya Kemallerimiz, Abdülhak Şinâsî Hisarlarımız yok. Çünkü aydın dediğimiz insanlar da kıyımın içindeki ruhsuz mahallelerde oturmaktan memnunlar. Yazıları ve konuşmalarının konusu; Türkiye’nin güzelliklerinin kaybolmaması değil, Türkiye’nin yeniden siyasî şekillenmesidir. Artık Turgut CANSEVER Hocalar da yetişmiyor.

Bir umut ışığı, yeni nesle bunları anlatabilirsek, bu güzellikler; şiire, mûsıkîye, sinemaya, tiyatroya, mimarîye akseder…

Cansever Hoca’yla yaptığımız röportajdan bir bölümü dikkatle okuyalım:

“Sedat Hakkı ELDEM ve etrafındaki genç mimar zümresi; millî kültür değerlerinin anlaşılması, yani uygulamaya yön vermesi için çok ciddî çabalar sarf ettiler. Ancak iki şey… Birincisi; arsa ve spekülâsyonunun hizmetindeki seviyesiz bir şehir plânlaması, bunun yarattığı mimarî faaliyet… İkincisi; devletin daha iyi bir mimarî vücuda getirmek için gereken çabayı sarf etmemesi, genç yetenekleri teşvik etmek için tedbirler ortaya koymaması ve toplumun parasını kullanarak inşa ettiği binaların millî kültüre katkıda bulunması için bir endişe duymaması Türkiye’yi içinde bulunduğu duruma getirdi.”

Türkiye’nin yaşadığı kültür bunalımını iyi tespit etmeliyiz.

Osmanlı şehirleri; evleriyle, camileriyle, tarihî binalarıyla, bahçeleriyle, pencereleriyle, pencerelerindeki saksılarda var olan renk renk çiçekleriyle, insanıyla, insanın beraberce yaşadığı güzelliklerle, sevinçlerle, hüzünlerle bir bütündür.

Cansever Hoca şöyle demişti:

“Şehir imajı, İslâm kültüründe cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet, bütün çelişkilerin yok olduğu bir ortamdır. Dünya cennetini inşa edenler; insanın, her yüce ferdin yalnız Allâh’a karşı sorumlu varlıkların dünyevî ilişkiler ortamında şeytanî sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek bir büyük erdemin, yaratılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız-şartsız uyarak bunu mümkün kılmışlardır.

Bu yolda halkın meşrû gücünün önündeki engelleri kaldırarak, her insanın dünyayı güzelleştirme görevini îfâ ederek yücelmesine imkân veren, aynı zamanda insanı bu görevden saptıracak, şeytanî etkilerden koruyacak üst kuralları koyarak, ferdî ve mahallî olan ile merkezî emredici olanın, meşrû etki alanlarını ayırıp, merkezî ve emredici olan ile mahallî ve ferdî olanın çelişkisinin çözümlenmesi sağlanmış, böylece cennetin kapıları açılmış olur.

(…) Kültürel kirlenmenin, varlığın şuurundan uzaklaşmanın ve dolayısıyla insanın dünyaya, varlığa, çevresine, topluma, geleceğe karşı sorumsuzlaşmasının bedeli son derece ağır bir şekilde ödenmeye başlamıştır. Karşılaşılacak meselelerin vahâmeti yanında yaşanmış olanlar ve bugünkü problemler bir hiç mertebesindedir.”

Mimarlık fakültesi öğrencilerinin, şehir plânlayıcılarının, belediyecilerin, bütün yetkililerin Turgut CANSEVER Hoca’nın eserlerini okumalarını sağlayalım. Onlara bu güzel kitapları hediye edelim, belki bir gün bir cümleyle kendilerine gelebilirler.

Ben anlatarak bazı üzüntülerimizin azalacağına inanıyorum. Üzüntülerimiz, menfaatten uzak toplum için çektiğimiz acılar, duâ yerine geçecektir. Yeni mezun, genç bir mimar hanımla aynı dolmuştayım. İstanbul’a yeni gelmiş. Sinan’ın eseri bir tarihî caminin restorasyonunda görevliymiş. Gözleri pırıl pırıl, durmadan anlatıyor; görevinin sorumluluğu içinde sanat eserine olan hayranlığı beni ümitlendirdi.

Turgut CANSEVER Hoca’nın eserlerinin millî şuuru kavratmak için okunmasını sağlamalıyız. Şimdilerde beyin fırtınası deniyor. Aynı eseri okuyup, aynı konuda konuşma. Bir ağacın, bir dalın, bir yaprağın, bir çiçeğin şehir dokusu içindeki yerini bir anlayabilsek…

Evimizin pencereleri Neyzenbaşı Halil CAN Bey’in evine bakıyor. Anıtlar Kurulu’ndan alınan izinle restore ediliyor. Ev, aynı şekilde yenilenecekmiş. Evin bahçesindeki ağaçlar, güller, bütün çiçekler yıkım makinelerinin dişlileri içinde birkaç saatte yok oldu. Bahçenin yerinde yeller esiyordu, bina aslının yerine bir ay içinde taş parçası bir binaya dönüştü. Bu sahneleri seyrederken, Cansever Hoca’yı hatırladım. Üsküdar’ın tek tük kalan tarihî evlerinden biri daha arsa spekülâtörlerinin emrindeydi. Bahçe katledilerek taşlaşmasına izin verilmişti. Meselemiz ağlayan ağaçların, çiçeklerin sesini duyabilmekte veya duyurabilmekte…